Haziran 2015

Sami Yusuf 2015 yeni Albüm Songs of The Way
 Sami Yusuf'un Yeni Albümü "Songs Of The Way" albümü satışa sunuldu. Şuanda sadece Uzak Doğu ülkeleri, Hindistan ve Arap Yarımadası versiyonları satışa sunulan "Songs Of The Way" albümünde toplamda 12 şarkı bulunmakta.

Albümün ilk video klibini, yine albümün 12. parçası olan Autumn (La İllaha İl Allah) adlı parçasına çeken Sami Yusuf, Andante Records firmasıyla dinleyenlerine albümünü duyurdu.


Albümün tanıtım parçalarını aşağıdan dinleyebilirsiniz.

>>Şarkıları Dinlemek İçin 'Play' Tuşuna Basınız<<

  

Sami Yusuf - Songs Of The Way Albümünü Amazon, iTunes veya Andante Records Dükkanından satın almak için aşağıdaki bağlantılara tıklayınız.
andanteiTunes

teravih namazi
Teravih Namazı Nedir, Faziletleri Nelerdir ? Ramazan ayının gelmesiyle oruçlar tutulmaya başlandı ve ibadet kapılarının daha da açıldığı bu mübarek ayda insanlarımız ibadete yönelip hayatlarında yeni bir sayfa açmanın çabası içinde olmaya başladılar.

Ramazan ayında yapılan ve diğer aylarda yapılmayan ibadetlerden biri olan "Teravih Namazı Nedir?" ve "Teravih Namazının Faziletleri Nelerdir" sorularının cevabı şu şekildedir;

İlk olarak:

Teravih namazı nedir sorusu. Teravih namazı, alimlerin görüş birliğine vardığı bir sünnet ibadettir. Teravih namazı aynı zamanda gece namazından (kıyamdan) sayılmaktadır. Kur'an-ı Kerim ve sünnette bulunan, gece namazına teşvik ve fazîletinin beyanı hakkında bulunan deliller, Terâvih namazını da kapsar.

İkincisi: 

Ramazan kıyamı (yani Terâvih namazı), bu ayda kulun, onu vesile kılarak Allah Teâlâ'ya yakınlaşmaya çalıştığı en büyük ibâdetlerdendir. 

Değerli âlim Hâfız İbn-i Receb -Allah ona rahmet etsin- bu konuda şöyle demiştir: 

"Bilmelisin ki Ramazan ayında mü'minin nefsi için iki cihad bir araya gelir: Oruç tutmak sûretiyle gündüz cihadı, namaz kılmak sûretiyle de gece cihadı. Kim, bu iki cihadı bir arada bulundurursa, ecri hesapsız olarak verilir." 

Ramazan gecelerini namazla geçirmeye teşvik etmek ve fazîletini açıklamak hakkında bazı özel hadisler gelmiştir. 

Bu hadislerden bazıları şunlardır: 
"Kim, Allah'ın vâdettiği sevaba inanarak ve sevabını yalnızca Allah'tan umarak Ramazan gecelerini namaz kılarak geçirirse, geçmiş (küçük) günahları bağışlanır."1

 İbn-i'l-Münzir, mağfiretin büyük ve küçük günahların hepsini kapsayacağını kesin bir dille söylemiştir.

 Fakat İmam Nevevî şöyle demiştir: 

"Fakihler nezdinde bilinen; bu mağfiretin, büyük günahların değil de sadece küçük günahlara âit olduğudur." Bazı âlimler ise şöyle demişlerdir:

"Küçük günahlara rastlamadıkça büyük günahlardan bazısı hafifletilebilir."2 

Üçüncüsü: 

Mü'minin, Ramazan'ın son on gününde ibâdet konusunda diğer günlerden daha çok gayretli olması gerekir. Çünkü Ramazan'ın son on gününde Allah Teâlâ'nın hakkında şöyle buyurduğu Kadir gecesi vardır: 

"Kadir gecesi (içerisinde Kadir gecesi olmayan) bin aydan daha hayırlıdır." 3 

 Nitekim Kadir gecesini namaz kılarak geçirmenin sevabı hakkında Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-'in şu hadisi gelmiştir: 

"Kim, Allah'ın vâdettiği sevaba inanarak ve sevabını yalnızca Allah'tan umarak Kadir gecesini namaz kılarak geçirirse, geçmiş (küçük) günahları bağışlanır."4 

 Bunun içindir ki Rasûlullah (sav) Ramazan'ın son on gününde diğer günlerden daha fazla ibâdet ederdi. Nitekim Âişe'den -Allah ondan ve babasından râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre o şöyle demiştir:

"Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Ramazan'ın son on gününde diğer günlerden daha fazla ibâdet ederdi."5 

 Yine Âişe'den rivâyet olunduğuna göre o şöyle demiştir:

"Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-, Ramazan'ın son on günü girdiği zaman eteğini toplar (eşleriyle cimâ etmekten imtinâ eder), bütün ciddiyet ve heyecanıyla geceyi uykusuz geçirerek ibâdet ve taatle ihyâ eder ve ev halkını (gece namazı kılmaları için) uyandırırdı."6 

 İmam Nevevî hadisin şerhinde şöyle demiştir: "Bu hadis, Ramazan'ın son on gününde ibâdetleri arttırmanın ve gecelerini ibâdetlerle geçirmenin müstehap olduğuna delildir."

Dördüncüsü: 

Ramazan gecelerinde Terâvih namazını cemaatle edâ etmek ve imam namazı bitirinceye kadar mescitte onunla beraber kalmak gerekir. Zirâ namaz kılan kimse, gecenin az bir vaktinde namaz kılmış olsa bile, bu ameliyle gecenin tamamını namaz kılmış gibi sevap kazanır. Çünkü Allah Teâlâ, büyük lütuf ve ihsan sahibidir. 

İmam Nevevî şöyle demiştir: 

"Terâvih namazının müstehap olduğu konusunda âlimler ittifak etmişlerdir. Fakat Terâvih namazını evinde tek başına kılması mı, yoksa mescitte cemaatle kılması mı daha fazîletlidir? Konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. 

İmam Şâfiî ile tüm ashâbı, Ebu Hanife, Ahmed, Mâlikî âlimlerin bazısı ile başka âlimler şöyle demişlerdir: 

"Ömer b. Hattab ve sahâbe'nin yaptıkları gibi, cemaatle kılması daha fazîletlidir. Nitekim müslümanlar, bu hâl üzere (cemaatle kılmaya) devam etmişlerdir." Nitekim Ebu Zer'den rivâyet olunduğuna göre, Rasûlullah - sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: 

"Teravih namazını imamla birlikte sonuna kadar tamamlayan kimseye, o geceyi bütünüyle ibâdetle geçirmiş gibi sevap yazılır."7 Allah Teâlâ en iyi bilendir.

Kaynakça:
  • 1 Buhârî, hadis no: 37. Müslim, hadis no: 759 
  • 2 Hâfız İbn-i Hacer, "Fethu'l-Bârî" 
  • 3 Kadir Sûresi: 3 
  • 4 Buhârî, hadis no: 1768. Müslim, hadis no: 1268 
  • 5 Müslim, hadis no: 1175 
  • 6 Buhârî, hadis no: 2024. Müslim, hadis no: 1174 
  • 7 Tirmizî, hadis no: 806. Elbânî, 'Sahîh-i Tirmizî'de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.


bebek, rızık, islamDünyanın birçok yerinde çocuk hekimliği ve kadın doğum dallarında yapılan araştırmalar anne ve bebek yönünden çok ciddi yenilikler getirdi. Bu yeniliği son 20 yılda çeşitli üniversitelerinde yapılan araştırmaların neticeleri ortaya çıkardı. Bunları şöylece sıralayabiliriz: Daha eski yıllarda doğumların yataklı müesseselerde yaptırıldığı, bebeklerin annelerinden en az 12 saat ayrı tutulduğu halde, son yıllarda doğumlarda yapılan müdahale ve ilaçların anne ve çocuğa kötü tesir icra ettiği anlaşıldığından (son günlerin modası olarak "doğal çocuk doğumu" tabiri yaygınlaşırken) evde doğum taraftarları artmıştır. Bunun yanında hastaneler de servislerini ev şartlarına benzetmektedirler. Sezeryanla doğan bebekleri bile annelerinden ayırmamakta ve çocuk doğar doğmaz çıplak olarak annesinin kucağına yatırılmaktadır. Bütün bu tedbirler şu enteresan neticeyi ortaya koymuştur. "Tabiî doğum yeni doğan çocuk ölümlerini azaltmaktadır."

Bu yeniliğin yanında ABD'nin çeşitli üniversitelerinde yapılan araştırmalar da bebeklerin çok yönlü kabiliyetlerinin olduğunu ortaya çıkarmıştır. Eskilerin, "Bebeklerin dünyadan haberi yoktur" dedikleri sözler son yıllarda bütünüyle çürütülmüştür.

Yeni doğan bebek görür ve gördüğüne cevap verir. Doğumdan birkaç dakika sonra bebeğe parlak, hareketli, ışıklı şekiller gösterilse diğer yönden de insan yüzü, hele annesinin yüzü gösterildiğinde, bebek insan yüzüne, bilhassa annesinin yüzüne meyleder. Yeni doğan bebek kendisine 20 - 30 cm uzaklıktaki cismi net bir şekilde ayırdedebilir. Bu mesafeden kendisini besleyen annesini görür, sevinir ve heyecanlanır. Yeni doğmuş bebeğin görme kabiliyeti gizli bir muhabbet gibidir. Yeni doğan bebekteki görme kabiliyeti, annesiyle bir an göz göze gelmesi, onu tanıyıp unutmaması için yeterli olmaktadır. İşitme kabiliyetleri doğduğu andan itibaren müşahede ediliyor. Bebeğe bir taraftan muhtelif sesler ve gürültüler verilirken, bir taraftan da insan sesi, hele annesinin sesi verilse muhakkak annesinin sesine dönmekte ve bütün alâkasını o ses üzerine toplamaktadır. Diğer enteresan bir araştırma da yeni doğan bebeğin kokuya ait kabiliyetinin olduğudur. Üzerine anne sütü dökülmüş bir yastık ile temiz bir yastık tarafına döndüğü görülmektedir.

Daha da garibi şudur ki, altı günlük bir çocuk kendi annesinin sütünün kokusunu, diğer annelerin sütünün kokusundan tefrik edebilmektedir. Yine bebekler amonyum hidroksit (idrar) gibi keskin ve kerih kokulardan kaçmakta, güzel kokulara ise sevinçle karşılık vermektedir. (**) Bütün bu ve benzeri kabiliyetler bir refleks olmayıp şahsiyet ifade etmektedir. Yâni her bebek belli sınırlar içinde ayrı bir davranış ortaya koymaktadır.

Araştırmaların neticesi olan bu bilimsel gerçekler çocuk terbiyesinde ilk günlerin bile önemli olduğunu göstermiştir. İşte inanç ve örflerimizin icabı olarak çocukların ağızlarına, iyi olarak bilinen bir kişi tarafından tatlı yiyecek verme, kulaklarına ezan ve kamet okuma, güzel bir ad koyma, başlarını okşayıp dua etme, cinsiyetlerine göre giyim ve kuşamlarına dikkat etme, onlarda talim ve terbiyenin beşikte başladığının bir işaretidir.

Doç. Dr. İ. Erkul

** Yine yeni doğmuş bebekler tuzlu, ekşi, acı gıdaların yerine tatlı gıdalar tercih etmektedirler...

2015 Ramazan ayına yaklaşırken Ramazan Bayramı Ne Zaman ? Ramazan Bayramı Tatili Kaç Gün Sürecek ? gibi sorulara cevap aramaya başlarız. Bu yazımızda hem bu sorulara cevap verecek hem de ramazan ayıyla ilgili biraz bilgi vereceğiz.

2015 Ramazan Ayı Ne zaman Başlayacak ?


Son yıllarda Ramazan ayı bildiğiniz üzere yaz aylarına denk gelmektedir. Bu yıl yani 2015 yılında Ramazan Ayının ilk günü 18 Haziran Pazartesi günü başlayacak. Peki ilk sahura ne zaman kalkılacak sorusu aklına gelenler için şu ek bilgiyi ekleyelim. İlk sahura 17 Haziranı, 18 Hazirana bağlayan gece kalkılacak ve 18 Haziran günü ilk oruç tutularak geçirilecektir. Yani ilk sahura 17 Haziran gecesinde kalkılacaktır.

2015 Ramazan Bayramı Ne Zaman ?


İslam Dünyası için büyük önem taşıyan Ramazan Bayramı bu yıl 17 Temmuz Cuma günü başlayacak. Ramazan bayramının 2. günü 18 Temmuz Cumartesi, 3. ve son günü 19 Temmuz Pazar gününe denk gelecek. Tüm ziyaretçilerimize bereketli ve maneviyat dolu bir Ramazan ayı geçirmesini temenni ederiz.

Namaz Huzur
Kıldığı namazlardan huzur bulanlar; Allah’ın takdiri icabı kıldıkları namazla birlikte işleri rast gidenler; sanıyorlar ki her namaz kılanların işleri rast gider ve namaz kıldıklarında dertlerinden ve sıkıntılarından uzak kalırlar… Böyle bir şeyin olmadığını hatırlatalım… Unutmayalım ki namaz kılan bir insan;

1- (öğrenciyse) ; zayıf alabilir.
2- Sınıfta kalabilir
3- En basit bir soruyu yapamayabilir
4- Sınıfında sevilmeyebilir
5- Yakışıklı olmayabilir
6- (esnafsa) ; iflas edebilir
7- Çeki dönebilir
8- Ev ya da iş yerine hırsız girebilir
9- Sokak ortasında dövülebilir…
10- İşleri ters gidebilir
11- Hastalanabilir…
12- (Bayansa) evde kalabilir-kısmeti çıkmayabilir.

Bu maddeleri niye yazdım?... Hani olur ki size namazı anlatırlarken Allah tarafından çok özel koruma altına alınıp korunacağınız söylenmiş olabilir. Bu yüzden dünya hayatının hiçte tozpembe olmayacağını bilmenizi istedim…

Yani namaz kılmayan bir insan yapamadığı bulmaca sorusunu namaz kılarak çözemez… Örnekleri çoğaltmak mümkün… Kısacası namaz kılan bir insan huzurlu olmaya adaydır… Özellikle de bilinçli kılıyorsa Allah ile arasında sıcak bir iletişim olur. Bu iletişim, zorluklar karşısında sabretmesini kolaylaştırır…

 'Kıldığım namaz huzur vermedi ' diyorsanız;

1- Size namazı nasıl anlattılar?
2- Hangi ortamda namaz kıldınız?
3- Nasıl bir psikoloji ile namaz kıldınız?

Yukarıda bahsettiğim gibi anlatmışlarsa sadece 'kendi hissettiklerinden bahsetmişler' olarak algılayın… Buna rağmen kılmışsanız ve huzur bulamamışsanız kıldığınız ortamdan da kaynaklanabileceğini hesaba katın…

1- Gürültülü bir ortamda kılınan namaz tat vermez…
2- Kalabalık bir ortamda (camiiler ve namaz kılınan yerler hariç) kılınan namaz tat vermez…
3- Eğer yorgun bir halde namaza yaklaşırsanız tat alamazsınız…
4- Niçin namaz kılmanız gerektiğini bilemezseniz namazdan huzur duyamazsınız.
5- Namazla Allah'a nasıl mesaj verdiğinizi bilemezseniz namazdan tat alamazsınız
6- Namaza konsantre olamazsanız ondan zevk alamazsınız… Ve başka sebepler…

kuran-ı kerim
 İslam hakkında yazan Batılıların çoğunun, ona, «müsteşrik tarzında» “dışarıdan” bakışlarına alışmış bulunuyoruz. Ayrıca Hristiyan misyonerlerinin de Müslümanlarla ilgilenmeleri, çeşitli şekillerde tezahür etmiştir ve etmektedir. Batı insanının İslam’ı olduğu gibi tanımasına, aşılması zor türlü engeller vardır: Tarihten gelen. Hristiyanlığın olumsuz propagandalarından, genel olarak Müslümanların yaşayışlarından, toplum olarak ve bütün kapsamıyla İslam’ın uygulandığı bir ülkenin bulunmayışından. Müslümanların çağdaş dünyadaki etkinliklerinin azlığından. Batı’lıların teknik üstünlüklerinde ve ilmi gururlarından, müsteşriklerin İslam’ı tanıtıyor görünürken çarpıtmalarından gelen vb. engeller.

            Fransa’nın tanınmış tabiplerinden olan Maurice BUCAILLE’in, bütün bu engelleri aşarak, Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerimi incelemesi ve mesleki formasyonunu ilgilendiği din alanına uygulayarak, semavi Kitapları teşrih masasına koyması, takdire değer. M. Bucaille, araştırmalarının sonuçlarını şu kitabında toplamış bulunuyordu «Tevrat, İncil, Kuran ve İlim» (La Bible, le Coran et la science, Paris, Ed. Seghers, 1976, büyük boy 255 s.) Kitabın tali unvanı “Kutsal semavi Kitapların çağdaş bilgilerin ışığı altında incelenmesi” adını taşıyor. Birinci basımı, 1976 yılının ikinci yarısında yapılan kitap, tahminlerin çok ötesinde bir rağbet görmüştür. Yazarın tahsil arkadaşı olan ve ömrünün önemli bir kısmını hasrettiği incelemelerinden sonra beş sene önce İslam’ı benimsemiş bulunan Dr. Huseyn Techeport’dan aldığım 25 Ramazan 1398 (29.8.1978) tarihli mektuptan, kitabın altıncı basımının yapıldığını öğreniyoruz. Fransa gibi gayr-i müslim bir ülkede, böyle bir kitabın, iki yıl içinde 6’ıncı basıma geçmesi, hayret ve hayranlık uyandırıcıdır. Ayrıca kitap, bizzat yazarı tarafından Arapçaya çevrilerek yayınlanmıştır. (Dür al-Maarif, 1119 Corniche el Nil, Kahire).

            Kitabın arka kapağında yer alan, yayın evinin tanıtma yazısında şunları okuyoruz: «M. Bucaille, din Kitaplarını tarafsız bir incelemeye tabi tutmak suretiyle Eski Ahit ve İnciller hakkındaki birçok düşünceyi altüst ediyor. Zira bu bütün içinde, ilahi vahye ait olanla, onlara sızmış bulunan yanlışlıkları ve beşeri yorumları ayırt ediyor. (…)»

            «Operatör olan M. Bucaille, sadece bedenleri değil, ruhları da dikkatle incelemesine imkân hazırlayan şartları yaşadı. Müslüman dindar yaşayışının varlığıyla ve müslüman olmayanların büyük çoğunluğunun bilmemekte devam ettiği İslam’ın, çeşitli yönlerini tanımakla, derinden derine etkilendi. Bu konuda daha fazla aydınlanmak için, tek çare olan Arapçayı öğrendi ve Kur’an-ı inceledi. Kur’an-ı incelerken Onda, birtakım tabiat olayları hakkında, ancak çağdaş ilmin verebileceği imkânlarla anlaşılabilecek ifadeler bulunca hayretlere düştü. Müteakiben, tek Tanrı’ya inanan dinlere ait kutsal Kitapların metinlerinin doğruluğu konusu üzerine eğildi ve sonunda Tevrat ve İnciller ile ilmin neticelerini karşılaştırmaya girişti. Gerek Yahudilik ve Hıristiyanlığın kutsal Kitapları, gerek Kur’an hakkında yapılan, bütün bu araştırmaların sonuçları, bu kitapta açıklanmaktadır.»

            Giriş kısmında (s. 5–12) yazar. Kur’an-ın, vahiy eseri olabileceğini kabule hiç yanaşmayan Batı’lılara, Kuranın da eski ve Yeni Ahit’lerle birlikte mütalaa edilmesi gerektiğini, bu üç dinden yalnız İslam’ın, daha önceki kitaplara inanmayı şart koştuğunu, oysa bunun Batı’da bilinmediğini; İslam’ın, beşeri bir hadise olduğunu zihinlere yerleştirmek için İslam hakkında «Muhammedilik», Müslümanlara da «Muhammediler» denildiğini, 1965’te sona eren Vatikan İl konsülünde Hıristiyanlığın, tarihte ilk defa olarak Müslümanlara olumlu bir yakınlık başlatmasıyla, artık İslam ve müslümanlar aleyhindeki olumsuz tavırların bırakılması gerektiği üzerinde durmaktadır.

            Daha sonra. Maddeciliğin saldırısına hedef olan bu üç dinin geçerli olup olmadıklarının anlaşılması amacıyla, aynı konulardaki durumlarının ne olduğunun, çağdaş ilmin neticeleriyle karşılaştırmak suretiyle, ortaya konulması gerektiğini, fakat bunun da, elimizdeki metinlerin asıl kimlikleriyle bize gelip gelmemiş olduğu meselesini araştırmayı gerektirdiğini bildirmektedir.

            Yazar, önce Eski Ahit için bir bölüm ayırıyor (s, 13–45) İlkin, Eski Ahit’in yavaş yavaş tamamlanmasını, onun ihtiva ettiği kitapları, bunların bize ne derecede doğru bir biçimde ulaşıp ulaşmadığını, nispeten ayrıntılı olarak bildiriyor (s. 13–32). Bunu yaparken, daha ziyade, Kitab-ı Mukaddes kritiklerinin neticelerini değerlendirip aktarıyor, yani uzmanların vardıkları sonuçları sergiliyor. Eski Ahit’in yaklaşık yedi yüz yıllık gibi uzun bir zaman boyunca oluştuğunu ve bize ulaşmasının, tamamen şüpheli bir durum arz ettiğini ispatlıyor. Bundan sonraki fasılda, Eski Ahit’in bazı ifadeleriyle çağdaş bilimi karşılaştırıyor. (s. 33 vd) Burada, dünyanın yaratılış zamanı ile ilk insanın yeryüzünde yaratıldığı zaman, Tufan gibi olaylar konusundaki Tevrat metinlerini iktibas ediyor. Dördüncü kısımda ise, Eski Ahit’teki yanlışlar ve çelişkiler karşısında, Hıristiyan bilginlerinin tutumlarını özetliyor.

            Bundan sonra, İncillerin incelendiği bölüm geliyor (s. 55–112). İncillerin tarihinin ve onların aralarındaki bazı çelişkilerin belirtildiği Girişten sonra ikinci fasılda, Paul’ün etkisinin Hıristiyanlıkta baskın çıktığı açıklanıyor. Müteakiben İncillerin ve dört İncilin yazı ile tesbiti ve intikalleri, bunların kaynakları tek tek inceleniyor. Bunların, günümüze ulaşmasındaki şüpheleri ortaya koyan metin tenkidi çalışmaları özetleniyor. Dördüncü fasılda çağdaş ilimle İnciller karşılaştırılıyor. Hz, İsa’nın «soyu» (1) hakkında İncillerin verdikleri soy kütükleri, bunlardaki tutarsızlıklar ve çelişkiler, kaza İncillerin haça gerilme, eucharistie (Hz. İsa’nın kanı ve bedeni olduğu iddia edilen şarap ve ekmeğin yenilmesiyle, Tanrı ile birleşme ayini), Hz. İsa’nın ölümünden sonraki dirilmesi, göğe çıkması konularını anlatışlarındaki tutarsızlıklar açıklanıyor.

            Üçüncü bölüm, «Kuran ve çağdaş ilim» başlığını taşır. Girişte, Kuran ve İslam hakkında batıda yaygın olan peşin hükümlerden kurtulmak gerektiği üzerinde durulmaktadır. Bu konuda, Papalığa bağlı «Hıristiyanlık dışı Dinler Sekretaryası»nın yayınlamış olduğu «Hıristiyanlarla Müslümanlar Arasında Bir Diyalog İçin Yöneltmeler» (Orientations pour un diaIogue entre chretiens et musulmans, 3 ncü basım, Roma, 1970) adlı kitaptan iktibaslar yapılıyor. M. Bucaille, bu diyalogu lüzumlu görmektedir. Yazara göre Hıristiyanlık, geniş ölçüde bilimsel gelişmeyi engelleyecek şekilde uygulanmış olduğu halde İslam, temel naslarında böyle bir uygulamaya zıt olduğu gibi, müslüman ülkelerde de —özellikle 8-12’nci yüzyıllar arasında— ilmi incelemeler, önemli ilerlemeler göstermiştir. Hıristiyanlığın böyle uygulanması, Rönesans’tan itibaren, ilim adamlarının reaksiyonlarına yol açmıştır; bu tepkiler, şimdi de devam etmektedir. Bu yüzden modern ilme maddecilik hâkim olmuş, Yahudilik ve Hıristiyanlık, buna karşı direnememişlerdir.

            M. Bucaille’ye göre, Maddeciliğin hücumu karşısında İslam’ın durumu farklıdır. İslam Vahyini iyi tanımak için, Arapçayı ve çağdaş ilmin neticelerini iyice bilmek gerekir. Kur’an-ın tercüme ve tefsirlerinde bazı yanlışlıklar vardır. Özellikle, tabiat bilimleri alanına giren kimi ayetlerin tercümesine bakarak ilim adamı, aslında Kur’an-ın münezzeh olduğu tenkitleri, ona yöneltebilmektedir. Bundan ötürü şimdiye kadar yapılmış olan tercüme ve tefsirlerin, bu alana giren ayetlere verdikleri anlamlar, ilmin kesinlik kazanmış gerçekleri açısından, yeniden gözden geçirilmelidir. Eski tefsirciler zamanlarına göre, muhtemel anlamlardan birini tercih etmişlerdir. Hâlbuki başka manalar da mümkün idi. Tercüme meselesinin önemi, Kur’an-a mahsustur; Yahudi ve Hıristiyan din Kitapları tabir ilimlerin alanına ait konulara, zaten pek girişmezler.

«Kurna has bu ilmi yönler başlangıçta beri derinden derine hayretle bıraktı. Zira bundan on üç asır önce yazılmış bir eserde, çağdaş ilmi buluşlara tam anlamıyla uyan son derece çeşitli konuları kapsayan ifadelerin bulunabileceğini, Kuran’la karşılaşıncaya kadar, mümkün görmüyordum işe başlarken, İslam’a hiç inanmıyordum. Her türlü peşin hükümden uzak olarak, tam bir tarafsızlıkla metinleri incelemeye giriştim. Beni etkileyen bir fikir var idiyse o da gençliğimde almış olduğum eğitim idi» (s. 122). Daha sonra yazar, etkilendiği bu eğitimin, İslam’ı tamamen yanlış ve olumsuz bir biçimde tanıtan gelenekten Batı anlayışı olduğunu bildirir. Bu olumsuz peşin fi kirlerden sıyrılmak ihtiyacını duyunca İslam’ı incelemek için, Arapçayı öğrenmesinin şart olduğunu anladığını söyler.

M. Bucaille, Kur’an-ı Kerimi cümle cümle okur ve bu konuda bazı tefsirlere başvurur. Daha sonra, Kur’an-ın tabiat ilimleriyle münasebetlerini ortaya koyan, müslüman bilginlerin yazdığı birçok kitabı okur. O, bu konuda Batıda yazılmış toplu bir inceleme bulunmadığını söylüyor. Kur’an-ın indiği çağda insanlığın ilmi seviyesini anlatarak, bu seviye ile Kur’an-ı izah etmenin mümkün olmadığını belirtir. Yazara göre İslam’ın zuhurundan sonraki birçok asır boyunca da ilmi seviye, Kur’an-ı açıklamaya yetiniyordu; tefsirlerde rastlanan bazı yanlışlıklar da bunun bir delilidir ve bu yetersizlikten, ileri gelmiştir.

Yazar, Kur’an-ı Kerimin asıl gayesinin «dini» olduğunun ve insanlığa, kendi akıl ve tecrübeleriyle ulaşamayacakları irşatları getirmek için indirildiğinin farkındadır; «Bununla birlikte. Kur’an-ın amacı, kâinatı yöneten bazı ilmi kanunları açıklamak değildir, onun esas gayesi dinidir. Sırf Allah’ın mutlak kudretini tasvir etmek için insanlar, yaradılıştaki eserler üzerinde düşünmeye davet edilirler. Bu yapılırken, kâinatı ve insanı yöneten birtakım olaylara ve kanunlara işaret olunur»
M. Bucaille, daha önce müslüman bilginlerce yazılan aynı mahiyetteki eserlere başvurmakla beraber, onların dikkatlerini çekmemiş olan bazı ayetleri ele aldığını söyler. (s. 124). Bu tür kitapların bir kısmında, ilmi yönden doğru bulmadığı bazı açıklamalara rastlanıldığını, ayetler üzerinde kendisine ait şahsi yorumlar yaptığını kaydeder.

«Keza ben, Kur’an-da, insanlığın bilmesi mümkün olduğu halde, şimdiye dek çağdaş bilimin ulaşamadığı bazı olaylara işaret bulunup bulunmadığını da araştırdım » diyor (s. 124). M. Bucaille, buna dair bazı örnekler de vermektedir.

Yazar, «ilmin değişip durduğunu, bundan dolayı kutsal bir Kitabı ona uydurmakla büyük bir yanlışlık yapıldığını» öne süren itiraza karşı der ki: «Bilimsel kuramları (teorileri), sürekli olarak gözlemlenip kontrol edilen olaylardan ayırt etmek gerekir. Kuram, güçlükle anlaşılabilecek bir olayı veya olaylar bütününü açıklayabilmek amacını taşır. Kuran birçok durumda değişkendir. (…) Buna karşılık, deney yoluyla doğrulanan, gözleme dayalı bir olay, değişecek nesnelerden değildir; gelişme sayesinde, onun niteliklerinin daha iyi belirlenmesi mümkündür, ama esası, olduğu gibi kalır. Yerin Güneş, Ay’ın da dünya etrafında dönmesi, artık değiştirilemez, gelecekte, olsa olsa onların yörüngeleri daha iyi bir biçimde belirlenebilir» (s. 125).

İkinci fasıl (s. 129–134). Kur’an metninin bize, doğru bir tarzda ulaştığını, kısaca bildirmektedir.

Üçüncü fasıl (s. 135–154), göklerin ve yerin yaradılışını ele alıp, Kur’an ile Tevrat’ın bu konudaki benzerliklerini ve farklılıklarını ortaya koymakta; daha sonra bu hususta çağdaş ilimle, Kur’an-ı Kerimin bildirdiklerini karşılaştırmaktadır.

«Kur’anda astronomi» adnı taşıyan dördüncü fasıl (s. 153–170) gök, ay, güneş, yıldızlar, gezegenler, gündüz ve gecenin oluşumu, kâinatın genişlemesi uzayın fethi konularında. Kur’an ile çağdaş ilimin neticelerini karşılaştırmaktadır.

Beşinci fasıl (s. 171–185), «Yer»e tahsis edilmiş. Suyun dolaşımı denizler, yer tabakalarının oluşumu, dünya atmosferi, atmosferdeki elektriklenmiş, gölge konuları işleniyor.

Altıncı fasıl (s. 187–198), «Hayvanlar ve bitkiler âlemi» adını taşıyor. Hayatın kaynağı, bitkiler âlemi ve bu âlemdeki denge, bitkilerin üremesi, hayvanlar âlemi, hayvanların üremesi, hayvanlardaki topluluk hayatı, arılar, örümcekler, kuşlar, hayvanlardaki sütün meydana gelmesi gibi konular ele alınıyor.

Yedinci fasılda (s. 199–210), insanın, ana karnındaki yaradılışı, Kur’anın bildirdiği safhalarıyla inceleniyor.

Bütün bunlar yapılırken Kur’anı Kerimin, eskiden bilinmeyip ancak yakın zamanlarda keşfedilen ilmi gerçeklere işaret ettiği, böyle olmayan durumlarda ise, onun, ilmen bilinen gerçeklere zıt olan hususları bildirmediği: buna karşılık, daha önceki kutsal din Kitaplarının yanlışlıklar ihtiva ettiği, Kur’anın ise onları, doğru hususlarda tasdik ettiği halde, yanlışlarını almadığı ispatlanıyor.

«Kur’an kıssaları ile Kitab-ı Mukaddes kıssaları» bölümünde (s. 211–241), «Kur’anın, geçmiş ümmetlere ve peygamberlere ait bildirdiklerini, Kitab-ı Mukaddes’ten aktardığı» tarzındaki Batı’da yaygın asırlık yanlışın düzeltilmesi için, güzel bir usul kullanılmaktadır. Önce İnciller ele alınıyor; aynı konudaki İncil ve Kur’an nasları bir araya getiriliyor, benzerlikler ve ayrılıklar gösteriliyor. Benzerliklere hiç bir tenkit yöneltilememiş olduğu halde, ayrılıklarda Kitab-ı Mukaddes’in, itirazlarla karşılaşmış olduğu belirtiliyor. Aynı usul, Tevrat’a da uygulanmaktadır, örnek olanak Tufan kıssası ile Hz. Musa’nın Mısırdan çıkışı kıssası alınmakta, her iki konu hakkındaki Tevrat ve Kur’an metinleri, ayrıntılı olarak karşılaştırılmakta, Kuranın anlatışının, öbürüne göre fazlalık ve eksiklikler ihtiva ettiği ve bunları yaparken gerçeği yansıttığı belirtilmektedir. Böylece, Kur’an hakkında Batı’da yaygın alan bu iftira da çürütülürken, onun ancak vahiy eseri olabileceği de ortaya konulmaktadır.

Daha sonraki “Kuran Hadis ve çağdaş bilim” faslında (s. 243–250) bazı sahih hadislerin ilmi yönden yanlışlıklar ihtiva ettiğini, kendisinin, bu hadislerin bizzat (Hz.) Peygamber tarafından söylenip söylenmediğini ortaya koymasının mümkün olmadığını, söylenmiş olsa bile, yine (Hz.) Peygamberin tebliğ etmiş olduğu Kur’andan ayrı özellikler belirttiğini, yani Kur’anda ilmi yönden hiç bir yanlış bulunmadığı halde, şahsi alan ve o zamanki beşeri seviye ile ilgili bulunan hadislerde, bu duruma rastlanabileceğini ileri sürer. Yazarın bu görüşü, İslami yönden doğru olmamakla birlikte, o, kendi şartları içinde mazur görülebilir. Onun esas amacı, Kur’anın, insanüstü ilahi bir eser olduğunu göstermektir.

Genel Sonuç (s. 253–256) kitabı özetlemektedir. Eski ve Yeni Ahit’in intikallerindeki arızalardan dolayı çelişkiler, şüpheler ve bilimin kesin verileriyle zıtlıklar ihtiva ettiğini, Kur’anın bize olduğu gibi ulaştığını, her iki Kitap’taki eksikliklerden uzak olduğunu ve Kur’anın, Hz. Muhammed (aleyhisselam)in devrine mal edilebilecek bir eser sayılmasının imkânsız bulunduğunu vurgulamaktadır.

Yazara hâkim olan düşünceyi, —yani Kur’anın gerçekliğini ilmi yönden anlamayı— benimsemeyenler, haklı olarak çıkabilir. Bu düşünce, «ilmin vizesini almadıkça Kur’ana inanmayız» şeklinde anlaşılırsa, inanç konusunda ilme mutlak hakemlik ermek anlamına gelirse, şahsen biz de bu üslubu benimseyemeyiz. Çünkü ilim, bazı gerçeklere ulaşmakla birlikte, ne de olsa, eşya ve olayları, belirli bir tavrın açıklamasını da sergilemektedir. Varılan sonuçlar, araştırıcının inancıyla ve uygulanan metotlarla ilgili olabilmektedir. Kaldı ki, henüz bilinip bulunamayan birçok gerçeğin de olduğu anlaşılıyor. Fakat Kur’anın, hakikatten başka bir şey ihtiva etmediğini, gerçeklerden korkacak bir tarafının olmadığını, hakiki ilmin, Kur’anın ancak bir tefsiri olabileceğini (mesela, «Biz, onlara hem dış dünyada, hem de kendi nefislerinde, Kudretimizin işaretlerini göstereceğiz, ta ki kendileri de onun gerçek olduğunu iyice bilecekler.» (Fussilet, 53) anlamında- ki ayeti hatırlayalım) ve Kur’anın, kıyamete dek gelecek bütün insanlığa hitab ettiğini ortaya koymak şeklinde anlaşılır ve uygulanırsa, Kur’anla ilmi gerçekleri (kuramları değil) karşılaştırmakta yarar görebiliriz. Çünkü «ilmin dini iptal ettiği» uydurması, bu yolla iptal edilebilir. İlimlerin, yeni nesilleri inkâra yöneltecek şekilde öğretildiğini göz önüne alırsak, İslami tebliğ bakımından da, bu usulün faydasını inkâr edemeyiz.

Sayın Dr. M. Bucaille’in bu kitabı hakkında (tenkitten ziyade) tanıtmayı ihtiva eden yazımızı bitirirken, kitabın, gereken yerlerde bazı notlar konularak, bir arkadaşımızla birlikte tarafımızdan Türkçeye çevrilmekte olduğunu ve yakında yayınlanacağını umduğumuzu da duyurmak isteriz.

Doç. Dr. Suat Yıldırım A. Ü. İslami İlimler Fak. Öğretim Üyesi

ramazan, oruç, hastalık, ramadan
SORU: Merhabalar. Benim bir hastalığım bulunmakta. Geçen Ramazan ayında bazı günler oruç tutmadım. Hastalığım sebebiyle bunları kaza edemedim. Bunun keffareti nedir? Aynı sebepten dolayı bu sene de oruç tutamayacağım. Bunun da keffareti nedir?

CEVAP: Oruç tutmak kendisine zor gelen bir hastanın oruç tutmaması meşrudur. Ne zaman şifaya kavuşursa o zaman bunu kaza eder. Çünkü Allah Teala şöyle buyurur: "Kim hasta veya yolculuk halinde bulunursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutar." (Bakara, 185) Hastalığın devam ettiği sürece senin bu seneki Ramazanda da orucu terketmende bir sakınca yoktur. Çünkü hasta ve yolcunun oruç tutmaması Allah'ın bir ruhsatıdır. Allah Teala kendisine karşı gelinmesinden hoşlanmadığı gibi ruhsatlarının da kullanılmasından hoşlanır. Senin keffaret ödemen gerekmez. Fakat Allah sana ne zaman sağlık ve afiyet verirse o zaman bunları kaza etmen gerekir. Allah Teala senin bütün hastalıklarına şifa versin, senin ve bizim kötülüklerimizi örtsün.

Kaynak
İbn Baz, el-Fetâvâ, Kitabu'd-Da've, 1/120

Ramazan, yaşlılar, oruç, tutması
Soru: Yaşlıların, örnek vermek gerekirse yaşı seksen, doksan yaşına ulaşmış ihtiyar ve yatalak bir kadın var. Tuvalet ihtiyacını gidermek için bile ayağa kalkamıyor. Bu kadına namaz ve oruç farz mıdır?

Cevap: Kadının durumu anlatıldığı gibi olduğunda namazdaki fiilleri doğru bir şekilde yapabilecek ve ima ile de olsa gücü ölçüsünde onu kılabilecek akla sahip ise namazı kılması üzerine farz olur. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Gücünüz yettiğince Allah'a karşı gelmekten sakının." (Teğabun: 16) "Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar." (Bakara: 286) Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Size bir şeyi emrettiğim zaman gücünüz yettiğince onu yerine getiriniz."

Yine Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem İmran b. Husayn'a şöyle dedi: "Namazı ayakta kıl. Gücün yetmezse oturarak ona da gücün yetmezse (yatarak) yanın üzerinde kıl." Bunu Buhari rivayet etti ve Nesai, sahih bir isnadla ona şu ilaveyi yaptı: "Buna da gücün yetmezse sırtüstü uzanarak kıl." Oruç tutmaya gücü yeterse tutar.

Eğer oruç tutmak ona meşakkatli gelirse herbir gün için bir yoksulu doyurur ve kaza etmesi gerekmez. Belde sakinlerinin yedikleri buğday veya pirinç gibi yiyeceklerden yarım ölçek vermesi de yeterlidir. Aklını kaybetmişse artık ona namaz da farz değildir, oruç da farz değildir. Başarı Allah'tandır. Allah'ın salât ve selamı Peygamberimiz Muhammed'e Sallallahu aleyhi vesellem onun ailesine ve ashabına olsun.

Kaynak
Fetâvâ el-Lecnetu'd-Daimetu li'l-Buhusi'l-İlmiyyeti ve'l-İfta, Fetva no: 8589 219
Fetâvâ el-Lecnetu'd-Daimetu li'l-Buhusi'l-İlmiyyeti ve'l-İfta, Fetva no: 6620 

Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *