Mart 2014

18 Mart Çanakkale Zaferi - Şehitleri Anma
 "(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (Tevbe sûresi, âyet 4 )

 Ayeti kerimenin sebebi nüzulü şöyledir: Zikredildiği gibi, hafif ve ağır savaşa çıkmaktan maksat, şartlar ne olursa olsun, savaş kolay da olsa zor da olsa, binekli de olsanız, yaya da olsanız; zayıf da olsanız; kuvvetli de olsanız; zengin de olsanız, fakir de olsanız; ihtiyar da olsanız, genç de olsanız savaşa çıkınız demektir. 

 Ancak zayıflar, hastalar ve savaşta harcayacak bir şey bulamayacak kadar fakir olanlar bu hükmün dışında bırakılmışlardır. Hz. Peygamber (sav), Tebük seferine çıkarken münafıklar gelerek yalandan özür beyan beyan ettiler, savaşa çıkmak istemediler. Resûlullah (sav)'da gönülsüz savaşa çıkanlardan zaten hayır gelmeyeceğini bildiği için onlara izin verdi. Yukarıda zikredilen ayeti Kerime'den çıkaracağımız sonuç şudur: Bir milletin, vatanına, milletine, dinine, imanına, ırz ve namusuna, haysiyet ve şerefine, özgürlük ve bayrağına göz dikenler karşısında uyumaması, daima atik, tetikte bulunması, saldırı vuku bulduğu anda, herkesin seferber olması , imkan nisbetinde mütecavizlerin karşısına çıkılması tarihi, dini ve milli bir zorunluluktur. Onun içindir ki;

 Biz, millet olarak Çanakkale sarpında bunu yaptık. Ekmeksiz, aşsız kaldık, elbise bulamadık, giyecek çarık temin edemedik, silahımız yoktu, kazma ile, kürekle, çakar almaz tüfeklerle zalim, acımasız, kötü niyetli saldırganların üzerine yürüdük. Hamdolsun, yürümemiz, karşı durmamız, yığın yığın şehid olmamıza rağmen meyvesini verdi, karşımızda tutunamadılar. Nasıl duracaklardı ki?

Çanakkale ve Teyemmüm


"...Kirte muharebeleri sırasında, bölükler arka sıralarda hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperdekiler ileri fırlamış boğuşuyorlar. Yüzbaşı hücum için emri bekliyor. Askerin tamamı süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin. Dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehâdet getiriyor. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor:
" Yavrularım... Aslanlarım... biraz sonra Cenâb-ı Rabbül Âlemîn huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim... Haydi! Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp hep beraber teyemmüm edelim... Teyemmüm edilir... Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı;
" Çocuklarım... Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz... Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor. Hem onlar için hemde vakit varken kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım. Kâbe karşımızda."
Oflu Ali çavuş bağırır: " Er kişi niyetine" O gün yapılan hücumda kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti. Onlar Allah'a verdiği sözü tuttular." (Gelibolu 1915, E. Mütercimler, sayfa 495)
  Evet, " onlar Allah'a verdiği sözü tuttular." Korkmadan, ürkmeden, en küçük bir ürperti, ölüm korkusu göstermeden Hakk'a yürüyüp, cennete kavuştular. Onlar, böyle davranmasalardı, canlarını Allah'a satmış olmasalardı, karşılığında cennet satın almış olmasalardı eminim ki, bu gün, nüfus olarak 76 milyon milletimiz olmayacak, ezanlar okunmayacak, camiler açık bulunmayacak, bizlerin yerinde, salyalı, pis, kirli çizmeleriyle gavurlar gezecek, camilerimizde hora tepeceklerdi. Merhum Arif Nihat Asya'nın dediği gibi:

Şehitler tepesi boş değil,
Biri var, bekliyor...
Ve bir göğüs nefes almak için
Rüzgar bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye,
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli.
Kim demiş Meçhul Asker diye? 
(A. N. Asya)

  Çanakkale'nin kan kokan topraklarını, tepelerini, bayırlarını, âbidelerini, anıtlarını, siperlerini gezmemek, görmemek, ibret almamak sanırım bir vefasızlıktır. Çünkü, ecdadımız, o kutlu tepelerden bizleri selamlamaktadırlar. Çünkü, ayet beyanıyla, "Şehitler Ölmez"
Eşref Sencer anlatıyor:
" Anadolu-Bağdat Demiryolunun Hicaz'a ayrılmış son istasyonu olan El- Muazzam'a gelmiştik. Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa beni aramış, Çanakkale zaferini müjdelemişti. Âkif'in hayatının en bahtiyar, en mes'ut anı...
Ay, bedir halindeydi... Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan Kamer'in bu efsanevî ışıkları altında, Mehmed Âkif, güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı... İstasyon kulübesinin arkasındaki hurmalığın içine çekildi, sadece hıçkırıklarını duyuyorduk... İçli, derin hıçkırıklar...
İşte o Çanakkale'ye layık destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... Sabahleyin vazifesini tamamlamış fanilerin, az kula nasib olan rahatı ile yüzüme derin derin baktı ve dedi:
"- Artık ölebilirim Eşref... Gözüm açık gitmez..."
Acılar, kafiyelerde çiçek açmış, bizim hislerimiz.. bizim sevdamız, mısralarda berhayat olmuştur. Ya ÇANAKKALE DESTANI, o günleri en güzel anlatabilir.
" Toprakta satıh, altında Türk askeri yatıyorsa, çok derindir. Âkif, " Çanakkale" şiirinde sathın bu derin yerini buldu. Ve " Çanakkale" şiirinde toprakta yürürken, Âkif'in adımlarına yıldızlar takılır: Bunda bir ruh yırtılışının kıvılcım saçan sesi vardır. Üstünde bu sesin titrediği nazım! İşte Âkif'in nazmı! " ( Diy. Aylık Dergi, Mart 99, say.52-53)
Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar...(M. Âkif )

  Onun içindir ki, bu gün 18 Mart 2014.. Milletçe, birlik ve beraberlik içerisinde, Çanakkale şanlı destanımızın 99 ncu yılını kutluyoruz. Kutlarken, şehidlerimizi anarken, sanki, şehidlerimizle birlikte koyun koyuna yatarcasına, el ele tutuşurcasına, selamlaşırcasına kutluyoruz.

Netice ve sonuç olarak;

  Çanakkale Destanımızın ebediyyen, ilelebet zihin ve hafızalarda yaşaması için, bizlere büyük görevler, mes'uliyetler düşmektedir. Tabii ki, şühedalarımızı unutmak demek, nankörlüğümüz, vefasızlığımız , sadakatsizliğimiz olacaktır. Bizlerin, her yıl 18 Mart günlerinde onları yâd edişimiz, bir milim, bir nebzecik görev olmaktadır. Çünkü, onlar, bizler için, en değerli varlıkları olan canlarını feda ettiler. Dolayısıyla;

  Merhum Âkif; onları memnun etmek, ruhlarını taziz için, ne kadar büyük iltifatlarda bulunmuştur. Kahramanlarımızı, tarihe sığdırmaya çalışmış sığdıramamış, kitaplara aldıramamış, ebediyyetleri getirmiş, olmadı, Kâbe'yi mezar taşı olarak dikmiş yeterli görmemiş, gök kubbe, bütün yıldızlar, mor bulutlar, yedi kandilli Süreyya, gece mehtabının getirilmesi, türbedâr olarak ta fecirlere kadar beklemek, "gündüzün fecr ile âvizeni lebrîz etsem" "tüllenen mağrib" bile, şehidin yüce hatırasına bir hizmet, bir görev olamazken, bizim, beş on dakika içerisinde toplanıp veya bir iki saat onları anlatmamız, şâd etmemiz yeterli olabilir mi?
Dolayısıyla; Çanakkale Destanı'mızın 99 ncu yılını kutlar, aziz şehidlerimizin ruhlarına dualar eder, makamlarının cennet olmasını niyaz ederim.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir / Hollanda

ilim ve islam
 "Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur." (İsrâ sûresi, âyet 81)
Hz. Ali (ra), evlad-ı Resûl ve ehl-i beyt olarak, devrinin en çok çilesini çekmiş , halifelik dönemi iki Müslüman kesim arasında gecen savaşlarla, cidallerle, uğraşlarla geçen, " ilim şehrinin kapısı" olarak iltifat gören bir sahabidir. Onun davası, sen, ben, sülale, nesep, kavim ve kavmiyetçilik değildi. Onun mes'elesi, İslâm'ın, Müslümanların bir bütünlük içerisinde yaşamaları, Kur'an ve mütevatir sünnetin her tarafta neşvü nema bulması idi..

 Ama, ne acı ki, karşı zihniyet, yani, beni ümeyye gibi çağ dışı insanlar, Muaviye , ona bu fırsatı vermediler. Sadece dünyada şan, şöhret, nam, debdebe , izzet, krallık, despotluk, idareyi babadan oğula devretmek namına, Hz. Ali'ye rahat, huzurlu, faydalı bir hizmet yaptırmadılar. Onun halifelik süresi, Cemel vak'aları ile, Sıffîn, Hakem olayı vb. kıtallerle, boğuşmalarla geçmiş oldu.

"Hz. Ali'nin Kur'an ve sünnet bilgisi, ictihâd gücü, fıkhî ve felsefî derinliği Şiî ve Sünnî kaynaklarca tartışmasız kabul edilmiştir. Aşırı abartılardan ve haksız yergilerden uzak bir değerlendirme yapacak olursak, karşımızda İslâm ahlâk, kültür ve irfanının yetiştirdiği örnek bir insan kişiliği vardır; abid, zühd sahibi, erdemli, mücadeleci, yiğit, cesur, mert, duygulu, şairane, bilge, filozof, siyasetle ilgili bir kişilik...
Hz. Ali, Allah'ın Peygamberine etiyle kemiğiyle teslim edilen bir çocuğun nasıl yetiştirilip tarih sahnesine çıkarıldığının bir sembolüdür. O, İslâm kültür medeniyetinin" İşte bu din, böyle adam yetiştirir!" diyerek insanlık alemine sunacağı bir şahsiyet âbidesidir...
Burada övünülmesi gereken şey bizim gibi bir insan olan " Ali" değil onu tarih sahnesine çıkaran " davası" olmalıdır. Eğer hakkı verilse " Ali'nin dâvâsı" daha nice Aliler çıkaracaktır... Hz. Ali'nin İslâm ümmeti açısından en dikkat çeken yönü, hemen bütün gruplarca sahiplenilmesi, hatta kendi silsilelerini ona dayandırmalarıdır. İslâmî mezhep, tarikat, grup ve akımların neredeyse tamamı kendi üstadlar silsilesini götürüp ona dayamaktadırlar.
Hz. Ali en başta tüm Şiî gruplar için tartışmasız karizmatik bir önderdir. Mu'tezile üstadlar silsilesini sıralayan Kadı Abdülcabbar'ın Tabakâtu'l-Mu'tezile kitabının ilk sırasında da o vardır. Mu'tezile kelâmının reisi kabul edilen Vâsıl bin Âtâ ilmini, Muhammed bin Hanefîyye ve babası kanalıyla Hz. Ali'den almıştır. Ebû Hanife'nin ilmi Câfer-i Sâdık yoluyla Hz. Ali'ye dayandırılır. İmam Mâlik İkrime tarikiyle ibn-i Abbâs'a, İbn-i Abbâs ise Hz. Ali'ye dayandırılır. İmam Şâfiî'nin ilmi de İmam Muhammed ve İmam Mâlik yoluyla Hz. Ali'ye dayandrılır. Keza tasavvufî gruplar da Hz. Ali'yi " Şâh-ı Veliyyullah" olarak görürler, özellikle Abdulkadir Geylânî tarikiyle yayılan kol yollarını doğrudan Hz. Ali'ye dayandırırlar.
Filozoflar, sahabe arasında ilk felsefî açıklamalar yapan kişinin Hz. Ali olduğunu söylerler. Hatta matematikçi/cebirciler sahabe arasında cebir ilmini İranlı heyetten ilk öğrenenin Hz. Ali olduğunu söylerler." (İsl. Yenilikçileri, R. İ. Eliaçık, C. 2, sayfa 80)

 Durum ve hal böyle iken, ne acı ki, Hz. Ali (ra), birleştirici, bütünleştirici, bir araya getirici, ümmeti tek yerde toplayıcı vasfından uzaklaştırılmış, dün olduğu gibi, bu günde, her tarafta" Ali sevenler" olmasına rağmen, ayrı ayrı telden, farklı söylentilerden, değişik, tipik yorumlardan geçilmemektedir. Örneğin, İran Şiası farklı, Zeydiyye, Bektaşiyye, Anadolu alevileri farklı tellerden çalmakta, birbirinden tamamen uzak, yorum, izah, ritüellerle Hz. Ali'yi değerlendirmekte, ona göre de, eylem ve amellerde bulunmaktadırlar. 

 Bilhassa, ülkemiz sınırları içerisinde, Camii, Mescid ve Cem evleri ayrışması bunun bariz misalleridir. Halbu ki, mes'eleyi Kur'an'a götürmüş olsaydık, sorun kendiliğinden hal edilmiş olacaktı!.. Ama, Kur'an'a taşımadığımız için, rivayetlere dayalı, abartılar dolu, menkıbevi , mitolojik unsurlarla dolu bilgi ve anlatımlar Camiyi, cem evinden koparmış, Cem evini mescidden uzaklaştırmıştır.

Mezhebî ayrışmalar, ideolojik yaklaşımlar, bu gün, Sünnileri Alevilerden koparmış, Alevileri de Sünnilerden uzaklaştırmıştır. Niçin ve neden? Oysa, her iki tarafta, problemlerini Kur'ân ışığında değerlendirmiş olsalardı, Hz. Ali'nin apaçık, berrak İslâmî hali ortaya çıkmış olacaktı. Diğer taraftan, ülkemizde bir "seyyidlik" sorunu vardır. Her önüne gelen, toplumdan destek bulmak için , kendisini Seyyid diye nitelemesi, görmesi, sonradan kendisinin Seyyid olduğunu zannetmesi ayrı bir içinden çıkılmaz mes'ele olmaktadır.

Dolayısıyla; ".. Hz. Ali'nin özellikle iç savaşlar esnasında Müslümanlar arası mücadelelerde nasıl tavır takınılması gerektiğine dair emsalsiz uygulamaları olmuştur. Hz. Ömer'e geri planda yenilikçi teklifler yapan da odur; hicrî takvim onun teklifiyle kabul edilmiştir. İçki içene verilecek ceza onun içtihadıyla yürürlüğe girmiştir. Savaşta bile " adalet ve hukuk"tan ayrılmamak gibi son derece erdemli bir tavrın sahibi olmuştur.
Cemel savaşında karşı taraftan kaçan Müslümanları kovalatmamış, yaralıların tedavi edilmesini, kimsenin esir alınmamasını istemiştir. Hele Hâricilere karşı takındığı hakkından vazgeçmeyen ancak alabildiğine özgürlükçü tavrı şâyân-ı dikkattir. Muaviye'ye karşı askerini teşvik için söylediği " İnsanlar tarafından rabler edinilen ve Allah'ın kullarını kendi kulları, mallarını da kendi malları olarak gören Cebbârlar ( zorbalar) gibi üzerinize saldıran topluluğun üzerine yürüyün!" gibi sözler İslâm düşünce tarihinde özgürlük ve serbestlik akımının fikrî köklerini oluşturmuştur..." (a.g.e. sayfa 81)

Netice olarak;

 Hz. Ali (ra)' ı, ümmetin, hele milletimizin çok iyi tanıması lazımdır. Hz. Ali (ra), mezhepçi, klikçi, ekolcu, ayırımcı bir insan değildi. Bu gün, bir takım fraksiyonlara bölünmüş zümrelerin bu hususu iyice bilmesi, araştırması lazımdır.. Çünkü, Hz. Ali (ra), H. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) dönemlerinde kendi halinde kalmış hiç bir zaman, bölücü, ayırımcı, ayrıştırıcı rollere yönelmemiştir. Bütün halifeler, onun engin, bilgi yüklü, hikmet dolu bilgilerinden müstefid olmuşlar, onunla kat'iyyen bir sürtüşmeye, cedelleşmeye girdikleri vaki değildir.

 Ancak, günümüz dünyasında, Hz. Ali (ra)'ı sever görünenlerin samimi, İslâmî, Kur'ânî olduklarına inanmak ham hayalden başka bir şey değildir. Örneğin, İran ülkesi, böylesi bir mezhep bağnazlığının içerisinde yuvarlanıp gitmektedir. Cuma günleri, mollalar cami kürsü ve minberlerinden Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) a ve diğer bir kısım sahabe-i kirama dil uzatmaktalar, ağır hakaretler içeren sözler söylenmektedir.

 Bana göre, araştırmama binaen konuşuyorum. Humeyni İran'ının yaklaşım tarzı, Kur'ânî olmayıp, tamamen eski Sasanilik illetinden, hastalığından kaynaklandığını tahmin etmekteyim. Onun içindir ki, İran'da, bu gün, Kur'an İslâm'ı mı ön palanda, yoksa, İran Şiası mı revaçtadır? Bana göre, İran şiîliği geçerli olup, İslâm, arka sıralarda yer almaktadır. Rabbim! Bizleri, Kur'ânî çizgilerden ayırmasın!..Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir / Hollanda

çöl bedevi
"Yemin ederim ki Allah'ın kitabında, nerede nâzil olduğunu bilmediğim bir sûre ve kimin hakkında indiğini bilmediğim bir âyet yoktur. Bununla birlikte Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen birisinin var olduğunu bilsem hemen ayağına gider ondan faydalanırım." (Abdullah İbn-i Mes'ud)

  Aman ya Rabbi!.. 23 yıllık Resulullah (sav) dönemi ve 30 yıllık halife-i Mürşide zamanı!.. Mekke'de başlayan Tevhidi kıvılcım ve aheste aheste yükselen İslâm güneşi!.. Resulullah (sav)'in, 13 yıllık Mekke'deki Tevhidi mücadelesi ve 10 senelik Medine'de kurulan site devleti.. 

 İnsanlığın, susamışçasına, hasret kalmışçasına Tevhide veya diğer bir ifade ile Kur'an'a koşması.. Yıkılan Mekke oligarşisisi, tepe takla yerle bir edilen Lat, Hübel, Menat Uzza vb. putçukların ayaklar altına alınması.. Civar beldelerden akın akın gelen, İslâm'a gönül vermiş , Batılılara göre, çöl insanları!.. 

"Hz. Peygamber'in vefatından sonra Halife olan Hz. Ebû Bekir, ancak iki yıl bu görevde kalabildi. Hz. Ömer halife olduğunda Müslümanlar Mekke- Medîne civarında birliği henüz sağlamış , dışarıya açılma ( fetih ) hareketleri henüz başlıyordu. Hz. Ömer'le birlikte halifeler döneminin en kapsamlı ve yoğun fetih hareketleri başladı.
On yıllık iktidarı boyunca İslâm kültür ve medeniyet tarihine damgasını vuran Hz. Ömer, H. 23. yılında bir suikasta kurban gittiğinde tarihin akışı yeni bir mecraya girmiş bulunuyordu. Hz. Peygamber'le birlikte başlayan büyük İslâmî değişim, henüz 7. yy. başlarında olunmasına rağmen yüzyılı derinden sarsmaya başlamıştı. Hz. Ömer'le birlikte doğduğu toprakların dışına taşmaya başlayan İslâm fütuhatı, sadece on yıl içinde dönemin süper gücü Sâsânîleri yıkarak İran yaylarını İslâm'a açmış, Irak ve Suriye fethedilerek Bizans'a ağır bir darbe vurulmuştu.
On yıllık " kudretli Ömer." döneminde Mekke ve Medine'den çıkılarak başlayan" muhteşem fütuhat" 2.251.030 kilometrekarelik bir alana ulaşmış bulunuyordu. Hz. Ömer öldüğünde bugünkü İran, Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Azerbaycan, Ermenistan fethedilmiş, kuzeydoğuda Afganistan'a, kuzeybatıda ise Anadolu içlerine kadar dayanılmıştı.
On yıl içinde bir süper gücü tarihten silmenin, diğerini sarsmanın, ona yakın ülkeyi sınırları içine katmanın, onlarca şehri fethetmenin ne anlama geldiğini, bugün, Irak'ın işgali ile yaşananları göz önüne alırsak daha iyi anlayabiliriz. Batılı tarihçilerin " bir avuç çöl bedevisinin dünyayı sarsan ayaklanışı" dediği bu fütuhatın bir işgal ve yağma hareketi olmadığı, bir toplumsal-sosyal dönüşüm olduğu, o dönemde fethedilen ülke halklarının bu gün hâlâ Müslüman olarak kalmasından anlaşılıyor olmalıdır.
Bu ülkeler daha önce İskender, Cengiz Han ve Pers işgallerine uğramasına rağmen neden onlardan bugün hiç bir eser yoktur? Bu topraklarda o günlerden beridir yüzlerce siyâsî iktidarın gelip geçmesine rağmen bölge halklarının yaşadığı sosyal dönüşüm derin kültürel etkileriyle hâlâ devam ediyor...
Özellikle Hz. Ömer döneminde yaşanılan böylesi büyük sosyal değişim, yığınla sorunu da beraberinde getiriyordu. Yeni bölgeler, yeni kültürler, farklı inançlarla karşılaşılıyordu. Bu durumda değişimi yönlendirecek, yüzyılı sarsan siyâsî ve toplumsal sıçramayı besleyecek kültürel dinamikler geliştirilmeliydi." (İsl. Yenilikçileri, C 1, R. İ. Eliaçık, sayfa 109-110)
 Ahh keşke!.. O müthiş ve muhteşem fütuhatlar, evrensel Kur'ânî düşünceler devam etmiş olsaydı. Bütün insanlığa, bütün beşeriyete ulaşmış, batılın içerisinde boşuna kulaç atmaya çalışan biçareleri felaha erdirmiş, kurtarmış olsaydı. O zaman ki Batı, perişandı, sefildi, sefalet içerisinde yaşıyordu. Kiliseler suskun, Havralar bıkkın, Kilise ve Krallar arasında kavga, döğüş ve sürtüşmeler yoğundu. 

 Ama, ne acı ki, İslâm'ın bu güzelliği, alternatifsiz yükselişi devam ettirilmedi. Batıya, batı krallarına, hanedanlığa, prenslere, prenseslere, saraylara, şatolara, kalelere, engizisyonlara özenen bir kısım insanlar, Hz. Ali (ra)'dan hemen sonra, İslâm'ın yükleşinin önüne, fütuhatlara engel olarak, Tevhidi dâvâyı, Kur'anî düşüncenin alemi çepe çevre kuşatmasını durdurdular ve önünü kesmiş oldular..

 İbn-i Mes'ud diyorki: " Sizden hüküm vermek durumunda olan kimse önce Allah'ın kitabına baksın, onda bulamazsa Resulü'nün hükmüne başvursun; bunların her ikisinde de yoksa Salihlerin hükmettiği ile hükmetsin. Şayet bunların hiçbirinde hüküm bulamıyorsa " re'y" ine başvursun. Bunu da beceremiyorsa hüküm vermekten vazgeçsin... O'nun nass bulunmayan bir konuda "re'y"ini açıklayıp " eğer doğru ise Allah'tandır, yanlış ise benden ve şeytandandır; Allah da Resulü de bundan beridir." dediği bilinmektedir." (a. g. e. sayfa 114)
Netice ve sonuç olarak;

 Batılı oryantalistler, müsteşrikler harıl harıl çalışmakta, İslâm'ın, Kur'an'ın nerede açığını buluruz. veya Müslümanları nasıl yıpratır, kendi aralarında ikiliğe, ayrımcılığa, birbirinden uzaklaşmayı başarırız diye ha bire çalışmakta, yoğun çaba göstermektedirler. İslam'ın doğuşuna 1500 yıl olmuş, ama, bahsi geçen ard niyetliler kampanyalarından, menfi çalışmalarından hâlâ vaz geçmiş değildirler. Zaten, batılıların Resulullah (sav)'in ve dört halifenin kısa sürede meydan okuyuşunu, perva etmediklerini, korkusuz oluşlarını incelemekte, ülkeler fethetmelerine akıl erdirememektedirler.

 Ama, şunu bilmiyorlar, buna akılları ermiyor. Sahabe-i kiram, nâzil olan ayetleri ezberliyorlar, bunların ameli uygulamasını öğrenmeden, nefislerinde, aile bireylerinde devlette uygulamadan başka ayetlere geçmiyorlardı. Müsteşrikler, günümüz Müslümanlarının taklitçi haline bakıyorlar, bir de sahabe devrine bakmaktadırlar. Söz konusu iki nesil arasında büyük bir tenakuz, bir zıtlık gördükleri için, acaiblerine, tuhaflarına gitmektedir.. Dolayısıyla, mevzumuzu bir ayet meali bitirelim.

"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. ( Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!" (Bakara sûresi, âyet 177)

Şerafettin Özdemir / Hollanda

İslam ve Zaman
"İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'an'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?" (Fussılet sûresi, âyet 53)

 Âyeti kerimenin izahı şöyledir: Âyet içerisinde geçen "ufuklar" kelimesinden insanı çevreleyen dış âlemi, "kendi nefisleri" ifadesinden de insanın kendi biyolojik ve ruhî yapısını anlamak mümkündür. Buna göre âyetin anlamı "Biz insana gerek kendisini çevreleyen dış âlemde, gerekse bizzat kendi maddî ve ruhî yapısında bulunan ve bizim varlığımızı ve gücümüzün mükemmelliğini isbatlayan delilleri göstereceğiz" demek olur ki, gerçekten, mutasavvıfların" büyük âlem" ve "küçük âlem" dedikleri bu iki âlemle ilgili olarak ilmin tesbit ettiği akıllara durgunluk veren bilgiler, Allah'ın varlığına ve gücünün sonsuzluğuna dair önemli deliller ortaya koymaktadır. 

 Konumuza başlık yapmış olduğum muhteşem ve müthiş sözler, ikinci halife Hz. Ömer (ra)'a ait bir sözdür. Duraganlık, tembellik, yerinde sayma, ileri gidememe, dünyayı mamur, imar etmeme, kalkınmamış, zengin olmamış Müslüman alemi ne demektir? Onun içindir ki;

"Hz. Peygamberi(s.a.v.) öldürmeye geldiğinde Müslüman olan, Peygamber ölünceye kadar daima yanıbaşında yer almış, sert mizacı, keskin zekâsı, uzun boylu cüssesiyle, Şibli Nûmânî'nin dediği gibi ondan sonra hiçbir müçtehidin yeni bir şey söylemediği" Ben dağlarda yalınayak koyun güderdim." diyerek dünya çapında bir insan olacağını daha önce hiç düşünmemiş, 12 yıllık iktidarı dönemindeki müthiş icraatlarıyla hâlâ hafızalardan silinmeyen, İslâm medeniyetinin çölün sıcak vâhâlarından nasıl dünya çapında bir insan çıkardığının simgesi Hattab'ın oğlu Ömer el- Fârûk...
Amerikalı bilim adamı Michael Hart, beş bin yıllık tarihin en etkin yüz kişisi araştırmasının I. sırasına Hz. Muhammed'i (s.a.v.) koyar. Onu Newton, Hz. İsa, Buda ve Konfüçyüs takip eder. Hart, İslâm peygamberlerinden Hz. Mûsa'yı 15. sıraya yerleştirir.
İlk yüz sıraya İslâm medeniyetinden sadece 52. sıraya Hz. Ömer'i koyar. Hart'ın listesinde Muhammed, İsa ve Mûsâ'dan sonra başka bir Peygamber ve İslâm büyüğünün yer almayarak sadece Hz. Ömer'in yer almış olması ilginçtir. Michael Hart, listesinin, " tarihin en büyük değil, en etkin yüz kişisi listesi" olduğunu hatırlatır. Araştırma listesinin yanlı bakış açışı taşıması mümkün olmakla birlikte boşuna olmadığını da söyleyelim..." (İsl. Yenilikçileri, C 1, R. İ. Eliaçık, sayfa 53-54)

 Evet, toplumlar, Hz. Ömer (ra)'ın hasretini çekmekte, yokluğunu kılcal damarlarında bile hissetmektedirler. Onun, ileri görüşlülüğü, içtihadları, yorumları, çağının sosyal, ekonomik, siyasi şartlarını iyice anlamasıyla bu gün kitlelerin hiç unutamayacakları bir deha olmuştur. Hz. Ömer (ra), sadece ümmetin durumunu bilmekle kalmamış, tüm dünyanın, Yahudilerin, Hristiyanların ve diğer din mensublarının da halini, pozisyonlarını, güç ve kuvvetlerini, askeri, siyasi, ilim, bilim, bilgi güçlerini yakinen takip etmiş bir halifedir.

 Onun zamanında hırsızlık olmamış, adaletsizlik, eşitsizlik, hukuksuzluk, mevalicilik, ayırım kat'iyyen vuku bulmamıştır. Geceleri uyumamış, istirahat saatlerini, vakitlerini halkın arasında dolaşarak, onların derdini dinleyerek, ızdıraplarına çare bularak geçirmiştir. Şu alıntımız bunları teyid etmektedir:

 "Pakistanlı Âlim Şibli Nûmânî'nin 1939'da Urduca , 1940'ta Arapça , 1947'de İngilizce ve 1947'de Türkçe'ye" Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi" adıyla çevrilen " El-Fârûk" isimli dev araştırması, Hz. Ömer üzerine yapılmış en çaplı araştırma özelliğini taşıyor. Nûmânî, eserinin sonunda şu değerlendirmeyi yapıyor:

"Dünyadaki diğer kahramanların ayrıntılı hal tercemeleri de yazılmış bulunuyor. Bunların hepsi göz önünde alındığında okuyucu, dünya tarihinde Hz. Ömer çapında bir liderin daha mevcut olup olmadığı hakkında hüküm verebilecek vaziyettedir. İnsan doğasını inceleyenler, insanda kemâlin çeşitli olduğunu ve çeşitli şekillerde tezahür ettiğini bilirler.
Bir insanın sahip olduğu belirli bir haslet bakımından eşsiz olduğu halde diğer faziletlerden çok az hissedar olduğu sadece mümkün olmayıp çok defa doğrudur. İskender en büyük fâtihlerden biri olmakla beraber mütefekkir değildi. Aristo mütefekkir fakat fâtih değildi. Büyük başarılar şöyle dursun küçük hasletlerin bile bir tek insanda rastlanması nadirdir.
Meşhur cesur adamlar olmuştur; fakat bunların ahlâkî seciyeleri düşük olabilmiştir. Öte yandan yüksek ahlâk sahibi nice insanlar olmuştur ki bunların da devlet adamı vasfı olamamıştır. Bazen bunların ikisi de bulunmakla beraber bunların övünecekleri bir ilimleri ve fikrî başarıları olmamıştır.
Şimdi Hz. Ömer'in kişiliği değişik açılardan incelenecek olursa onun aynı anda bir tek şahısta İskender ve Aristo , Mesih ve Süleyman, Timur ve Anuşirvan, Ebu Hanife ve İbrahim Ethem olduğu görülür. Öncelikle ona bir fâtih ve lider olarak bakalım; Tarihte hemen hemen her büyük liderin arkasında daima büyük devlet adamı veya kumandan bulunur.
Öyle ki bu devlet adamı veya kumandan öldüğü zaman fetihler son bulmuş veya devlet yapısı ani şekilde harap olmuştur. İskender her attığı adımda Aristo'ya yaslanmak zorundaydı. Ekber'in arkasında işleyen el Ebûl Fadl veya Todar Mal'in eli olmuştur. Abbâsiler şanslarını Bermekîlere az borçlu değillerdir. Ama Hz. Ömer kendi öz değerleriyle tek başına durmuştur.
Michael Hart, kitabında Hz. Ömer döneminde fethedilen ülkelerin haritasını verir. Haritaya bakıldığında hemen hemen bu günkü İslâm dünyası ortaya çıkıyor. Hz. Ömer döneminde Müslüman olan halkların bugün hâlâ Müslüman olarak kaldığını görüyoruz." (a.g . e. R. İ. Eliaçık, sayfa 54-55)

Netice olarak;

 Hz. Ömer (ra)'ın, "Yerinde sayan geride kalır" mübarek sözünde ifade edildiği gibi, bu günkü zamanımız İslâm dünyası pek iyi yerde, mükemmel halde değildir. Âlimler, ilim adamları birbirinden kopmuş, İctihadî çalışmalar yapılmamakta, hatta, bazı softalar "İçtihad kapısı kapanmıştır" yaygarasıyla, düşünmeyi, düşünceyi, tefekkürü, bu uğurda çalışmayı kösteklemektedirler.

 Yani, Ay'a çıkması, Ay'ı fethetmesi gereken, Mars'a yol bulmaya çalışan Müslümanlar olması gerekirken, maalesef, ilimde, bilimde, teknikte, teknolojide , fende, sanatta, fizikte, zenginlikte, kalkınmada en alt sıralarda olmaları yüzünden, sefil, perişan, pejmürde, hirpani bir halde yaşamaktadırlar.

 İsterseniz; İstanbul, Edirne tarihi camilerimizin yapısı ile. mimari tarzıyla, günümüz camilerinin şekillerine, sağlamlık derecelerine bakınız. Vallahi, Süleymaniye, Selimiye, Fatih, Sultan Ahmed en yüksek depremlerde bile, yerinde sapa sağlam dururken, minarelerinden bir tuğla bile düşmeden ayakta dururken, yeni yapılmış mescidler, camiler, mihrablar, kubbeler, minberler, en küçük deprem de bile yerle bir olmaktadırlar. Çünkü, sanatta, imarda, mimaride, zarafeti , estetiği kaybettik, şiirde, edebiyatta, kültürde sınıfta kaldığımız için her yapılan şey zevksiz, ruhsuz ve gönüllere hitap etmediği için sevilmemektedir. Demek ki, Hz. Ömer (ra)'ın tembihlerini, çalışmalarını baş tacı yapmış olsaydık, bu günkü zilleti yaşamaz, ayak altı olmazdık. Rabbim!.. Bizlere, bilinç nasip eylesin!.. Âmin. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir / Hollanda

Fatih
"Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut (gerektiğinde) topyekün savaşın." (Nisâ sûresi, âyet 71)

  Milletlerin veya millet olarak barış içerisinde yaşamak arzu edilir bir şey olmakla beraber, tarih boyunca devamlı gerçekleştiği görülmemiştir. Uzun tecrübelerden sonra barış, dirlik ve düzenlik isteyenlerin, arzu edenlerin ancak savaşa hazır olmakla bunu elde edebilecekleri anlaşılmış. "Hazır ol cenge eğer ister isen sulhu salâh" denilmiştir. 

  İslâm meşru müdafaa için, yeryüzünden zulmü, baskıyı kaldırmak, gerçek din ve vicdan özgürlüğünü sağlamak için savaşa izin vermiş, Müslümanları cihada çağırmıştır. Müslümanların vazifesi her zaman cenge hazır olmak, fakat meşru sebep bulunmadıkça onu yapmamak, hazırlığı sulhun teminatı kılmaktır. Bu noktadan hareketle, mevzuya başlamak istiyorum: Selçuklu atalarımızın İslâm'a, dine, imana, Kur'an'a hizmetleri ortada olup, onların hizmetlerini görmezlikten gelmek, yok saymak, inkar etmek tarihi bir nankörlük, ecdadımın ruhlarını incitecek bir handikap olacaktır.

  Selçuklulardan sonra, küçücük Söğüt beldesinde kümelenen, 400 çadırdan meydana gelen, büyüyen, gelişen tekamül eden, yükseldikçe inkişaf eden Osmanlı atalarımız tam tamamına 623 yıl yaşamış, cihanın orasında burasında at koşturmuş kahraman atalarımızdırlar. Tabii ki; 623 yıl at sırtından inmeyen, atları sürekli eğerli bulunan ecdatlarımız, ilim, irfan, Kur'an, bilim, ilim, teknik, fen, tefsir, hadis, kelam, felsefe, mantık, sosyolojik alanlarda boş mu durmuşlardır? Bu sorunun cevabını sayın R. İ. Eliaçık hocanın bir eserinden alıntı yaparak cevap vermek istiyorum:

"Peki, İslâm ümmeti geçen bin yılda bu dünyaya hiç mi yönelmemiştir? Dünyadan çekildiysek " üç kıtada" nasıl at koşturduk o zaman? Düşünce ve tefekkür yoksa bunca âlim, bunca kitap neyin nesidir?
Burada İkbâl, Bogoviç, Hasan Hanefî ve Câbirî'nin tespitlerini mezcederek şöyle bir analiz çıkarmak mümkündür; Begoviç'in medeniyetlerin gelişimini başlıca iki kısımda ele alan ayrıştırması üzerinden gidecek olursak manzara şudur; Begoviç'e göre insanoğlu Âdem'den beri iki şey üretmektedir; " kült" ve " âlet". Kült, kültür dediğimiz şeydir. Bütün soyut ve mânevî değerler; din, sanat, ahlâk, siyâset, felsefe, şiir, edebiyat, bilgi vs.
Buna bir medeniyetin " kültürü" denilmektedir ki meşhur tarifiyle " Kültür, her şey unutulduktan sonra geriye kalandır." Âlet üretmek ise insanoğlunun ürettiği bütün somut-maddî âlet ve edevat anlamındadır. Mesela ilk insanın avlanmak için ağaç dalından " mızrak" yapması alet üretmektir. Mızrak üzerine şiir yazması, felsefe yapması vs. ise kültürdür. (kült).
Demek ki Begoviç'e göre medeniyet ( uygarlık ) kültür ve alet üretebilme kabiliyeti demektir. Kültür alanında ilerleme dairesel iken alet üretmede ilerleme doğrusal olmaktadır. İnsanlar bir kültür alanı olan ahlâkta ileri-geri hareket ederken, bir alet üretme alanı olan teknolojide sürekli ileriye doğru giderler.
Her üretilen yeni ve hızlı âlet, eskisini geride bırakır. Birisi; kültür, bilim, ideoloji, felsefe , hukuk, siyâset, din, sanat vs. olurken, diğeri teknoloji olmaktadır. " Kült" inkişâfı bir medeniyetin kültürel, " alet" inkişafı da " teknik" havsalasını meydana getirmektedir." (İsl. Yenilikçileri, C 2, R. İ. Eliaçık, sayfa 37)
  Ahh! kör olasıca Viyana kuşatması!.. Dur, durak bilmeden ilerleyen atalarımız, işte, orada durduruldular ve akabinde, yer yer, adım adım geriye çekildiler. Batılı uyanmış, alet, edevat yapmış, teknik bakımından bizden üstün, donanımlı hale gelmişlerdi. Top, tüfek, silah, fen, teknik değişmiş, yeni yeni üretimler bizleri geride bırakmıştı. 
 
  Keşke! Atamız Fatih'in, inkişafını anlayabilsek, devam ettirebilseydik. Çünkü, atamız Fatih, her alanda ileriye bakıyor, ileriyi gözetliyor, ne yapılması gerektiğini enine-boyuna hesap-kitap ediyordu. Ama, gelin Görün ki, dünya zalimleri, yeryüzü şeytanları boş durmadılar. Fatih'i nasıl el ense ederiz düşüncesiyle, bin bir çeşit manevrayla, o muhteşem insanın kısa süren çağdaşlığını, medeniyet anlayışını hezimete uğrattılar.
"Begoviç'in söylediklerine İkbâl ile devam ediyoruz: İkbâl'e göre geçen bin yılda medeniyetimiz " tecrübî" ilimlere yönelmemiştir. Yunan düşüncesinin teorik-felsefî ve Hind'in de ruhçu etkisi altında kalmıştır. Oysa âlet üretmek için tabiata yönelerek, oradaki ilâhî aklı taklit etmek gerekmektedir.
Yani biz İkbâl'e göre kartalın kanadını tartışırken Batı, kartala bakıp uçak yapmış, sonra da onunla tepemize binmiştir. Bizde " kült" kendini tekrar ederken onlarda " alete" dönüşmüştür. Bunun sebebi Câbirî'ye göre Batı'daki çatışmanın ana ekseninin din-bilim olmasına karşılık bizde siyâset olmasıdır. Batı'da kilise-bilim çatışması olurken bizde Şiî-Sünnî çatışması oluyordu.
  Bizde bilimle uğraşanların üzerlerinde baskı yoktu, fakat onlar apayrı bir kültür zamanında yalnız, hâmisiz ve çatışma ekseninin dışında kalarak yaşıyorlardı. Batı'da bilim kilisenin inşâ ettiği bir evren görüşünü yıkarak zafere ulaştı. Bizde ise böyle bir dogma yoktu, her şey saltanat kavgası etrafında dönüyordu. Onun için yalnız kalan bilimcilerin giderek nesli tükendi, hatta Endülüs üzerinden can simidi gibi Avrupa'daki kilise karşıtlarının imdadına yetişti." (a. g. e. sayfa 38)
Netice olarak;

  Yüce İslâm, doğuşundan itibaren, ne Yunan kültürünün etkisi ve tesiri altında kalmalıydı, ne de Hind'in ruhçu ablukasında olmalıydı!.. Diğer taraftan, alemi İslâm'daki Şiî-Sünnî çatışması yerine, mezhepsel ayrışmalar yerine, birlik, dirlik, düzenlik, ilerleme, medeniyet, inkişaf alanında sonsuz çalışmalar yapılmalıydı. Lakin, olmadı ve olamadı.. Kur'an'ın, saf, berrak, bozulmamış, pörsümemiş emirlerinin karşısına , Hind'in ruhçu fikirleri, Şamanizmin, Maniheizmin, Zerdüştlüğün, Budizmin vb. bir takım beşeri, uydurma, saçma, sapan dinlerin yanlışları, ideolojileri, hareketleri peydah ettirilererek, bu günkü duruma gelinmiştir.

  Lütfen, alemi İslâm'ın bu günkü haline bir bakınız. Ezilmişlik, sömürü, ayak altı olma, fakirlik, zillet, göz yaşı,yer altı, yer üstü zenginliklerinin talan edilmesi ne demektir? Ülkemizin yanı başında komşumuz olan Irak ülkesine bakınız!.. Topraklarının altında, üstünde zenginlikler fışkırırken, kendileri acılar içerisinde, zilleti yaşamakta, mezhepsel kavgaların zebunu olmuş durumdadırlar.

  Demek ki, yukarıdan beri anlattığımız gibi, alemi İslâm uyumakta, uyanacağa da hiç niyetleri yok gibidir. Bir örnek vererek konuyu bitirirsek, batı ülkelerinde seçimler olmakta, insanlar oy kullanmakta, ama, hiç bir zaman ses ve solukları çıkmamaktadır. Amma, velakin, ülkemize nazar ettiğimiz zaman görürüz ki, insanlarımız birbirlerine saldırmakta, sürekli belden aşağı vurarak, izzet, şeref, haysiyet, ahlak, edep, utanma adına bir şey bırakılmamaktadır. Şimdi soruyorum, bu mudur Müslümanlık, bu mudur ehl-i Kur'an olmak? Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir/ Hollanda

Kuran sevgisi
"İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımız görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?" (Enbiya sûresi, âyet 30)

  Âyeti kerimenin izahını yapacak olursak, tabiat ilimlerindeki gelişmeler, bu âyetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Nitekim, bazı ilim adamlarına göre uzaydaki cisimler, vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla, bu gaz kütlesinden küreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde, dünyamız da, bir gaz kütlesi olan güneşten kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. 

  Bu arada, dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünyaya dökülmüş ve böylece denizler ve okyanuslar meydana gelmiş, suda yosunlaşma ile başlayan canlılar, ilâhî kanunlara göre gelişmiştir. Allah en mükemmel canlı türü olarak da yine içinde suyun bulunduğu özel bir çamurdan insanı yaratmıştır. 

  Teessürle belirtelim ki; nankör insanoğlu, ilk yaratılışını unutmuş, toprak, çamur oluşunu, bir kaç damla meniden ( sperma) yaratıldığını unutmuş, gırtlak boyu gaflete dalarak, bünyesinde Firavunları, Nemrudları, Ebu Cehilleri, Ebu Lehepleri yetiştirmiştir. Keşke!.. Azıcık etrafına, kainata, güneşe, Ay'a, yıldızlara, yeryüzüne, yerdeki envaı çeşit çiçeklere, uçuşan kuşlara, ses çıkaran böceklere, türlü türlü meyvelere,bulutlara, şimşek şimşek gök gürültüsüne bakmış olsaydı!.. Ama, bakamadı, bakamazdı, çünkü, idraki, iz'anı körelmiş, kendini bir yaratıcı, yaratan yerine koyarak tanrılaşmıştı(!)

  Onun içindir ki, alemi İslam'ın, Müslümanların aklına, düşüncesine ne oldu ki, bu gün perişan, araştırmasız, tetkik etmeden, incelemeden yoksun bir halde yaşamaktadır? Onun bunun kapısında dilenip, batının, batılının eşiğinde himmet beklemektedir. 
 
  "Özellikle Moğol istilasından sonra Müslümanları yönlendirenler ya bu dünyadan çekilmişler ya da bu dünyada olmalarına rağmen akıllarını sahici anlamda kullanmamışlardır. Özellikle Moğol istilasından sonra sürekli olarak gelenekçiliğin yükselmesinin ve yenilikçiliğinin gerilemesinin ontolojik, epistemolojik, metodolojik ve siyasî/sosyal sebepleri bulunmaktadır. Bunları şöylece sıralayabiliriz:

  Ontoloji; İslâm düşünce tarihi boyunca ontolojik olarak nelerin tartışıldığını araştıracak olursak karşımıza çıkacak manzara şudur; Tanrı-Âlem tartışmasında sürekli olarak tanrı ( Allah ) üzerinde yoğunlaşılmıştır. Geçen bin yıl boyunca İslâm medeniyetinin yetiştirdiği âlim, düşünür, ilim adamı, yazar, filozof vs. tüm sîmaların topluca neler tartıştıklarına, neler yazdıklarına bakılınca bu durum apaçık ortaya çıkmaktadır.
On bine yakın tarihi şahsiyet arasında çoğunluk muhaddis, müçtehid, mutasavvıf vb. naklî ilimlerle uğraşanlardır. Filozof, bilim adamı, mûcid gibi aklî ilimlerle uğraşanların oranı yüzde on bile değildir.

  Çoğunlukla kitaplar tanrı ( Allah ) ve din üzerinedir. Âlem ( tabiat) üzerine yoğunlaşanlar diğerlerinin yarısı bile değildir. Sonuç itibariyle Allah ( tanrı ) ve din üzerine yazılanlar zengin bir teolojik ilâhiyat kültürü kazandırıyorsa da bizi bu dünyada ilerletecek bir çaba değildir. Halbuki âlem (tabiat, bu dünya) üzerinde başarılı olmak için doğrudan âlem üzerine yoğunlaşmak gerekir. Bu da doğal olarak aklî ilimler denen, tabiatın işleyişi üzerine kurulu bilimlerin gelişmesi demektir. İslâm dünyasında bunun yetersiz kaldığı, kıvılcım olmasına rağmen gelişip serpilemediği, ilgi görmediği ise gün gibi ortadadır. 

  Moğol istilası öncesinde yaşamış Matematikçi, astronom, Coğrafyacı, tıpçı vs. az sayıda şahsiyettir. Bu 75 kişilik liste daha zorlansa en fazla 150'ye çıkarılabilir. Halbuki sadece bir Hanbeli tabakat kitabında geçen kişi sayısı 720'dir. Öyle anlaşılıyor ki genellikle doğulu zihin alemi ihmal etmiş, tanrıya (Allah'a) yoğunlaşmıştır. Modern Batılı zihin ise tümüyle aleme yoğunlaşmış tanrıyı, (Allah'ı) adeta yok saymıştır. 

  İslâm'ın kendi özgün içeriğinde ontolojik denge kurulmuşken tarihi tezahür doğulu zihne meyletmiş, âlem ihmal edilmiştir.Bu nedenle yeni bin yılda İslâm düşüncesinde ibrenin tanrı ( Allah)'dan aleme doğru kaydırılması gerekmektedir. Böylece kaybedilmiş denge kurulmuş olacaktır. Allah'ın varlığına, birliğine, elçiler gönderdiğine ve bizi hesaba çekeceğine " imân" etmek ve bu inançla yaşamak yeterlidir. " ( İsl. Yenilikçileri, C. 1, R. İ. Eliaçık, sayfa 24-25) 
 
  Üzülürek ifade edelim ki, camilerimiz de, mescidlerimizde, dinlemiş olduğumuz va'zlar, nasihatlar, konferanslar, nasihatlar sürekli ahireti anlatmakta, dünyanın nasıl olması, dünyada iken , ahiretin nasıl kazanılacağından kat'iyyen bahsedilmemektedir.

  Oysa, dünyamız bir imtihan, bir sınav yeri olmasına, ahiretin bu dünyada kazanılması gerektiği halde, hoca efendiler, dünyanın imarı ile, mamur olması ile, kesinlikle ilgilenmemekteler, gençliğe, ilim, bilim adamlarına yeterli bilgi verilmemektedir. Ülkemizin nüfusu genç bir nüfustur. Üniversite öğrencisi, hatta lise öğrencisi bile, güneşin, yıldızların, ay'ın, galaksilerin yörüngesinden bilgi beklerken, kainattaki tüm oluşumların nasıl hareket ettiği hakkında bilgi arzu ederken, bizler, insanımıza sadece kabir yolunu, mezarlıkta nasıl yasin okunulacağını anlatmaktayız. 

Netice olarak;

  Dini alanlarda, ilahiyat alanlarında okuyanlar, akademisyenler sorumlu insanlardır. Dünya ile ahiretin sentezini yaparak insanlarımıza bilgi sunmak zorundadırlar. Dünyayı ahiretten ayırmak, sadece dünyayı kötülemek, kerih görmek, bizim ahiretimizi kurtarmayacaktır. Dünyayı kurtarma, dünyayı iyileştirme, İslamca yaşama haline getirirsek, işte, o zaman, ahiretimiz de kurtulmuş olacaktır.

  Çünkü, beş vakit namazlarda okumuş olduğumuz : "Ya Rabbi!.. dünyada iyilik ver, ahirette iyilik ver" ayeti kerimesi bunu emretmektedir. Dünya alemi, ne kadar mamur olursa, Allah'ın emirleri, helalleri işlenip, haramlardan şiddetle kaçınılırsa, o kadar ahiretimizi kurtarmış oluruz.

  "Yüce bir tanrıya inanmakla insanın özgür iradeye sahip olması ontolojik olarak birbiriyle çelişir, ya insanın tam özgürlüğüne ya da tanrının mutlak hakimiyetine inanılmalıdır. " iddiası yerine " İnsan, kendini inşâ etmek, özünde var olan tanrısal cevheri göstermek ve kendisinden hesap sorulması için özgür iradeye sahip olmak zorundadır. Allah'ın muradı böylece insanda tecelli edecektir." düşüncesinin daha Kur'anî olduğuna inanıyorum. Bu nedenle bize, Allah'tan aleme doğru inen değil, alemden Allah'a doğru çıkan bir zihin perspektifi lazımdır." (a. g. e. sayfa 25)

  Son söz olarak şunu demek istiyorum: Mümin, hikayelere, mev'izelere, menkıbelere kurban gitmemelidir. Açmalı yüce Kur'an'ı; gürül gürül onun emirlerini dinlemelidir. Kur'an; ne diyorsa yapmalı, bunun dışındaki hikayemsi şeylerden şiddetle kaçınmalıdır. Rabbim!.. Bizleri, Kur'an yolunda yürüyen kullarından eylesin. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir / Hollanda

bilgi, hikemt ve irfan sahibi olmak
" Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz." (Fâtır sûresi, âyet 19-20-21)

" Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere işittiremezsin!" (Fâtır sûresi, âyet 22)

  Ayetin izahı şöyledir: İman, bilgi, hikmet ve akıl sahibi, ahlâklı, erdemli kimseler ile bunların takip ettiği hak yol ve nâil olacakları uhrevî
nimetler ile imansız, bilgisiz, akıl, basiret, ahlâk ve erdemden yoksun kimseler ve bunların takip ettikleri bâtıl yol ve uğrayacakları ahiretteki azap, kesinlikle bir tutulamaz.

  "Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar." (Bakara sûresi, âyet 269)

  Hasretini çekmiş olduğumuz derin ve yararlı bilgiye hikmet denir. Yüce Allah'ın kendisine hikmet vermiş olduğu kimseler öncelikle peygamberler, ilmiyle amel eden alimlerdir. Bilgin ve bilgili olmanın en çok değer verilen tarafı, insanlığa yararlı olmaktır.

  Peygamberimiz (sav), bir hadisi şerifinde: "Yararlı bilgi isteyin, yararsız bilgiden Allah'a sığının." buyurmuştur. Doğruluk, adalet, ihlâs, sevgi, saygı, ağırbaşlılık, başkalarına faydalı olmak, cömertlik, alicenaplık gibi yüksek vasıfları taşıyan kimseler de hikmet ehlinden sayılır. İslam'a tam olarak, bütünüyle inanan, Kur'an'ın emirlerini öğrenip noksansız tatbik etmek için çaba sarfeden, bütün kötülüklerden uzak duran kimse hikmet sahibidir ve kendisine büyük hayır verilmiştir.

  "Bilgi, Yüce Allah'ı tanıma (marifet) ve bilmedir. Yüce Allah, her bilenin üstünde Bilgin ( Alim ) olandır. Onun üstünde bir bilge yoktur. Bilgi, O'nun bilgeliğini keşfetme, lafzî ve kevnî ayetlerini yorumlama ve açıklamadır. İç içe sistemlerden oluşan belirli bir düzen ve plân çerçevesinde yaratılan kâinat, O'nun bilgisinin yüceliğine işaret etmektedir.

  Yüce Allah'ın söylediği ve yarattığı her şey bilginin konusudur. Zira insan, fizik âlem, O'nun varlığının delili, ayetleridir. Bu açıdan kâinatı okumak ve ve incelemek, O'nun ayetlerini okumak ve öğrenmektir. Bu mânâ da pozitif ve manevî ilimler arasında bir ayırım söz konusu değildir." (Diy. Aylık Deri, A. Akbaş, Mayıs 2006, sayfa 18)

  Maalesef, İslâm dünyası, bu gün, olması gereken yerde değildir. Niizamül Mülk'ten bu yana, alemi İslam'da bir durgunluk, bir gevşeme, bir tembellik devri yaşamaktayız. O tarihten bu yana, İslâm'ın " içtihad kapısı" kapatılmış, ilim, bilim, teknik, fen adına bir ilerleme, bir icad, bir atılım, bir inkişaf görülmez olmuştur.
Tabii ki, bilhassa, milletimiz, at sırtından inmemiş, ülkeler, beldeler fethedilmiş, kaleler, surlar alınmış, devletler, ülkeler, sınırlar tarümar edilmiş, amma, velakin, ilim ve hikmet sahalarında bir inkıta, bir kesiklik müşahade edilmiştir.

  Yani, İbni Sina gibi, Farabi gibi, İmam Matüridi gibi, Ebu Hanife gibi, Kindî vb.gibi ilim sahipleri yetişemez olmuş, Daima at sırtından inilmemiş, Viyana önlerine kadar ulaşarak, yüz geri dönülmek zorunda kalınmıştır. İbni Sina ve Farabi vb. ilim ve hikmet sahipleri zaman zaman toplumlar tarafından suçlanmış, onların evrensel düşünceleri, batıyı, batılıyı İslam'la müşerref kılacağı bir anda, batının kalkınmasından ziyade, İslam aleminin kalkınması mevzubahis olmuşken, yeterli destek, yeterli yardım göremedikleri için, bu fırsatı batıya, batılıya bile bile kaptırmışlardır.

İslam Dünyası Neden Geri Kaldı?


  "Afgânî'den beri İslâm'ın yakın zaman yenilikçilerinin sorduğu soru gelmek istediğim noktayı açıklamama yardımcı olacaktır.: " İslâm dünyası neden bu hale ve neden biz Müslümanlar dünyada olması gereken yerde değiliz?"

  Öncelikle böyle bir sorunun olup olmadığını tartışalım. Gerçekten İslâm dünyasının geri kalmışlık diye bir sorunu var mıdır? Yoksa bir öncelik-sonralık sorunu mu vardır? Bizim önem verdiğimiz şeylere Batılılar önem vermiyor, onların önem verdiklerine de biz önem vermiyor muyuz acaba?

  Eğer bu sorulara "İslâm dünyasının geri kalmışlık diye bir sorunu yoktur. Böyle bir sorun olsa bile sorumlusu Müslümanlar değildir. Ülkelerimizi işgal edip, kaynaklarımızı sömürenlerdir. Bu işgalin kırılması sorunu vardır." şeklinde bir cevap verilecekse, nasıl olup da böylesi güçlü ve asîl bir medeniyetin topraklarını işgal ettirip, kaynaklarını göz göre göre sömürtebildiği sorulmalıdır.

Apaçık olan gerçek şudur; bugün dünya Müslümanları, olması gereken yerde değildir. Siyâsette, iktisatta, ticarette, askerî alanda, kültürde, sanatta, sporda vs. hiçbir dünyevî alanda önde değiliz. Oysa "yeryüzünde Allah'ın halifesi" olmakla görevlendirilmiş genelde insanlar özelde ise Müslümanlardır.

 Kur'an, Müslümanlara "insanlığın öncüsü, önderi, imamı olmak"gibi bir görev yüklemektedir.Allah âdeta dünyayı yeryüzünün Müslümanlarına emanet etmekte diğer insanlara orta, şahid, vasat bir örnek ümmet kurma görevi yüklemektedir. Allah âdeta dünyayı yeryüzünün Müslümanlarına emanet etmekte, diğer insanlara orta, şahid, vasat bir örnek ümmet kurma görevi yüklemektedir. Bu örnek ümmet iyinin, güzelin ve doğrunun, her tür insanî inkişafın nasıllığını ve niceliğini gösterecek, Allah'ın muradı, bu ümmet aracılığı ile tecelli edecektir." (İsl. Yenilikçileri, C 1, R. İ. Eliaçık, sayfa 22)

  Aziz peygamberimiz (sav), bir hadisi şeriflerinde: " Peygamberler dinar ve dirhem bırakmazlar. Onlar ilmi ve hikmeti miras bıraktılar. Onların bıraktığı bu mirasa sahip çıkanlar, büyük bir kazanç elde etmiş olur." (Ebu Dâvûd, ilim, 1; Tirmizî, ilim, 19)

Gerçekten, sevgili peygamberimizin hayatını incelediğimiz zaman, görmüş oluruz ki, dinar, akçe, altın, gümüş veya her hangi bir miras bırakmamışlar ama, geride bıraktığı muhteşem bilge insanlar, kısa zaman içerisinde dünyanın kaderini değiştirecek şekilde kahramanlar yetişmiştir.

Netice olarak;

"Bilim adamı olmak demek, aynı zamanda insanlık adına fedakârlıkta bulunmak demektir. Bilim adamı, ürettiği bilgiyi sadece kendisine bir kazanç getirsin diye yapmayan, şöhrnet ve güce kanmayan, boyun bükmeyen vakarlı insandır. Elbette ilmî çabaların bir maddî getirisi de olacaktır. Bilim adamına mevki ve makamlar teklif edilecektir. Ancak bütün bunlar onun nazarında ikincil bir konumdadır. Çünkü bilim adamı, ilâhî rıza dışında bir amaç için bilgi edinmenin, cennetten uzaklaşmaya sebep olacağının bilincinde ve sorumluluğundadır." (Ebû Dâvûd) ( Diy. Aylık Dergi, Mayıs 2006, sayfa 19, A. Akbaş)

  Resûlullah (sav)'in: "dualarında, sık sık faydasız bilgiden Yüce Allah'a sığınmıştır." (Müslim, Zikir, 73) buyurulduğu gibi, asırlardır, millet olarak, faydasız ilimlerle meşgul olmuş, neslimiz Freud'un, Marks'ın, Darwin'in, vb. ateistlerin eserlerini baş tacı etmiş bulunduklarından dolayı, bu gün, rahat, huzurlu ve mutlu değildir. Oysa, neslimiz, bütün çalışmalarını, gayretlerini, çabalarını Kur'an'a yöneltmiş bulunsalardı, vallahi, bu gün gelmiş olduğumuz nokta böyle, bu günkü gibi olmayacaktı. Rabbim!.. Yetişen yavrularımıza İslâmî bilinç nasip eylesin. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir/ Hollanda

8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun
"Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur, şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır." (Nisâ sûresi, âyet 35)

 Tüm İslam ülkelerinde olduğu gibi, maalesef, kadınlarımız, annelerimiz, kız kardeşlerimiz, teyzelerimiz, halalarımız, İslam'ın kendilerine tanımış olduğu hakkı yaşayamamakta, Allah'a karşı kulluk görevlerini eksik, kör-topal yürütmektedirler. 

Neden ve niçin    


 Çünkü, geleneksel İslâmî düşünce, kadınların evlerinden dışarı çıkmamalarını, ibadetlerini evlerinin karanlık köşelerinde ifa etmelerini istemektedir. Klasik, an'aneci, örfçü düşünceler, kadınların, tahsil yapmamasını, sokağa çıkmamasını, camiye, cemaate, dini etkinliklere katılmamasını istemektedir.

  Onun içindir ki, yazımızın başlığından da anlaşılacağı gibi, ülkemizde , kadınların bütün hakları gasbedilmekte, Allah'a karşı kulluk görevlerinin tatbikinde erkeklerin inayetine, yardımlarına, lütuflarına bırakılmış durumdadır. Eğer, erkek, isterse hanım efendi dışarı çıkabilir, herhangi bir toplantıya, dini eylemlere katılabilirler. Aksi halde, erkek istemedikten sonra, kadın evinde esir, köle, cariye, özgür olmayan, erkeğinin eline bakan bir durumda yaşamaya, baskılara, dayaklara, darplara, sıkıntılara sabretmeye mecburdur. Camilere gidemez, cumadan bihaber, en yakınlarının bile cenaze namazlarına katılması, onların ruhu için dua etmesi, gelenekçi çevrelere göre yasaktır, günahtır ve ayıptır. 
 
  Üç beş sene önce idi. Bir yakınımın cenazesine katılmak için alel acele Adana'ya gitmiştim. Tabii ki, cenaze namazı kılınmamış, bizleri bekliyorlardı. Çevreye göz gezdirdim, hanımlar bir köşede toplanmış erkeklerin cenaze namazını kılmalarını beklemekteydiler.

  Cenaze ile ilgilenen kişilere dedim ki, " Hanımlar da arka taraflarda saf bağlasınlar, cenaze namazına iştirak etsinler!" Ama, nasıl bir cevap aldım biliyor musunuz? " Hocam!.. Biz, komünist değiliz, kadınlar cenaze namazı kılamazlar!.." Bu sözler karşısında dilim dilime dolaştı, ne yapacağımı şaşırdım, baktım deveye hendek atlatmak çok zor!.. Tamam tamam!.. diyerek direnmekten vazgeçtim.

  Yahu ne demek? Bir cenazenin hanımı, kızları, yakın kadın akraba yakınları, ona dua etmeyecekler, edemeyecekler, bir köşede melül melül yakınlarının cenazesini uzaktan seyredecekler!.. Allah aşkına, böylesi bir mantık, akıl yürütme, düşünce nasıl bir düşüncedir, uygulamaladır ki, kadınlar köle, esir, tutsak durumuna düşürülmüştür? 

  Ve sonra, kalkıp 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutlayacaksın!.. Sokaklarda, caddelerde, meydanlarda ellerde pankart, " Hak istiyoruz!" " Kadına özgürlük" " Yeter artık" " Erkek hegemonyasına son" vb. gibi sloganlarla sokakları inleteceksiniz. Hayır ve kesinlikle hayır!.. Bu yürüyüşler samimi değil, faydalı değil, sadece biriken tepkileri, öfkeleri içe atma, gayız ve kinleri hapsetme demektir!.. 

  Oysa, Asr-ı Saadet dönemine, peygamber (sav)'in hayatına, hanımlarının yaşantılarına, konuşmalarına, hak aramalarına gittiğimiz zaman görülecektir ki, o devrin hanımları yiğitliklerini göstermişler, Bedir, Uhud vb. tüm cihad ve gazvelere iştirak ederek yaralıların yaralarını sarmışlar, su isteyenlere su götürmüşler, daha doğrusu " gönüllü hemşirelik" görevi yapmışlardır. 

  İsterseniz, Resulullah (sav)'in hanımlarından birisinin bir kahramanlığını ifade edeyim. Edeyim de, günümüz kadınları o yiğitlikten, cesaretten utansınlar!.. Kahramanımız Ümmü Seleme (ra)' dır..
"Hicretin altıncı yılında Hz. Peygamber (sas) umre yapmak ve Kâbe'yi ziyaret etmek amacı ile 1400 kişilik sahabe topluluğu ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Kureyşiler ne olursa olsun Müslümanları Mekke'ye sokmamaya karar vermişlerdi. Hz. Peygamber (sas) savaşmak için değil, Kâbe'yi ziyaret etmek için geldiklerini iletmesi için Osman b. Affan (ra)'ı elçi olarak gönderdi. Daha sonra Mekke temsilcileriyle Hudeybiye Barış Antlaşması imzalandı. 

  Hudeybiye Antlaşma maddelerinin bir kısmı Müslümanların aleyhine görünüyordu. Zira antlaşmaya göre Müslümanlar o yıl içinde Kâbe'yi ziyaret edemeden geri döneceklerdi. Ertesi yıl ise ziyareti üç gün içinde yapacaklar ve Mekkeliler ile her hangi bir ilişkiye giremeyeceklerdi. Ayrıca Mekke'den hiç kimse velisinin izni olmadan Müslümanların tarafına geçemeyecek; aksi takdirde geri gönderilecek, Medine'deki Müslümanlardan biri Kureyş tarafına giderse iade edilmeyecekti.

  Bu şartlar karşısında neredeyse bütün ashap hayal kırıklığı içindeydi. Hz. Peygamber (s.a.s) yanındakilere,"Kalkın tıraş olun, kurbanlarınızı kesin." talimatını verdi. Ancak Ashaptan hiçbiri bu emre icabet etmedi. Onların üç defa tekrar edilmesine rağmen emre kayıtsız kalmaları, Hz. Peygamber (s.a.s.)'i son derece üzmüştü. Bu tavra çok şaşırdı, çaresiz bir şekilde hanımı Ümmü Seleme (r.anha)'nin çadırına girdi. 

  Ümmü seleme (r.a) onun bu tavrından ve yüzündeki ifadeden olağanüstü bir şeyler olduğunu fark ederek meseleyi sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) hadiseyi kendisine aktardı. Bunun üzerine Ümmü Seleme (r.anha), "Ey Allah'ın elçisi! Emretmek yerine yapmanız, bu sıkıntıdan daha iyidir. Siz çıkın, onlarla konuşmadan işinizi yapın, saçınızı tıraş edin ve kurbanınızı kesin, onlar size uyacaklardır." tavsiyesinde bulundu. 

  Hz. Peygamber (s.a.s.) bunun üzerine kalktı, çadırdan dışarı çıktı. Medine'den getirmiş olduğu kurbanları kesti. Bunu gören sahabiler onun bulunduğu tarafa doğru yönelerek kurbanlarını kesmeye başladılar. Bu şekilde Ümmü Seleme (r.anha), tıpkı ilk vahiy geldiğinde sıkıntı içerisinde gelen Hz. Peygamber (s.a.s)'e sahip çıkıp sakinleştiren, teselli eden Hatice bt.Huveylid (r.anha) gibi onu rahatlatmış, büyük sıkıntıdan kurtulmasına vesile olmuştur." (Diy. Aylık Dergi, Haziran 2010, A. Apak, sayfa 64)

Netice ve sonuç olarak; 

  İşte, isimleri tarihe altın harflerle yazılan, yazılmış bulunan böylesi hanım efendilerdir. Yani, Hz. Hatice, Hz. Âişe, Hz. Ümmü Seleme (r. anha) gibi hanım efendilerdir. Onları ne kadar rahmetle ansak, ruhlarına dualar, Fatihalar göndersek çok çok az gelecektir. Asıl onları 8 Mart Dünya Kadınlar gününde yâd etmek, isimlerini bayraklaştırmak gerekir. Yoksa, Batı ülkelerinin, ABD'nin icad etmiş olduğu , el gördülük, kadınlar için yürümek, slogan atmak, bağırmak, çağırmak hiç bir hakkın elde edilmesine sebep olmayacaktır ve olmamıştır.

  Öncelikle, ülkemiz hanımları, haklarını Dini yönden, Kur'ânî yönden aramalıdırlar.. Çünkü, erkeklerin yaşamış oldukları tüm haklar, kendilerininde en tabii kul hakkıdır, insani haklarıdır. Erkeklerin, kendilerine cuma günleri bir araya gelerek, "el almaları" " zikir çekmeleri" " Yasin Okumaları" sonrada ölülerinin ruhlarına hibe etmeleri hakları değildir. Tüm bunlar, göz boyama, aldatma, zamanları boşa harcamadır. Allah'ın emirlerini tam ve kamil şekilde yerine getirirlerse, işte, o zaman haklarını almış olacaklardır. Rabbim!.. Bu uğurda cehd ve gayret gösteren zümreden eylesin!. Kulluk bilinciyle hareket eden, bu uğurda layıkı veçhile İslam'ı yaşayan kullarından eylesin. Selam ve dua ile.. 

Şerafettin Özdemir / Hollanda

müslüman anne
  "Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe davet edilmedikçe, Peygamber'in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber'i üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber'in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin.
Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah'ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)tır." (Ahzâb sûresi, âyet 53)

Zikredilen âyeti kerime, Resulullah (sav)'in evine yemekten önce gelen, yemek hazır oluncaya kadar bekleyen, yemekten sonra da kalkıp gitmeyenler hakkında nâzil olmuştur. Âyeti kerime, Müslümanların Resûlullah'a ve hane-i saadete karşı nasıl davranacaklarını, birbirlerine karşı nasıl muamele edeceklerini bildirmektedir. Buna göre bir kimsenin başkasını rahatsız etmemesi, evinde huzur ve istirahatını bozmaması, davet edildiğinde bildirilen zamandan önce gitmemesi, yemekten sonra fazla oturmaması gerekmektedir. 

İman edenlerin anneleri olan Resulullah (sav)'in hanımları olan annelerimiz, dünkü kadınlara örnek oldukları gibi, günümüz dünyasındaki hanımlara da örnek olmaktadırlar. Bilgileri ile, çalışmaları ile, İslâm'a hizmetleri ile, cihad meydanlarında göstermiş oldukları kahramanlıkları ile, Kur'an'dan hüküm çıkarmaları ile öncü, kılavuz ve rehberlik yapmaktadırlar. Örneğin;

  "Hz. Aişe, evliliğinden sonra Ahzab sûresinin 53. âyeti gereğince" Ümmühatü'l-Mü'minn" (iman edenlerin anneleri) olarak anılmaya başlanmıştır. gerçekten Kur'an'ın bu tabiri Kur'an'ın bu tabiri oldukça dikkat çekicidir. Demek ki Peygamber eşleriyle biz mü'minlerin arasındaki ilişkinin tıpkı kendi öz annemizle aramızdaki ilişki gibi olması gerekiyor.

Kendi annemize duyduğumuz sevgi ve şefkat neyse Peygamberin eşlerine besleyeceğimiz sevgi ve şefkat de aynı olmalıdır. Kendi öz annemize nasıl bakıyorsak onlara da öyle bakmalıyız. Tek farkla ki aramızda kan bağı yoktur. 

Hz. Âişe, sanıldığı gibi sadece evinde oturup yün eğiren, yemek pişiren bir kadın imajına sahip değildir. " Elinizin hamuruyla erkek işine karışmayın." sözü ona hiç uymamaktadır. Hz. Peygamberin sağlığında hemen hemen tüm savaşlara bizzat iştirak etmiştir. Bedir ve Uhud savaşlarına katılmış, sırtında su taşıma, yaralılara bakma gibi bir nevi "savaş hemşireliği" görevi üstlenmiştir.

Hendek savaşı ve Hudeybiye antlaşması esnâsında da orduyla birlikte bulunmuş, Hayber fethinden sonra kendisine bir miktar hisse ayrılmıştır. Mekke fethi için hazırlıklara başlandığında seferin ne tarafa olacağını herkesten gizleyen Hz. Peygamber, bunu sadece Hz. Âişe'ye bildirmiş, Hz. Ebu Bekir bile kızından öğrenmiştir. Yine hicretin 10. yılında yapılan veda haccına diğer ümmühât-ı mü'minîn ile birlikte katılmıştır." (İsl. Yenilikçileri 1, R. İ. Eliaçık, sayfa 122)

Evet, günümüze geliyoruz!.. 21 nci asırda yaşayan hanımların çekmiş oldukları ızdıraptan, kabustan, vurmalardan, darp etmelerden utanıyoruz. Koca dehşeti yaşamaktadırlar. Çocukları perişan, kendileri her an ölümle yüz yüze, iğrenç, tiksinti veren hallerle yüz yüze gelmektedirler. 

Diğer taraftan, Kur'anî bilgilerden yoksun, mahrum hanımlarımızın türbe kapılarında zaman kaybetmeleri, falcılıkla, baht açtırma işleriyle, cinci, büyücü, sihirci kapılarını aşındırmaları da ayrı bir hastalıktır. Cuma namazlarından kovulmuşlar, boşta kalan hanımlarda tek çareyi, mahalle aralarında, 21 Yasin, 40 Yasin okumatla, tilavet işleriyle, pastalı, börekli, bol dedikodulu seanslar düzenlemektedirler!.. 

Hal böyle iken, nerede kaldı Peygamber hanımları ile, zamanımız hanımları arasındaki fark? Hz. Âişe (ra)'ın hafızasında 2210 tane hadis ezberi bulunurken, günümüz hanımlarının zihin dünyasında türbecilik, kabircilik, ölmüşlerine bol bol Yasin'i şerif devirmeleri bulunmaktadır. Anlamsız, içeriksiz, içi boş Yasinler!.. Devrime kadın aşısı!.. 

"Hz. Âişe'nin hayatını okuyanlar "İslâm kültüründe kadının adı yoktur." denilerek "pasifist" bir konumda değerlendirilen Müslüman kadın imajının tam tersini göreceklerdir. Karşımıza daha Resulullah'ın sağlığından itibaren ilmî, siyâsî, sosyal olaylara aktif olarak katılan, adı etrafında spekülasyonlar yapılan, tavır koyan, Peygamberin evini muhalefet odağına dönüştüren, yönlendiren, ayaklanma başlatan ve sanki adı " Âişe" olmasa kadın olduğu anlaşılamayacak olan bir insan vardır. Ve bu insan Hz. Peygamber'in eşidir, onun elinde yetişmiştir..." ( a. g. e. sayfa 125) 

Aslında, günümüz hanımlarının yapacakları tek şey vardır.. Sokaklardaki, kirden, pisden, irinden, tiksintiden kurtulmak istiyorlar sa ki- istiyorlar- Diyanet İşleri Başkanlığı'nı göreve davet etmeleridir. Pasiflikten, rivayetlerden, geleneksel anlayıştan kurtulup, Kur'an'ın emirlerini direkt, doğrudan, korkmadan, ürkmeden insanımıza anlatmalarıdır.

Sormak gerekir!.. Dün, Hz. Aişe (ra), İslam'ın bayraktarlığını, öncülüğünü yaparken, erkeklere nasihat ederek, Kur'an'dan kendi aklıyla hüküm çıkarırken, bu günkü hanımların aklı kıt, kafası yerinde değilmidir ki, zekaları, zihinleri çalışmıyormudur ki, Kur'an'dan uzak, hurafi şeylerle meşgul olsun veya sokaklarda zorba, cahil, barbar, vahşi, kendini bilmez erkeklerin yumruklarına, kurşunlarına hedef olsunlar?

Evet, hanımlarımız haklarını aramasını bilmemektedirler. Müftülüklerimiz ne için vardır, ne için her İl'de, her İlçe de görev yapmaktadırlar? Sadece, erkek cemaatlerin namazlarını kıldırmak, cenazelerini teşyi etmek için, ölülere mevlid merasimleri düzenlemek için mi vardır?

Hanım cemaatler, hakkını aramalı, niçin cuma namazlarında olmadıklarını, niçin cenaze namazlarından kovulduklarını sorgulamalıdırlar. Erkek cemaatler insansa, Allah'ın kulu ise, hanım cemaatlerde, yığınlarda insandır ve Allah'ın kullarıdırlar. Yevmi mahşerde, erkekler hesaba, cennete, cehenneme müstehak ise, hanımlarda aynı şekilde hesapla, kitapla, mahşerle muhatap olacaklardır.

Netice olarak;

Hanım cemaatlerin, örnek alacakları kahramanları bilmeleri, tanımaları, onları hayatlarında öncü, kılavuz, rehber edinmeleri aslî görevleri olmalıdır. Hz. Hatice (ra); Resulullah (sav), Hira'dan korku ile, panik ile evine gelmiş olduğu bir an, Hz. Hatice (ra), ona en büyük desteği veriyor, " Korkma!.. Sen, Allah'ın Resûlü olacaksın!.." diyordu.

Hz. Hatice (ra), malıyla, servetiyle, bütün imkanlarıyla yardım ve imkanlarını kullanıyor, Allah yolunda servetin, sâmânın, varlığın, dünya malının bir değerinin olmadığını ifade ediyordu.
İsterseniz, Hz. Ümmü Seleme'yi (ra) tanıyınız. Hudeybiye'de, Resulullah (sav) , sıkıştığı bir anda, nice erkeklerden üstün bir şekilde Hz. Peygamber'in karşısına dikiliyor, kurbanlarını keserek, Medine'ye dönmesini istiyordu.

Hz. Aişe (ra), tüm sahabelere meydan okuyor, görüşleri ile, düşünceleri ile, Kur'anî tavırları ile, ümmete yol gösteriyordu. O halde, ne oldu ki, günümüz hanımları ayaklar altında örseleniyor, eziliyor, kahroluyor, canavar tiynetli zavallıların hışımlarına uğruyorlar? Tüm bunları, sorgulamamamız, araştırmamız, incelememiz, suçluyu, suçsuzu bulmamız tarihi bir mes'uliyet olmaktadır. Geleneksel anlayış, "dedim" "dedi"ler bizleri buraya kadar getirmiş, daha ileriye, daha ötelere götürmesi mümkün gözükmemektedir. Onun içindir ki, Kur'an'ı okumaktan, anlamaktan ve yaşamaktan başka çaremiz bulunmamaktadır. Rabbim!.. İz'an, idrak ve akıl lütfetsin.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir/ Hollanda

namaz ve islam
" Dini yalanlayanı gördün mü?" (Mâûn sûresi, âyet 1)
" İşte o, yetimi itip kakar;" (Mâûn sûresi, âyet 2)
" Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; " (Mâûn sûresi, âyet 3)
" Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar."(Mâûn sûresi, âyet 4-5)
" Onlar gösteriş yapanlardır, hayra da mâni olurlar." (Mâûn sûresi, âyet 6-7)

  Toplum içerisinde, öylesi insanlar vardır ki, namazlarına, ibadetlerine riyâ katar ve karıştırırlar. Allah rızası için değil de, el gördülük, falanın, filanın hoşuna gitmek, onlardan " aferin" almak için namaz kılarlar. Bazıları da, dikkat edilirse görülecektir ki, namazların erkânını ihmal ederler. Namaz kılarken, üstü ile, başı ile, orasını, burasını kaşıyarak veya göz ucuyla onu, bunu takip ederek namaz kılarlar. Bilhassa, günlük beş vakit namazdan ziyade, birilerinin öne sürdükleri namazları kılmak için can atarlar. Örneğin, tesbih namazının cemaatle, bir imam eşliğinde kılınması gibi. 

Nedir bu tesbih namazı ?


  " Tesbih namazı: Tesbih namazının varlığında ihtilaf vardır. Alimler bu hususta ikiye ayrılmışlardır. El-Ukaylî ise bu hususta hadis olmadığını belirtir. İbni Teymiyye'de " doğru olanın bu tür haberlerin aslının olmadığıdır" der. Keza Ebû Hafs el- Mevsılî de bu hususta sahih hadis olmadığı kanaatindedir." (Hadis problemleri, E. Yıldırım, sayfa 180)

  Maalesef, günlük beş vakit namazlarda, Cuma namazlarında, teheccüd, Duha vb. kuvvetli şekilde emredilen namazlarda, gözü, kulağı olmayan bir kısım insanlar, hele bilhassa, Ramazan günlerinde cemaatle, toplu şekilde tesbih namazı kılmak için can atmaktadırlar. 

  Keşke, bir kere araştırılmış olsa, tesbih namazı hakkındaki hadis nedir, ne değildir, kuvvetli midir, ahad mıdır, zayıf mıdır diye!.. Bu hususta, tüm alimler birleşmiş olsa, deseler ki, tesbih namazı hakkındaki hadis zayıftır deseler, yine de, bizim tesbih namazcıları, inanmayacak, " ben bilirim" " üstadım, şeyhim bilir" diyeceklerdir. 

  Tıpkı, cuma günleri, asıl cuma namazına eklenen ve bid'at ve hurafe olan " Zühr-i Ahir" namazı gibi.. Diyanet İşleri Başkanlığı, hemen tamim üstüne tamim yayımlasın, izah üstüne izah yapsın!.. Kim dinleyecektir? Camilerdeki, bid'at ve hurafeye düşkün imamlar mı dinleyecektir? 

  Aynı, zihniyete meydan okuyor ve diyoruz ki, buyurun , geceleri kalkıp, teheccüd namazını kılmaya var mısınız? Hayır, hayır!.. Böylesi softalar, bilinçsizce namaz kıldığını zannedenler, dinin asıl kaynağına inemezler, Kur'an'ı dinleyip, Allah'ın emirlerine koşamazlar!.. 

  Bunların başlarında üzerinde " Made in China" yazılı takkelerle, bazen de söz konusu takkelerin üzerine sarık sarıyorum diye oyalandıkları, kendi kendilerini kandırdıkları, acaib giysilerle caka satmaktan, fors atmaktan başka bir şey yapamazlar. Örneğin;

  " Sarıkla kılınan namaz sarıksız kılınan namazdan yirmibeş namaza denktir, sarıkla kılınan cuma namazı sarıksız yetmiş cuma namazına eşittir, sarıkla namaz kılmakta onbin sevap vardır gibi fazilet bildiren hadislerin tamamı mevzudur." (a. g. e. sayfa 180)  

  Namazla dirilmek, namazın insanlara, toplumlara, kitlelere canlılık, ruh vermesi gerekirken, sosyal hayata nüfuz etmesi lazımken, ne yazık ki, " kıl beşi sıvış" anlayışı bizi bu günkü derbeder, perişan, sefil hale düşürmüştür. Şimdi, şu güzel alıntımız meseleyi vuzuha kavuşturacaktır.
  " Mevlâna'ya bir gün birisi gelir ve ona, Hz. Peygamber'in kuşağının olup olmadığını, varsa nasıl olduğunu, kaç arşın uzunlukta ve hangi renkte olduğunu sorar. Mevlâna; - " Bunu bilmekle ne yapacaksın, eline ne geçecek? Hz. Peygamber kuşak kullanırdı, kullanmazdı veya vardı, yoktu, bunu bilmek sana ne fayda verecektir?" diye sorar.
  O da der ki; - " Sakalım onun sakalı gibi oldu. Sarığım da onun sarığına benzedi. Hatta ayaklarımda çöl ayakkabısı var. Konya toprağında çöl terliği ile geziyorum... Elbisem de onunkine benzedi. Geriye acaba Hz. Peygamber kuşak kullanıyor muydu; kullanmıyor muydu? Meselesi kaldı. Bunu da kimse cevaplayamadı. Onun için sana geldim. Ben ona benzemek istiyorum" der.
  Mevlânâ ona cevap olarak: -" Sen bu kafayla benzesen benzesen ancak Ebû Cehil'e benzersin" dedikten sonra sözlerine şöyle devam eder. "Dış görünüş ve kıyafet itibariyle Hz. Peygamber'le Ebû Cehil arasında bir fark yoktur. Fark suretlerde değil siretlerdedir. Sende Hz. Peygamber'in şekil ve kıyafetinden nelerin olduğuna değil, H. Peygamber'in ahlâkından, dürüstlüğünden, hoşgörü ve insanlığından ne var onu söyle! Ona ancak öyle benzersin."( Yakıt, Hz. Peygamber'i Anlamak, s. 41-2) (a.g. e. sayfa 181)
  Ne acı ki, şekilcilik, giysicilik, özü unutturmuş, namazın ruhunu üç beş parça beze esir etmiştir. Namaz, tıpkı zekat gibi, toplumda sosyal dengeyi sağlamalı, fakir, fukara, kimsesiz, öğrenci, yetim, öksüz, kimsesiz, garib, gurebanın imdatlarına bir çağrı olmalıydı. Yoksa, her sene, umre seferlerine katılarak, bol bol ülkemize Cin malı hediyelik eşya getirmek, tesbih, takke, vb. ithal mallarını sırtlarda taşıyarak, " Kâbe'ye dayanamıyorum" " Onun hasreti beni yakıyor" vb. kuru kuru sözler, kendisine bir manevi fayda sağlamadığı gibi, topluma da bir yararı dokunmamaktadır. 

  Netice olarak;

  " Muasır el- Gazâlî bu hususta şöyle söyler: " et- Tirmizi ve Ebû Dâvûd'un rivayet ettiği sarıkla ilgili bazı hadisler okudum. Bunların hiçbir kıymeti yoktur. Şeyh Muhammed Hâmid el-Faki'nin dediği gibi, ' sarığın faziletiyle ilgili sahih bir hadis yoktur. ' Çünkü sarık Arap giysisidir. İslamî bir elbise değildir. İgallerde böyledir. 

 Vakıa, sıcak iklimler başın örtünmesini mecbur kılar. Beyaz ve geniş elbiseler makbuldür. Soğuk iklimlerde ise sıcak tutması için dar ve kapalı renklerin tercih edilmesi zorunludur." (a. g. e. sayfa 180-181) Hasılı, namaz, insanları, toplumları kurtuluşa, huzura, saadete, muştuya götürmelidir. Toplumun dirlik, düzen, nizam ve intizamını sağlamalıdır. Kuru kuru, " dostlar bizi pazarda görsün" kabilinden değil de, ictimâî dengeyi sağlamalı, bizleri, huzura, mutluluğa götürmelidir.

  Örneğin, bu gün, içerisinde yaşamış olduğumuz alemde, insanlar rahat ve mesud değildir. Ayrılık, çekişme, didişme, mezhepsel sıkıntılar, Alevilik-Sünnilik sürtüşmeleri insanımızı dlhun etmektedir. İşte, namaz, arzettiğim hususlarda, sıkıntılarda imdada yetişmeli, toplumun dert ve musibetlerine derman olmalıdır.
Rabbim!.. Bizlere mutluluk, güzel günler, namazla dirilişler lütfetsin!.. Âmin! Selam ve da ile..

Şerafettin Özdemir / Hollanda

Kibir Duygusuna Hakim Olma
" İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet , takvâ sahiplerinindir." (Kasas sûresi, âyet 83)

" Kim bir iyilik getirirse ona bundan daha hayırlı karşılık vardır. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler." (Kasas sûresi, âyet 84)

 84 ncü ayeti kerimenin izahı şöyledir: Allahü Teala'nın lütfuna sınır yoktur; buna mukabil O, hiç bir şekilde kullarına zulmetmez. Nitekim bu ayette de , yapılan iyiliklerin kat kat sevapla karşılanacağı; fakat kötülüklerin, misliyle cezalandırılacağı anlatılmaktadır. 

  Ancak bu, ferdî plandaki iyilik ve kötülükler hakkındadır. Bir iyilik veya kötülüğü ilk başlatan, topluma bu yönde örnek ve teşvikçi olan kimselerin durumu ise farklıdır. Bu durum şu hadisi şerifte şöyle anlatılmaktadır: 

  "Kim ki İslâm'da makbul olan güzel bir işi ilk önce işler de bunun yol haline gelmesine sebep olursa, kendisine hem işlediği bu hayrın sevabı verilir, hem de - en küçük bir eksiklik olmaksızın- kendisinden sonra aynı iyiliği bu hayrın sevabı kadar sevap verilir. Yine, kim İslâm'da kötülüğü bildirilen bir işi ilk önce işler de bunun yol haline gelmesine sebebiyet verirse, kendisine hem işlediği kötülüğün günahı yüklenir, hem de - en küçük bir eksiklik olmaksızın- kendisinden sonra aynı kötülüğü işleyecek olanların günahı kadar günah yüklenir."

  Bu girişten sonra, asıl konuya giriyorum. "Kibir, kendini büyük, başkalarını küçük görmektir; hoş olmayan bir hal, kınanmış bir sıfattır. Kur'an'ı Kerim bu sıfatı karalamıştır. Rasûl (sas) de kibri karaladı ve yasakladı. Kibirlenenleri acıklı bir azapla korkuttu. Rasûl (sas) : " Kalbinde azıcık kibir bulunan kimse Cennet'e giremez." buyurdu. Birisi, " Ya Rasûlallah, ya adam güzel elbisesi , güzel ayakkabısı olmasını istiyorsa?" deyince: Allah güzeldir; güzeli sever. Kibir, hakkı kabul etmemek, insanları küçük görmektir."

  Bu hadiste, hakkı reddeden ve kibirinden dolayı onu kabul etmeyenlere, kendini üstün, insanları hor görenlere korku ve rivayet ettiği bir hadiste Yüce Allah: " Büyüklük paltom, üstünlük gömleğim gibidir. Kim bu iki sıfatta benimle rekabet ederse, ona azap ederim."

" Kibirliler kıyamet gününde zerreler halinde toplanırlar. Aşağılık her taraftan onları sarar. Cehennem'de bir hapishaneye sürülürler. Boyunduruk ateşi onları kaplar; Cehennemliklerin içtiğinden içirilirler."
"Şu üç şeyden uzak olarak ölen Cennet'tedir. 1- Kibir 2- Kin 3- Borç." buyurur.

  Bu hadislerden, kibirliliğin kötü bir huy olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Rasûl (sas) onu yasakladı; davranışlarına kibirden en uzak kişiydi. Sahabe de ona uydular. Sahabe son derece alçak gönüllü, kibir ve öğünmeden uzak, davranışlarında Allah ve Rasûlünün emirlerine uymaktaydılar. Rasûl (sas): " Allah bana, " alçakgönüllü olunuz, kimse kimseye azgınlık yapmasın , kimse kimseye karşı övünmesin." diye vahyetti." (Hadis ve psikoloji, M. O. Necati, sayfa 97-98)

  Toplum içerisinde , nice insanlar tanırız ki, kendini beğenmiş, hep tepeden, yukarılardan bakarlar, sanki, " dünyayı kendileri yaratmış" gibi eda ve tavırlarla, kendi kendilerini helake sürüklemiş olurlar. Böylesi insanlar, kabile çokluğuna, evlat çokluğuna , mal mülk zenginliğine güvenerek, başka insanları hor ve hakir görür ve beğenmezler. Bakınız, Lokman hekim oğluna nasihat ederken, sanki hepimizi uyarmıştır:

" Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vaz geçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir." (Lokman sûresi, âyet 17)

" Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez." (Lokman sûresi, âyet 18)


" Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir." (Lokman sûresi, âyet 19)

  Caka satmak, çalım satmak, kibir, gurur, kendini beğenmişlik toplumsal hayatta alt tabaka, üst tabaka, zengin, fakir, ağa, gariban, mütevazi insan ayırımlarına yol açmaktadır. Tabii ki, bundan da, insanlarımız, toplumumuz zarar görmekte, selamlaşmanın, muhabbetin, sevginin, saygının , hürmetin azalmasına sebebiyet vermektedir.

Netice ve sonuç olarak;

 Kibirlenmeye, gururlanmaya, ucup sahibi olmaya kat'iyyen gerek ve lüzum yoktur. Çünkü, tüm insanlar, bir kaç damla meniden (spermadan) yaratılmış, dünyaya gelmişlerdir. Birbirlerinden üstün, büyüklenmeye vesile olacak fazla bir haslet bulunmamaktadır. Dünyaya gelişleri böyle olduğu gibi, dünyadan ahirete irtihalleri de böyle olacaktır.

 Öldükten sonra üç beş metre kefen, cenaze namazı kıldıran imamın önünde " er kişi niyeti" esas olmaktadır. Zaten, tarihe göz attığımız zaman müşahade ederiz ki, tarihi seyir içerisinde, nice peygamberler, sahabeler, müçtehidler, filozoflar, ilim sahipleri, krallar, padişahlar, veziri azamlar " er kişi olarak" bu dünyadan ayrılıp, hakkın huzuruna hesap vermek üzere varmışlardır.

 Onun içindir ki, kibir, ucup, kendini beğenmek, gururlanmak bir nevi kalp hastalığıdır. Ondan kurtulmak için, daha mütevazi, daha olgun, Kur'an eri olmaktan başka çaremiz bulunmamaktadır. Zaten, bencil insanların, kibirli, gururlu kimselerin hayatını araştırdığımız da görürüz ki,onların kalp ve gönüllerinde Kur'an yoktur, Rasulullah (sav)'in berrak, tertemiz hayatı bulunmamaktadır. Rabbim!.. Bizleri, her türlü kibir ve gurur hastalığından uzak eylesin!.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir/ Hollanda

kadın-müslüman-dua
"Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın…" (Ahzab-33)

Söze, sözlerin en güzeliyle giriş yapmaksa marifet; o halde Mevla’nın kelamından daha üstün bir söz söylenmemiştir…

Söze unutulmuş bir ayetle giriş yapmak istedim. Evet, unutulmuş bir ayet…
Zira günümüz modern dünya algısı unutturuyor bize SÖZ’lerin en güzelini…

Allah’ın kelamına ulaşmanın, mana derinliğini tatmanın, okumanın, belki de İslam’ı yaşamanın en kolay olduğu dönemde Mevla’nın bizden istediklerini unutuyoruz çoğu zaman. Özellikle de kadınsak eğer toplumda kendimizi kanıtlama ihtiyacı duyuyoruz.

Kadınız çünkü; anneyiz… Kadınız çünkü; eşiz… Bir erkeğin bile yüklenmeyi göze alamayacağı sorumlulukları yüklenmişiz. Nasıl olur da toplum kadını hafife alabilir? Nasıl olur da erkek, kadına “sen 1 adım geride dur” emri verebilir? Nasıl olur da çağ, kadına tüm özgür misyonları yüklemişken İslam kadını eve kapatabilir?...
Kadın, çocukken eline tutuşturulan oyuncak bebeğini büyütme görevini büyüdükten sonra da devam ettirmemeli. Okumalı; okuyup kendi ayakları üstünde durmalı. Zira annelerimiz, babaannelerimiz, anneannelerimiz okumadıkları için vaktiyle yer çekimine kafa tutmuşlardır öyle değil mi!?!

Kadın, kendi parasını kazanmalı, ileride yuva kuracağı kişiye muhtaç olmamalı; yuva evet… Günümüz dünyasında mantığını bile unuttuğumuz kavram. Evliliklerin karşılıklı yapılmış sözleşmeler haline geldiği, kadının kocasına el açmamak adına başka başka erkeklere elini açtığı, ağız kokusunu çektiği, gerektiğinde eşinden işitmediği azarı işittiği “modern” dünya algımız hayli seviliyor olsa gerek ki, kadın kalkıp “neden ben?” diye sormuyor bile…

Kadın okuyor… Kadın Allah kelamı dışındaki tüm ilimleri okuyor. Bilim insanı oluyor, Akademisyen oluyor, doktor oluyor, mühendis oluyor, öğretmen oluyor… Fakat açıp Kur’an’ı “Mevla hangi görevi istemiş benden?” diye sorgulamak aklına dahi gelmiyor…

Uzun zamandır kadın evine hasret evi de kadına. Sabahın nurunda düşüyor yollara çalışmak için. Binbir güçlükle dünyaya getirdiği, saçının kılını kıskandığı, üstü açılır da üşür diyerek gece uykusuna hasret kaldığı dönemlerden geçerek bir çiçek gibi büyütüp sütten yenice kestiği bebeğini ellerin vicdanına bırakıyor ve açıyor sokağın kapısını… Kendisi doğum boyunca aldığı kilolarını verebilmek, iş arkadaşlarına daha alımlı görünebilmek adına ağzına lokma sürmezken, akşam eve geç gelmesi sebebiyle yemek hazırlayamadığı için çocuğuna da dışardan birşeyler söylüyor, hem nasılsa çocuğu fast food’u da seviyor öyle değil mi?…

Ya eş?

Efendiler efendisi’nin “Eğer bir kimsenin bir başkasına secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim ve eğer bir erkek karısına kırmızı bir dağdan siyah bir dağa ve siyah bir dağdan kırmızı bir dağa taş taşımayı emretseydi, uygun olan, kadının bu emri yerine getirmesidir." Buyurarak kadın üstündeki hakkının büyüklüğünü taş kadar ağır bir hadisle vurguladığı eş ne oluyor?

Eş belki günde 1 saat ya görülüyor veyahut da televizyon denen aletin zaman aralığında kayboluyor. Eşler de modern gündelik hayatın bu semptomuna alışmış durumda. Kadının Kendini kanıtlama çabasına çoğu zaman erkek de göz yumuyor. Kimbilir belki de işine geliyor. Kadının eve para getirmesi, bunca analık, eşlik görevi içinde hayatın bir de bu yükünü sırtlanması onun yükünü hafifletiyor. Fakat bu arada o da, kendinin eşi üzerinde eşininse kendi üzerindeki sorumluluklarını unutarak “hayat müşterektir” felsefesinin kurbanı oluyor. 

Belki gözünden kıskandığı eşini, patronların, çalışma arkadaşlarının, otobüsteki, minibüsteki binbir nazarın seyrine mazhar etmekten sakınmıyor. Nur Suresi’nin, Ahzab Suresi’nin kadına yüklediği o eşsiz değeri gözardı ederek, tesettürünü moderniteye esir ederek kendini ispatlamaya çalışan kadınını destekliyor çoğu zaman erkek; “özgürdür” diyor, “ben ona karışamam ki hem”…

Kendi ayakları üstünde duracak diye yarışa hazırlar gibi sınavlara hazırladığımız kızlarımıza hangi gün “O’nu Oku” telkininde bulunduk? Sırf çift maaşlı olacaklar diye çalışan kız arayan büyükler erkek evlatlarına hangi gün asıl güzelliğin ahlak güzelliği olduğunu anlattı? Yüzlerin, gözlerin harama bakmaktan yorulduğu, haramın hafızalarımızı her geçen gün biraz daha eskittiği sözüm ona modern dünyadan elimizi eteğimizi çekip hangi gün hayırlı nesiller için duada bulunduk?

Ne kadar paraya ihtiyaç duyduğumuz gerçek hayattaki ihtiyaçlarımızın neler olduğuna bağlı. Hep daha fazla para ve daha fazla lükse odaklanmış dünya öğretileri değil müslümanın baz alması gereken. Yiyin için israf etmeyin telkininde bulunan dine mensup, “doymayan nefisten sana sığınırım” diyen peygamberin ümmetinden, bir lokma bir hırka ecdanın torunları olarak bugünün lüks ihtiyacı kadına varolan görevi üzerine bir görev daha ekliyor. Kadın kendini ispatladığını sanırken modern dünyanın kölesi oluyor. Eşinin, evladının haklarını bir köşeye bırakıp hep daha fazlasına gözünü dikiyor. Bir ev, bir araba, bir emeklilik derken “bugün Allah için ne yaptın?” sorusunu bir gün dahi kendisine soramadan şu ahir ömrünün sonuna geliyor belki..

Kadın naiftir… Kadın çabuk incinir… Kadın erkeğin sırtlanması gereken yükü üstlenmemelidir diye yüceler yücesi kadının bir ziynet gibi korunmasını istiyor. O yüzden değil midir efendiler efendisinin kızına “Zeynep” ismini verişi. Peki ya İslam kadına bu değeri biçiyorken neden kendimizi ucuzlatıyoruz?

Uygun şartlar ve uygun imkanlar olduğu ölçüde okuyabilmeli ve çalışabilmeli kadın. Ama hayatının baş köşesine çağın gerektirdiğini düşündüklerini değil İslam’ı koymalı. Onu ölçüt almalı. Çalışırken yahut okurken Allah’ı unutmamalı. “Bu yaptığım İslami açıdan uygun mudur?” diye sorgulayabilmeli. “Bugün Allah için ne yaptım?” diyebilmeli. “İşten güçten fırsat bulduğum esnada kaç kişiye Mevla’yı anlattım” diye sorabilmeli. “Ya ölürse, ya boşanırsam bu yüzden de ortada kalırsam” diye sıkı sıkıya tutunduğu yüzyıl ağacını, Allah’ın dilerse devirebileceğini unutmayıp tevekkül edebilmeli. Süslenip püslenip altın yaldızlı tabakta kendisine sunulan zulüm çorbasını tek yudumda içmeyi reddebilmeli. Annelerimizin, nenelerimizin dünyasında bizim vazgeçemediğimiz hiç bişeyin “vazgeçilmez” başlığı altında yer almadığını unutmamalı…

Evet, doğru biliyorsun hanım kardeşim, hayat gerçekten de müşterek. Erkek kendi görevinin kadınsa kendine biçilen değerin kıymetini bildiği sürece hayat hakikaten de müşterek. Yüceler yücesi yaradan kimselere layık görmediği görevi sana layık görmüşse şükretmeyi bırakıp burun kıvırmak neden?

Ey, değeri değerlerin de üstünde olan, değeri gözlerini kamaştırdığı için kendi önünü göremeyen “Kadın”;
Sen ayağının altında cennet bahçesi olan varlıksın. Bahçeni talan ettirme…

Yazar: Zeynep Kartal

Yunus Emre Dergahı

Rahmetli babam ile birbirimize çok fazla hikaye,kıssa anlatırdık. O anlatır ben dinlerdim, ben anlatırdım o dinlerdi. Bir çok anlattığını kaleme aldım ve yazılı biçimde durur. Çoğunu nette arayıp bulurdum.

Vefat etmeden 2 hafta önce kadar Yunus Emre'nin bir kıssasını anlatmıştı. Yazıya dökme bu güne nasip imiş.

Yunus Emre Hazretleri Taptık Emre dergahında iken Şeyhi tarafından bir verilen bir emaneti yerine ulaştırmak için yola çıkar. Yolda 2 derviş ile daha karşılaşır. Bu dervişlerle birlikte yol arkadaşlığı ederler. Yolda havadan sudan konular bulup sohbet ede ede yol giderler.

Bir zaman sonra acıkırlar ve 2 derviş bir ağacın gölgesine oturur. Yunus Emre'de oturur. Çıkınında ki azığı çıkarmak üzereyken dervişlerden birisi elini açıp dua etmeye başlar ve gökten bir sofra iner. Yunus Emre şaşkındır, gözleri fal taşı gibi açılmıştır.

Bu şaşkınlı içinde yemeklerini yiyip karınlarını doyururlar.

Tekrar yola devam ederler. Yol boyunca sohbetler devam eder , saatler geçer gider , gün döner.

Akşam hava kararmak üzereyken tekrar dinlenmek üzere yolda uygun bir yere dururlar. Bu defa 2. derviş ellerini açıp dua etmeye başlar.

Duanın ardından gökten yine bir sofra iner. Yunus Emre yine şaşkın bakışlar eşliğinde yemeğini yer. Bu defa içine şöyle bir vesvese düşmüş olur. Bu zat-ı muhteremler evliya olsa gerek keramet gösteriyorlar der. Ya benden de dua edip gökten sofra indirmemi isterlerse ne yaparım der.

Karınlarını doyurduktan sonra bir süre uyurlar ve tekrar yola koyulurlar. Sabaha kadar yürüdükten sonra tekrar acıkırlar. Yine bir ağaç altına durup otururlar.

Dervişlerden birisi Yunus Emre'ye ; '' hadi bakalım derviş, dua et soframız insin karnımızı doyuralım'' der.

Yunus Emre korku ve panik içerisinde ne yapacağını bilemez. Ellerini açıp dua eder.

''Ya Rabbim. Sen bu Yunus kulunu mahçup eyleme. Gökten sofra indirmek kim, ben kim. Bu zat-ı muhteremler neye dua ettilerse bende sana onun için dua ediyorum. Dualarının kabulüne mashar olan şey için duamı kabul eyle'' der ve elini yüzüne sürer.

Gökten bir sofra iner ki muazzam mı muazzam, mükemmel mi mükemmel. Tabir-i caiz ise Yunus için inen sofranın yanında diğer iki dervişin sofrası atıştırmalık gibi kalır.

Diğer iki derviş muazzam sofrayı görünce şaşırırlar ve merak ederler. Ne diye dua ettin de bu sofra indi şeklinde sorular sormaya başlarlar.

Yunus ''ben kim sofra indirmek kim, ellerimi açıp Rabbime yalvardım. Ya Rabbim bu zatların duasının kabulüne mazhar olan şey için duamı kabul eyle'' dedim, der.

İki derviş daha da heyecanlanarak, biz Taptuk Emre Dergahındaki Evliya zat Yunus Emre Hazretlerinin yüzü suyu hürmetine dua ettik. Hep onun hürmetine dua ederiz ve Rabbimiz kabul eder'' dediler.

Yunus Emre'nin gözlerinden yaşlar süzülerek elini açıp '' Ey Rabbim sana şükürler olsun. Senin aşkından makamımı göremedim.Makamımı gizleyip nefsimin elinden beni korudun , hamdolsun'' der.

Yazar: Vural Egemen SARIGÖZ


Hz. Muhammed'e büyü yapıldı mı ?
"Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbu ki Süleyman büyü yapıp kafir olmadı. Lâkin şeytanlar kafir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ve Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbu ki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye ( sihir ilmini ) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların( ona inanıp para verenlerin ) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!" (Bakara sûresi, âyet 102)

 Bu uzun ayeti kerimenin uzun bir şekilde izahını yapmak durumundayız. Malum olduğu üzere, geçmiş milletlerin, eski kavimlerin çoğu sihire düşkün, sihre inanırlardı. Bu yüzden sihir, dini inançlarla tamamen karışmış durumda idi. Bu nedenle sihirbazlar halkı kandırıyorlardı. İşte, sihir çeşitleri şöyledir:

1- Keldânîlerin sihri: Bunlar yıldızlara taparlar, kâinatı idare edenlerin yıldızlar olduğunu, hayır ve şerrin onlardan geldiğini, semavî güçlerin yerdeki güçlerle birleşmesi sonucu mucizeler meydana geldiğini söylerlerdi. Bunları irşat için Allah, İbrahim (as)'ı gönderdi. Bunlarda kendi aralarında üç fırka idiler:
a) Eflâk ve yıldızların ebedî olduğunu söyleyenler ki onlara " Sâbie " denilir. 
b) Eflakin ulûhiyetine inananlar. Bunlar, her felek için yerde bir put yapmış ve ona hizmet etmiş putperestlerdir. 
c) Eflâki ve yıldızları yaratan birisi olduğunu ve bunun onlara yeryüzünü idare etme hakkı verdiğini söyleyenler. Bunlar yıldızları aracı kabul ederlerdi.

2- Ruh gücüne dayanılarak ortaya konan sihir: Buna göre insan ruhu tasfiye icadetme, öldürme, diriltme, bünye ve şekilde değişiklik yapma gücüne ulaşır. 

3- Ruhani varlıklardan faydalanılarak yapılan sihir: Bu da muska yapmak ve cinlerden yardım almak gibi şekillerle uygulanır. 

4- Göz boyama şeklinde yapılan sihir: Hokkabazlık, el çabukluğu ve benzeri davranışlar gibi.
  İslâm âlimleri, sihrin birinci ve ikinci şekline inananların kafir olduklarında ittifak etmişlerdir. Ancak, âyette bildirildiği şekilde, yaratıcının Allah Teala olduğuna inanarak ve kötülükte kullanmamak şartıyla sihir ilmini öğrenmekte beis yoktur. Yahudiler arasında büyü yaygın idi. Bu yüzden Hz. Süleyman'ın büyük bir sihirbaz olduğunu, hükümdarlığı büyü ile elde ettiğini söylerler ve buna inanırlardı. Süleyman (as) Kur'an'da peygamber olarak tanıtılınca "Muhammed Süleyman'ı peygamber sanıyor, halbu ki o bir büyücüdür." dediler.

 " Bu bağlamda, Hz. Peygamber'e sihir yapılıp yapılmadığı da aynı tartışma içerisinde yerini almaktadır. Mutezile alimleri başta olmak üzere bir kısım alimler ilgili hadisi kabul etmeyip Kur'an'a muhalif bulurlar. Bir kısım alimler ise -rivayetler arasında farklılıklar olsa bile- genel muhtevası itibariyla bunu kabul ederler."

Sihir hadisi: 


  "Hz. Âişe rivayet ediyor: " Hz. Peygamber'e sihir yapıldı. Bir şeyi yapmadığı halde yapıyorum zannediyordu. Nihayet bir gün yanımdayken, Allah Teâlâ'ya epeyce dua etti. Sonra şöyle buyurdu: " Fark ettin mi ey âişe! Niyaz ettiğim hususta Allah Teâlâ bana cevap verdi." Ben " nedir o cevap yâ Rasûlallah" dedim. Şöyle buyurdu: " Bana iki kişi geldi, birisi başımın yanında, diğeri de ayak ucumda oturdu. Sonra biri diğerine dedi ki: " Bu zatın rahatsızlığı nedir?" Öteki " sihirlenmiş" dedi. " Kim sihir yapmış" dedi. Öteki " neye yapmış" diye sordu. O da " tarağa, taranırken dökülmüş saç döküntüsüne ve erkek hurma kapçığı içine" dedi. "Nerededir o" diye sordu. Diğeri " Zû Ervân kuyusundadır" dedi.

  Ravi diyor ki: Bunun üzerine Rasûlullah ashabından bir kaç kişiyle beraber kuyuya gitti. Kuyunun üzerinde bir hurma ağacı bulunduğunu gördü. Sonra döndü ve Hz. Âişe'ye şöyle dedi: "Vallahi! Suyu kınalanmış su gibi ( üzerindeki ağacın) hurmaları da şeytanların başları gibi idi." 

  Hz. Âişe diyor ki: " Yâ Rasûlallah! Onu çıkardın mı" diye sordum. " Hayır! Allah bana afiyet ihsan etmiş ve şifa vermiştir. Ondan (çıkarılmasından ve böylece meselenin aralarında yayılmasından, bunu konuşup durmalarından ve öğrenmek istemeleri sebebiyle) insanlara bir şer bulaştırmaktan korktum." Rasûlullah emir verdi ve kuyu kapatıldı." (Hadis problemleri, E. Yıldırım, rağbet yay. sayfa346-347)

  Bu hadisi şeriften anlıyoruz ki, Hz. Muhammed (sav) , insan olması, bizler gibi yiyip içmesi, evlenmesi, çoluk-çocuğa karışması sebebiyle bir insandır, bir kuldur. Bu yönüyle, diğer insanlara sihir, büyü yapıldığı gibi, Resulullah (sa)'e de sihir yapılmış olabilir. Ancak,

  O yüce ruh, peygamber olması hasebiyle, yapılan sihirin Resulluğune, risaletine, her hangi bir zararı dokunmamış, ancak, bir kaç gün süren bir dalgınlık , eşlerine yaklaşamama gibi dünyevi haller zuhura gelmiştir. 

Sihir hadisini kabul etmeyenler:


" Mutezile sihri, sihirle ilgili hadisleri kabul etmez. Sihrin hakikatı olmadığını, bir hayalden ibaret olduğunu, bu sebeple Rasûlullah üzerinde etkisi olmadığını iddia ederler. Örneğin Şeyh'ul-Mu'tezile Ebubekir el-Esam (201/816), Kur'an naslarına muhalif gördüğü için sihir hadisini kabul etmez. Ebû Hanife'nin de (150/767) Mutezile gibi düşündüğü rivayet edilir. İbn Hazm ( 456/1064), Şâfiîlerden Ebû İsham el- Esterâbâdî, Hanefilerden el- Cessas diye maruf Ebûbekr er-Râzî de ( 370/981 ) sihir hadisini kabul etmez. Kâfirlerin uydurması olan bu haberleri nakledenlerin kıssacılar ve cahil hadisçiler olduğunu söyler. 

Onların bunları boş işlerle uğraşan ahmaklarla alay etmek ve peygamberlerin mucizelerini inkara sevk etmek için uydurduklarını belirtir. Hadisi kabul etmeyenlerden bir kısmı ise bunun Yahudilerce uydurulduğunu söylerler." (a. g. e. sayfa 355) 

Netice olarak;

  Sevgili peygamberimizin düşmanları tarafından zehirlendiği gibi, Lebid b. A'sam, denilen kişininde sihir yapmış olduğu olabilir. Çünkü, Rasulullah (sav), hayatı boyunca,yaşadığı sürece bir takım ard niyetli, kem gözlü, kötü kalpli düşmanlarla karşılaşmış, zaman zaman onların kötü fiillerine maruz kalmıştır. Sihir meselesi de bunlardan birisidir. Bir kaç gün etkilenmiş olsa bile, onun asli görevine bir etkisi olmamış, sihir, büyü gibi bir şüphe ile karşılaşmış Müslümanlara da bazı tavsiyelerde bulunduğu rivayet edilmektedir. 

  Örneğin, Âyetel kürsi'nin, İhlas'ın, Felak ve Nas surelerinin sürekli okunmasını, anlam ve içeriğine inerek tedbirli, dikkatli davranılmasını tembih etmiştir. Çünkü, aynı durum daha önceki peyamberlerin de hayatlarında görüldüğü , ayette, Eyyub (as)'ın "Şeytan, beni yorgunluk ve musibete uğrattı." ( Sâd sûresi, âyet 41 'de buyurulduğu gibi, Süleyman (as)'ında, Musa (as)'da benzeri hallerle muhatap olduğu Kur'anî açıdan, tarihen sabit bir vakıadır. 

  Bu noktadan hareketle diyoruz ki, 21 nci asırda yaşayan Müslümanların bu tür şeylerle kaybedecek zamanları olmamalıdır. Kur'an'î bilgilerle mücehhez, mütevatir hadislerle donanımlı olarak, ilim sahibi, hikmet dolu birer Müslüman olmak durumundayız. Rabbim!.. Bizleri, aklı nakille birleştiren kullarından eylesin! Âmin!.. Selam ve da ile..

Şerafettin Özdemir / Hollanda

Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *