Milletlerin veya millet olarak barış içerisinde yaşamak arzu edilir bir şey olmakla beraber, tarih boyunca devamlı gerçekleştiği görülmemiştir. Uzun tecrübelerden sonra barış, dirlik ve düzenlik isteyenlerin, arzu edenlerin ancak savaşa hazır olmakla bunu elde edebilecekleri anlaşılmış. "Hazır ol cenge eğer ister isen sulhu salâh" denilmiştir.
İslâm meşru müdafaa için, yeryüzünden zulmü, baskıyı kaldırmak, gerçek din ve vicdan özgürlüğünü sağlamak için savaşa izin vermiş, Müslümanları cihada çağırmıştır. Müslümanların vazifesi her zaman cenge hazır olmak, fakat meşru sebep bulunmadıkça onu yapmamak, hazırlığı sulhun teminatı kılmaktır. Bu noktadan hareketle, mevzuya başlamak istiyorum: Selçuklu atalarımızın İslâm'a, dine, imana, Kur'an'a hizmetleri ortada olup, onların hizmetlerini görmezlikten gelmek, yok saymak, inkar etmek tarihi bir nankörlük, ecdadımın ruhlarını incitecek bir handikap olacaktır.
Selçuklulardan sonra, küçücük Söğüt beldesinde kümelenen, 400 çadırdan meydana gelen, büyüyen, gelişen tekamül eden, yükseldikçe inkişaf eden Osmanlı atalarımız tam tamamına 623 yıl yaşamış, cihanın orasında burasında at koşturmuş kahraman atalarımızdırlar. Tabii ki; 623 yıl at sırtından inmeyen, atları sürekli eğerli bulunan ecdatlarımız, ilim, irfan, Kur'an, bilim, ilim, teknik, fen, tefsir, hadis, kelam, felsefe, mantık, sosyolojik alanlarda boş mu durmuşlardır? Bu sorunun cevabını sayın R. İ. Eliaçık hocanın bir eserinden alıntı yaparak cevap vermek istiyorum:
"Peki, İslâm ümmeti geçen bin yılda bu dünyaya hiç mi yönelmemiştir? Dünyadan çekildiysek " üç kıtada" nasıl at koşturduk o zaman? Düşünce ve tefekkür yoksa bunca âlim, bunca kitap neyin nesidir?Ahh! kör olasıca Viyana kuşatması!.. Dur, durak bilmeden ilerleyen atalarımız, işte, orada durduruldular ve akabinde, yer yer, adım adım geriye çekildiler. Batılı uyanmış, alet, edevat yapmış, teknik bakımından bizden üstün, donanımlı hale gelmişlerdi. Top, tüfek, silah, fen, teknik değişmiş, yeni yeni üretimler bizleri geride bırakmıştı.
Burada İkbâl, Bogoviç, Hasan Hanefî ve Câbirî'nin tespitlerini mezcederek şöyle bir analiz çıkarmak mümkündür; Begoviç'in medeniyetlerin gelişimini başlıca iki kısımda ele alan ayrıştırması üzerinden gidecek olursak manzara şudur; Begoviç'e göre insanoğlu Âdem'den beri iki şey üretmektedir; " kült" ve " âlet". Kült, kültür dediğimiz şeydir. Bütün soyut ve mânevî değerler; din, sanat, ahlâk, siyâset, felsefe, şiir, edebiyat, bilgi vs.
Buna bir medeniyetin " kültürü" denilmektedir ki meşhur tarifiyle " Kültür, her şey unutulduktan sonra geriye kalandır." Âlet üretmek ise insanoğlunun ürettiği bütün somut-maddî âlet ve edevat anlamındadır. Mesela ilk insanın avlanmak için ağaç dalından " mızrak" yapması alet üretmektir. Mızrak üzerine şiir yazması, felsefe yapması vs. ise kültürdür. (kült).
Demek ki Begoviç'e göre medeniyet ( uygarlık ) kültür ve alet üretebilme kabiliyeti demektir. Kültür alanında ilerleme dairesel iken alet üretmede ilerleme doğrusal olmaktadır. İnsanlar bir kültür alanı olan ahlâkta ileri-geri hareket ederken, bir alet üretme alanı olan teknolojide sürekli ileriye doğru giderler.
Her üretilen yeni ve hızlı âlet, eskisini geride bırakır. Birisi; kültür, bilim, ideoloji, felsefe , hukuk, siyâset, din, sanat vs. olurken, diğeri teknoloji olmaktadır. " Kült" inkişâfı bir medeniyetin kültürel, " alet" inkişafı da " teknik" havsalasını meydana getirmektedir." (İsl. Yenilikçileri, C 2, R. İ. Eliaçık, sayfa 37)
Keşke! Atamız Fatih'in, inkişafını anlayabilsek, devam ettirebilseydik. Çünkü, atamız Fatih, her alanda ileriye bakıyor, ileriyi gözetliyor, ne yapılması gerektiğini enine-boyuna hesap-kitap ediyordu. Ama, gelin Görün ki, dünya zalimleri, yeryüzü şeytanları boş durmadılar. Fatih'i nasıl el ense ederiz düşüncesiyle, bin bir çeşit manevrayla, o muhteşem insanın kısa süren çağdaşlığını, medeniyet anlayışını hezimete uğrattılar.
"Begoviç'in söylediklerine İkbâl ile devam ediyoruz: İkbâl'e göre geçen bin yılda medeniyetimiz " tecrübî" ilimlere yönelmemiştir. Yunan düşüncesinin teorik-felsefî ve Hind'in de ruhçu etkisi altında kalmıştır. Oysa âlet üretmek için tabiata yönelerek, oradaki ilâhî aklı taklit etmek gerekmektedir.
Yani biz İkbâl'e göre kartalın kanadını tartışırken Batı, kartala bakıp uçak yapmış, sonra da onunla tepemize binmiştir. Bizde " kült" kendini tekrar ederken onlarda " alete" dönüşmüştür. Bunun sebebi Câbirî'ye göre Batı'daki çatışmanın ana ekseninin din-bilim olmasına karşılık bizde siyâset olmasıdır. Batı'da kilise-bilim çatışması olurken bizde Şiî-Sünnî çatışması oluyordu.
Bizde bilimle uğraşanların üzerlerinde baskı yoktu, fakat onlar apayrı bir kültür zamanında yalnız, hâmisiz ve çatışma ekseninin dışında kalarak yaşıyorlardı. Batı'da bilim kilisenin inşâ ettiği bir evren görüşünü yıkarak zafere ulaştı. Bizde ise böyle bir dogma yoktu, her şey saltanat kavgası etrafında dönüyordu. Onun için yalnız kalan bilimcilerin giderek nesli tükendi, hatta Endülüs üzerinden can simidi gibi Avrupa'daki kilise karşıtlarının imdadına yetişti." (a. g. e. sayfa 38)
Netice olarak;
Yüce İslâm, doğuşundan itibaren, ne Yunan kültürünün etkisi ve tesiri altında kalmalıydı, ne de Hind'in ruhçu ablukasında olmalıydı!.. Diğer taraftan, alemi İslâm'daki Şiî-Sünnî çatışması yerine, mezhepsel ayrışmalar yerine, birlik, dirlik, düzenlik, ilerleme, medeniyet, inkişaf alanında sonsuz çalışmalar yapılmalıydı. Lakin, olmadı ve olamadı.. Kur'an'ın, saf, berrak, bozulmamış, pörsümemiş emirlerinin karşısına , Hind'in ruhçu fikirleri, Şamanizmin, Maniheizmin, Zerdüştlüğün, Budizmin vb. bir takım beşeri, uydurma, saçma, sapan dinlerin yanlışları, ideolojileri, hareketleri peydah ettirilererek, bu günkü duruma gelinmiştir.
Lütfen, alemi İslâm'ın bu günkü haline bir bakınız. Ezilmişlik, sömürü, ayak altı olma, fakirlik, zillet, göz yaşı,yer altı, yer üstü zenginliklerinin talan edilmesi ne demektir? Ülkemizin yanı başında komşumuz olan Irak ülkesine bakınız!.. Topraklarının altında, üstünde zenginlikler fışkırırken, kendileri acılar içerisinde, zilleti yaşamakta, mezhepsel kavgaların zebunu olmuş durumdadırlar.
Demek ki, yukarıdan beri anlattığımız gibi, alemi İslâm uyumakta, uyanacağa da hiç niyetleri yok gibidir. Bir örnek vererek konuyu bitirirsek, batı ülkelerinde seçimler olmakta, insanlar oy kullanmakta, ama, hiç bir zaman ses ve solukları çıkmamaktadır. Amma, velakin, ülkemize nazar ettiğimiz zaman görürüz ki, insanlarımız birbirlerine saldırmakta, sürekli belden aşağı vurarak, izzet, şeref, haysiyet, ahlak, edep, utanma adına bir şey bırakılmamaktadır. Şimdi soruyorum, bu mudur Müslümanlık, bu mudur ehl-i Kur'an olmak? Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir/ Hollanda
Yorum Gönder