Hz. Ali (ra), evlad-ı Resûl ve ehl-i beyt olarak, devrinin en çok çilesini çekmiş , halifelik dönemi iki Müslüman kesim arasında gecen savaşlarla, cidallerle, uğraşlarla geçen, " ilim şehrinin kapısı" olarak iltifat gören bir sahabidir. Onun davası, sen, ben, sülale, nesep, kavim ve kavmiyetçilik değildi. Onun mes'elesi, İslâm'ın, Müslümanların bir bütünlük içerisinde yaşamaları, Kur'an ve mütevatir sünnetin her tarafta neşvü nema bulması idi..
Ama, ne acı ki, karşı zihniyet, yani, beni ümeyye gibi çağ dışı insanlar, Muaviye , ona bu fırsatı vermediler. Sadece dünyada şan, şöhret, nam, debdebe , izzet, krallık, despotluk, idareyi babadan oğula devretmek namına, Hz. Ali'ye rahat, huzurlu, faydalı bir hizmet yaptırmadılar. Onun halifelik süresi, Cemel vak'aları ile, Sıffîn, Hakem olayı vb. kıtallerle, boğuşmalarla geçmiş oldu.
"Hz. Ali'nin Kur'an ve sünnet bilgisi, ictihâd gücü, fıkhî ve felsefî derinliği Şiî ve Sünnî kaynaklarca tartışmasız kabul edilmiştir. Aşırı abartılardan ve haksız yergilerden uzak bir değerlendirme yapacak olursak, karşımızda İslâm ahlâk, kültür ve irfanının yetiştirdiği örnek bir insan kişiliği vardır; abid, zühd sahibi, erdemli, mücadeleci, yiğit, cesur, mert, duygulu, şairane, bilge, filozof, siyasetle ilgili bir kişilik...
Hz. Ali, Allah'ın Peygamberine etiyle kemiğiyle teslim edilen bir çocuğun nasıl yetiştirilip tarih sahnesine çıkarıldığının bir sembolüdür. O, İslâm kültür medeniyetinin" İşte bu din, böyle adam yetiştirir!" diyerek insanlık alemine sunacağı bir şahsiyet âbidesidir...
Burada övünülmesi gereken şey bizim gibi bir insan olan " Ali" değil onu tarih sahnesine çıkaran " davası" olmalıdır. Eğer hakkı verilse " Ali'nin dâvâsı" daha nice Aliler çıkaracaktır... Hz. Ali'nin İslâm ümmeti açısından en dikkat çeken yönü, hemen bütün gruplarca sahiplenilmesi, hatta kendi silsilelerini ona dayandırmalarıdır. İslâmî mezhep, tarikat, grup ve akımların neredeyse tamamı kendi üstadlar silsilesini götürüp ona dayamaktadırlar.
Hz. Ali en başta tüm Şiî gruplar için tartışmasız karizmatik bir önderdir. Mu'tezile üstadlar silsilesini sıralayan Kadı Abdülcabbar'ın Tabakâtu'l-Mu'tezile kitabının ilk sırasında da o vardır. Mu'tezile kelâmının reisi kabul edilen Vâsıl bin Âtâ ilmini, Muhammed bin Hanefîyye ve babası kanalıyla Hz. Ali'den almıştır. Ebû Hanife'nin ilmi Câfer-i Sâdık yoluyla Hz. Ali'ye dayandırılır. İmam Mâlik İkrime tarikiyle ibn-i Abbâs'a, İbn-i Abbâs ise Hz. Ali'ye dayandırılır. İmam Şâfiî'nin ilmi de İmam Muhammed ve İmam Mâlik yoluyla Hz. Ali'ye dayandrılır. Keza tasavvufî gruplar da Hz. Ali'yi " Şâh-ı Veliyyullah" olarak görürler, özellikle Abdulkadir Geylânî tarikiyle yayılan kol yollarını doğrudan Hz. Ali'ye dayandırırlar.
Filozoflar, sahabe arasında ilk felsefî açıklamalar yapan kişinin Hz. Ali olduğunu söylerler. Hatta matematikçi/cebirciler sahabe arasında cebir ilmini İranlı heyetten ilk öğrenenin Hz. Ali olduğunu söylerler." (İsl. Yenilikçileri, R. İ. Eliaçık, C. 2, sayfa 80)
Durum ve hal böyle iken, ne acı ki, Hz. Ali (ra), birleştirici, bütünleştirici, bir araya getirici, ümmeti tek yerde toplayıcı vasfından uzaklaştırılmış, dün olduğu gibi, bu günde, her tarafta" Ali sevenler" olmasına rağmen, ayrı ayrı telden, farklı söylentilerden, değişik, tipik yorumlardan geçilmemektedir. Örneğin, İran Şiası farklı, Zeydiyye, Bektaşiyye, Anadolu alevileri farklı tellerden çalmakta, birbirinden tamamen uzak, yorum, izah, ritüellerle Hz. Ali'yi değerlendirmekte, ona göre de, eylem ve amellerde bulunmaktadırlar.
Bilhassa, ülkemiz sınırları içerisinde, Camii, Mescid ve Cem evleri ayrışması bunun bariz misalleridir. Halbu ki, mes'eleyi Kur'an'a götürmüş olsaydık, sorun kendiliğinden hal edilmiş olacaktı!.. Ama, Kur'an'a taşımadığımız için, rivayetlere dayalı, abartılar dolu, menkıbevi , mitolojik unsurlarla dolu bilgi ve anlatımlar Camiyi, cem evinden koparmış, Cem evini mescidden uzaklaştırmıştır.
Mezhebî ayrışmalar, ideolojik yaklaşımlar, bu gün, Sünnileri Alevilerden koparmış, Alevileri de Sünnilerden uzaklaştırmıştır. Niçin ve neden? Oysa, her iki tarafta, problemlerini Kur'ân ışığında değerlendirmiş olsalardı, Hz. Ali'nin apaçık, berrak İslâmî hali ortaya çıkmış olacaktı. Diğer taraftan, ülkemizde bir "seyyidlik" sorunu vardır. Her önüne gelen, toplumdan destek bulmak için , kendisini Seyyid diye nitelemesi, görmesi, sonradan kendisinin Seyyid olduğunu zannetmesi ayrı bir içinden çıkılmaz mes'ele olmaktadır.
Dolayısıyla; ".. Hz. Ali'nin özellikle iç savaşlar esnasında Müslümanlar arası mücadelelerde nasıl tavır takınılması gerektiğine dair emsalsiz uygulamaları olmuştur. Hz. Ömer'e geri planda yenilikçi teklifler yapan da odur; hicrî takvim onun teklifiyle kabul edilmiştir. İçki içene verilecek ceza onun içtihadıyla yürürlüğe girmiştir. Savaşta bile " adalet ve hukuk"tan ayrılmamak gibi son derece erdemli bir tavrın sahibi olmuştur.
Cemel savaşında karşı taraftan kaçan Müslümanları kovalatmamış, yaralıların tedavi edilmesini, kimsenin esir alınmamasını istemiştir. Hele Hâricilere karşı takındığı hakkından vazgeçmeyen ancak alabildiğine özgürlükçü tavrı şâyân-ı dikkattir. Muaviye'ye karşı askerini teşvik için söylediği " İnsanlar tarafından rabler edinilen ve Allah'ın kullarını kendi kulları, mallarını da kendi malları olarak gören Cebbârlar ( zorbalar) gibi üzerinize saldıran topluluğun üzerine yürüyün!" gibi sözler İslâm düşünce tarihinde özgürlük ve serbestlik akımının fikrî köklerini oluşturmuştur..." (a.g.e. sayfa 81)
Netice olarak;
Hz. Ali (ra)' ı, ümmetin, hele milletimizin çok iyi tanıması lazımdır. Hz. Ali (ra), mezhepçi, klikçi, ekolcu, ayırımcı bir insan değildi. Bu gün, bir takım fraksiyonlara bölünmüş zümrelerin bu hususu iyice bilmesi, araştırması lazımdır.. Çünkü, Hz. Ali (ra), H. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) dönemlerinde kendi halinde kalmış hiç bir zaman, bölücü, ayırımcı, ayrıştırıcı rollere yönelmemiştir. Bütün halifeler, onun engin, bilgi yüklü, hikmet dolu bilgilerinden müstefid olmuşlar, onunla kat'iyyen bir sürtüşmeye, cedelleşmeye girdikleri vaki değildir.
Ancak, günümüz dünyasında, Hz. Ali (ra)'ı sever görünenlerin samimi, İslâmî, Kur'ânî olduklarına inanmak ham hayalden başka bir şey değildir. Örneğin, İran ülkesi, böylesi bir mezhep bağnazlığının içerisinde yuvarlanıp gitmektedir. Cuma günleri, mollalar cami kürsü ve minberlerinden Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) a ve diğer bir kısım sahabe-i kirama dil uzatmaktalar, ağır hakaretler içeren sözler söylenmektedir.
Bana göre, araştırmama binaen konuşuyorum. Humeyni İran'ının yaklaşım tarzı, Kur'ânî olmayıp, tamamen eski Sasanilik illetinden, hastalığından kaynaklandığını tahmin etmekteyim. Onun içindir ki, İran'da, bu gün, Kur'an İslâm'ı mı ön palanda, yoksa, İran Şiası mı revaçtadır? Bana göre, İran şiîliği geçerli olup, İslâm, arka sıralarda yer almaktadır. Rabbim! Bizleri, Kur'ânî çizgilerden ayırmasın!..Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir / Hollanda
Yorum Gönder