Ocak 2015

kuran-ı kerim, kuran
"Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir. " (Enfâl sûresi, âyet 29)

Yeryüzünde, en çok basımı yapılan kitap Kur'an'ı Kerim'dir. Bunu nereden anlıyoruz? Müslümanların evlerine nazar ettiğimiz zaman görürüz ki, her evde, aşağı-yukarı üç beş tane Kur'an'ı Kerim bulunmaktadır.

Camilerimizde öyledir. Örneğin, Kabe'ye gittiğiniz zaman görülecektir ki, raflar, pencere önleri, direklerin yüksek dipleri yığın yığın yüce Kur'an'la dop doludur. 

Ancak müslüman olarak Kur'an'ı Kerim'in bol olması ile ne kadar sevinç duysak da, en az okunan yine Kur'an'ın olması sebebiyle de, üzülüyor, kahrı perişan oluyoruz. Diğer bir anlatımla şu hususu hatırlatmakta bir beis yoktur.

Müslümanlar ha bire bol bol hatim indirmelerine rağmen, hatta, bin bir hatimlerle iştigal olunmasına binaen, yine büyük bir eksikliğin göz önünde olduğu bilinmektedir. Niçin okumuş olduğumuz hatimleri aza indiripde, okumuş olduğumuz hatimleri anlamaya çalışmıyoruz?

" Elmalılı Hamdi Yazır Kadir Suresi tefsirinde:

Kadir gecesi Kur'an'ın nazil olduğu ve sabahında da Bedir zaferinin yaşandığı gecedir buyurmaktadır.
"Yevmul Furkan" Furkan günü, hakkı batıldan, Müslümanı kâfirden ayıran gündür. Çünkü ilk defa kâfirlerle Müslümanlar karşı karşıya gelmiş safları belli olmuş, Allah için can alınmış, can verilmiştir.

Furkan safları, duruşları, anlayışları, yorumları, sevgileri ve buğuzları belli eder. Furkan, sahibi sevdiğinde Allah için sever, buğz ettiğinde Allah için buğz eder. Bu gün saflar ve niyetler belli değildir.

At izi ile it izinin birbirine karıştığı bir zamandır. Bu gün başını açan, hizmet için sakalını kesen, tebliğ için faiz yiyen, ülke menfaatleri için deyip, Kur'an'dan kılıf bulup, yapılanların Kur'an'a hizmet için olduğunu söylemektedir. Bunlar büyük yalan ve iftiradır. Allah (cc) elbette hesap gününü beklemektedir. Bunların asıl niyetleri ilah gibi taptıkları Batı'yı taklit ve Müslümanlara ihanettir.

Kur'an elinde iken Müslüman rönesans, reform, hümanizm, insan hakları, hayvan hakları, batı, müzik, futbol, mc donald's, coca cola bunların hepsini sevebilir. Ama Furkan kalbinizde Furkan tüm hücrelerine kadar işlenmiş iken, hakkı ve batılı birbirinden ayırmaya başladığınızda bunların hiçbirini sevemezsiniz.

Salt bir Kur'an anlayışı değildir bu. Bereket umulan bir fanus gibi evimizi yangın ve hırsıza karşı koruduğuna inanıldığı için duvarlarınıza asılan bir kitaptan söz etmiyoruz. Hayata hükmeden, eşimizi, işimizi, giyim tarzımızdan saç tıraşımızı eğlence anlayışından gece nasıl uyunura kadar hayatın hiç bir alanını boş bırakmayan bir kitaptan söz ediyoruz.

Sadece ölümüz, sünnetimiz, düğünümüz, mübarek gün ve gecelerimiz de müracaat edilen bir kitaptan söz etmiyoruz. Hayat kitabımızdan Anayasa'mızdan bahsediyoruz. Ne zaman ki Kur'ân Anayasamız olur işte o zaman Furkan'a dönüşür. Furkan'a dönüşmeyen Kur'an dönüştürmez ve bizim için hiç bir faydası olmaz.

Burada şu soru geliyor akla: Bu ülkede yaşayan ve ben Müslümanım diyenlerin evlerinin kaçta kaçında T.C. Anayasası kitapçığı var acaba? Cevap kimsenin evinde... Peki, Allah'ın Anayasası olduğuna inandığımız Kur'an herkesin evinde varken hatta üçer beşer mevcutken ve biz O kitaba göre yaşamak zorunda olduğumuzu da biliyorken, nasıl olurda Allah'ın hükümleri bu topraklarda  işlemez?
Anayasa Allah'ın kitabına göre düzenlenmez. En ilginç olanı Müslümanlar neden bundan rahatsız olmazlar? Görüyoruz ki evde asılan, elde taşınan kucakta tilavet okunan kitabın fayda vermediği aşikârdır.

Kur'an korumazsan korumaz. Kollamazsan kollamaz. Kollamamıza, korumamıza ihtiyacı yoktur. Ama içindeki emir nehiylere göre yaşamak zorunda olan bizlerin hayatını değiştirecek olan ayetlerindeki inceliklerdir. 
 
Bunun için sakınma gündeme gelmeli, bizim için hakkı Batıl'dan ayıran bir melekeye dönüşmesini beklemeliyiz. Bu ise Furkan'la gerçekleşir. Bu da o kitaptaki ayetleri günün navigasyonu görüp, Kur'an sokaklarında Kur'an'ın emrettiği şekilde yürümekle olur." ( bedir gençlik sitesi)

Yani, aziz kitabımızı Kur'ân; hayatımızı bütünüyle çepe çevre sarmalamalı, kuşatmalı, her alanı kaplamalıdır. Hatta, deyim yerindeyse, Müslümanın her nefesini bile kontrol altında tutarak, ona haramı haram, helali helal olarak bildirmelidir.

Müslümanların evlenmesinden tutunda, sünnet törenlerine, düğün merasimlerine, ölüm merasimlerine varıncaya kadar, hasta ziyaretleri, ölü definleri, kabir başındaki hal ve ahvalimize varıncaya kadar , Kur'ân'la oturup, Kur'ân'la kalkmalıyız.

Şûra sisteminden tutunda, meclisteki tutumuza varıncaya kadar, insani ilişkilerimiz, devletler arası tutumlarımız, yabancılarla yani, Müslüman olmayanlarla ilişkilerimize değin örnek alacağımız, baş vuracağımız kaynak Kur'ân olmalıdır.

Günümüz dünyasındaki, Kur'ân algı ve anlayışımız bu çizmiş olduğumuz profile uymamaktadır. Çünkü, bin yıldan bu yana, Kur'an'la oturup kalktık ama, onun içerisine nüfuz edemedik. Nüfuz edemediğimiz içinde, nesiller, sürekli ondan korkar olmuştur.
Hatta, bağışlayın!.. Kur'ân'ı, bir cin kovalama, peri kaçırma, şeytanı kovma kitabı olarak anlamış, bu niyetlede, çoğu evlerde çocukların beşikleri, kundakları içerisinde bile bez kılıflı, muşambalı Kur'ân saklanmaktadır!.. Niçin saklanmaktadır?

Anne-babalar, görünmeyen varlıkların, cinlerin, perilerin ve diğer şer güçlerinin çocuğa bir zararlarının dokunmaması içindir diyeceklerdir. Oysa, Kur'an vahyi tüm bu anlatılanlar için değildir. Kur'ân vahyi, insanlığın tüm hayatlarını kurtarmak, düzene sokmak, plan ve proğram üzere yaşamalarını temin etmek için vardır.

Keşke!.. Şöyle bilinseydi ve inanılsaydı!.. Kur'ân; yükseklere takıldığı zaman, anlayarak okunmadığı vakit birey ve toplumları şeytan çarpar diye inanılmış olunsaydı!.. Çünkü, şeytanın yaratılış amacı, Kur'ân'ın anlaşılmasını ve yaşanmasını önlemektir.


Kur'an'ın satırlardan sadırlara yansıma zamanını yaşamaktayız. Tabii ki, yine hatimler indireceğiz, yasinler okuyacağız, hatta, bin bir hatimleri bile okuyacağız, ama anlayarak okuyacağız ve sonra da emirlerini harfiyyen yaşayacağız.

Onu okumakla, zenginlerimiz, infaksız, zekatsız, teberrusuz, yardımlaşmasız mal stokları yapamayacaktır. Çünkü, Asr-ı Saadette böyleydi.. Hem Abdurrahman bin avf ve Hz. Osman gibi zenginler bulunuyordu, hem de, Ebu Zerr'i Gifari gibi, fedakar, dünyaya tekme sallamış mütevazi, takva adamları da bulunmaktaydı.

O dönemde, zekat kaçırma, Beytül mali dolandırmak, suiistimal etmek bulunmuyordu. Herkes payına düşene razı oluyor, " benim rızkım bu kadar" diye biliyordu.

Tüm bu anlatımlardan şu hususları çıkarmalıyız: Zamanımız, insanlarımız, bedbin ve huzursuzdur.. Okullarımız da çocuklarımız rahat ve mutlu değil, yarınlardan korkuyoruz!.. " Acaba, yarın ne olacağım?" diye bir hayli istifham dolu endişelerle baş başayız.

Bu haklı ve yerinde endişelerden kurtulmamız için, tek çare ehl-i Kur'ân olmamız, her halimizi, tüm yaşantımızı ona havale etmemiz gerekmektedir. Kur'ân'ın, hayata intibak etmesi içinde, Kur'ân adamlarına büyük büyük vazifeler düşmektedir. Onlar, Kur'an'a zemin hazırlayacaklar, yaşama yansıması için, çaba, sayü gayret göstereceklerdir.

Rabbimiz!.. Bu anları, bu mutluluğu bizlere yaşatsın!.. Selâm ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

islam asır idrak
Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine, söyletmeliyiz İslam'ı. 

( M. Akif )

Her defasında merhum Akif'i rahmetle, dua ile andığımız gibi, bu günde, tekrar onu Fatihalarla, dualarla anıyor, yine hayırla yad ediyor, makamının cennet olmasını niyaz ediyorum. Çünkü, ümmet ve millet olarak, elimizde muazzam Kur'an gibi sağlam bir ip ve kaynak olmasına rağmen, maalesef, imrenilecek, gıpta edilecek bir noktada değiliz. 

Ümmeti, cehalet, gerilik, vuruşma, kırışma, mezhepçilik, ayrılık, bölünmüş, terör belası, kıtal hadiseleri, içten içe Müslümanların birbirlerini öldürmeleri , kokuşmuşluğun, rezaletin, çirkinliğin tezahürüdür.

Ben, bu yazımla, Ümmetin içerisinde debelenmekte olduğunun sebeplerini, niçinlerini, nedenlerini, sayın Prof. Dr. M. S. Hatipoğlu hocamızın bir yazısını referans alarak cevaplandırmış olacağım:

" Ümit Aktaş: Kitabınızda ümmete de değiniyorsunuz. İslam'ın bir Medine tecrübesi var. Orada Yahudiler ile barış içinde yaşamak üzere bir sözleşme akdediliyor. Bu gün ise Yahudilerle savaş halindeyiz. Ümmet olma şuuru ve İslam kültürü bağlamında genel anlamda bir geriye gidiş söz konusu sanki. Kitapta İmam-ı Azam'ın gayrı müslimlerin Mekke'ye girmesi görüşünden de bahsediyorsunuz . Mesela gayrimüslimler orayı ziyaret etseler, İslam'a yönelik bir ilgi ve yumuşama oluşmaz mı? Genel anlamda bir katılaşma ve tereddi var!
Hatipoğlu: İslam kültürü üzerine yapılan çalışmalar, ilk dönem dahil, tertibli ve düzenli bir şekilde tenkidli olarak tesbit edilmiş olsaydı, bu değişimlerin hangisinin Peygamber Efendimizin zihnî yapısına uygun veya uygun olmadığını söyleme imkânı elde ederdik.
Fakat böyle tarihî kültürel bir çalışma bizde yapılmış değildir. Bunu biz hayatımızın her safhasında görüyoruz. Siz sokağa çıktığınız zaman sizi tanımayan bir hanım kardeşiniz size selam verebiliyor mu? Ama biz Sünnet malzemelerinde, Peygamber döneminde hanımların tanımadıkları erkeklere selam verdiklerini bulabiliyoruz. Şimdi hangi davranış İslami olur?
Şimdi bize zaman değişti ve selam vermemek daha hayırlıdır diyecekler. Aynı düşünce şeklini başka alanlarda kullanmaya kalkarsak, buna cevaz vermezler. Ben bir yazımda da bahsettim, kitaplarda da var. Birinci asrın sonunda İbnu'l-Varrâk diye meşhur muhaddis bir âlim, ( Ahmed ibn-i Hanbel'in Ahkâmu'n-Nisâ' adlı kitabında gördüm) aktardığı rivayetlerde, kadınların tanımadığı erkeklere selam verdiği ve birlikte yemek yediği haberleri var.
Bu gün ise kadın parmağını bile dışarı çıkarmamalı denmekte. Bakın İslami hayat ne kadar değişmeye mâruz kalmıştır. Şimdi ben Hakîm-i Tirmizî merhumun Nevâdiru'l- Usul'ünde hanımların okumasını yasaklayan bir hadis okuduğum zaman, dehşet içinde kaldım.
Bir muhaddis âlim bunu nasıl yazar, diye. Benim kültürümde bunların hepsi yaşanmış, erkeklere öğreten kadınlar var. Sen bunu nasıl hadîs diye yazarsın? Altta düştüğü not amacını ele veriyor. Yazıyı öğrenen kadın dışarı ile iletişim kurar korkusu yozlaşmaya neden olur diye.
Dışarıdaki adam kim? Ermeni'mi, Rus'mu, Alman'mı, hayır Müslümandır. O zaman dışarıdaki adamı terbiye etsene. Dışarıdaki adamı terbiye edemeyince geçici bir önlem olarak kadınlarını muhafaza etmeye çalışıyor."( fikribeyan | S. Hatipoğlu)
Sayın Hatioğlu hocamız, çok ilginç, çok müthiş bir konuya temas etmiştir. İslam diyarlarında, hanım, sokağa çıkmaktan korkmakta, yazı öğrenmesi, kitap okuması men edilmektedir!.. Çok çok tuhaf değil mi? Ne demek, hem beş vakit ezanlar okunacak, mescidler dolacak, kürsülerde vaazlar verilecek, ama, kitlenin yarı kesimi olan hanımlara, bir zarar, bir tedhiş meydana gelmemesi için onlara bazı yaptırımlar uygulanacak?..

Bendeniz, 25 yıldan beri, bir Batı ülkesinde yaşamaktayım. Bulunduğum straatta ( sokakta) yabancı komşularım ikamet etmektedir. Çinliler, Hollandalılar, Almanlar, Iraklılar, İranlılar, Faslılar vb. her çeşit milletten, ülkeden insanlar bulunmaktadır. 

Ama, sizleri temin ederim ki, bu insanlar arasında katiyyen bir dedikodu, taciz, gözle nazar bile olmamaktadır. Niçin ve neden? Tesadüfen ilk kez karşılaşıldığında herkes birbirine " Hallo-merhaba" derken, ikinci defasında aynı kişiye bakılması, hoş karşılanmamakta, derhal ikinci defa " Hallo" ile uyarılmaktadır. 

Ülkemize bakıyoruz: Sokak ortalarında kadın-erkek kavgaları, tacizler, el-kol işaretleri, takip etme, dolmuşlarda, halk otobüslerinde her an yaşanılan sürtünme kavgaları, düşünen, tefekkür eden Müslümanları derinden sarsmakta, incitmektedir. 

Daha doğrusu, İslam'ı, asrın idrakine söyletemiyoruz. Müslümanız ama, okumayan, İslam'ı bilmeyen, anlamayan Müslümanız. Camilere gidiyoruz ama, namazlarımızı şuurlu, bilinçli bir şekilde değil de, " namazını kılıyormuş" desinler diye ibadet yapıyoruz!.. Bu tür ibadetler de , bizleri hiç bir yere taşımamaktadır!.. 

" Ümit Aktaş: İslam dünyası kendi komplekslerini aşması gerekiyor. Örneğin kölelik mevzuu. İslam dünyasında hâlen bu durumu savunan âlimler (!) var. Batıyı takip ederek kölelik durumunu ortadan kaldırabiliyorsak bu bir sorundur.
Hatipoğlu: Niye kaldıramamış, çünkü o konuyu kitabında görmüş. Şimdi tekraren belirtmekte fayda görüyorum. Yani 21. asrın münevver Müslümanlarının bu meseleleri halletmeleri ve bu çelişkilerden bizi kurtarmaları gerekiyor.
Diyanetimiz bu gün başta Kur'an mealleri olmak üzere çeşitli yayımlar yapıyor. Tefsir, meal yayımı yapan başka yayınevleri de başta olmak üzere " Hırsızlık yapanın elini kesin." ayetinin mealini değiştirebiliyor mu? Yayımlanan meallerde aynen konuluyor ve hiçbir izah da bulunmuyor. Bunu okuyan bir vatandaş çelişkiye düşmez mi? Uygulama ile söylem farklılığı sorun oluşturmaz mı? O zaman senin bir ilahiyatçı olarak görevin Demirel gibi kenarından geçmek değil, izahını yapabilmektir." ( a. g. site. M. S. Hatipoğlu)

Bir ülke düşünün ki, çoğu insanlar açlıkla, yoklukla , maddi sıkıntılarla mücadele etmektedir. Camii kapılarının önleri, köşe başları, sokaklar dilencilerden geçilmemektedir. Böyle bir ülkede hırsızlık vuku buluyor ise, ne yapmak lazım? 

Buyurun isterseniz karnını doyurmak için hırsızlık yapanların ellerini kesiniz!.. Oysa, büyük inkılapçı Hz.Ömer (ra)'ın dönemine göz atacak olursak, Hz. Ömer (ra); kıtlık yıllarında hırsızlık yapanlara ceza vermemiş, ne ellerinin kesilmesini, nede her hangi bir yaptırım uygulamamıştır!.. 

Demek ki, İslami emirleri, çağa taşıyacak alimlere ihtiyaç bulunmaktadır. Öylesi, ilmihallerine lüzumsuz bilgileri doldurup, milletimizin düşüncelerini meşgul eden alimler değil. Örneğin, kuyuya fare düşmesi, şu kadar su çekilmesi vb. bir hayli fuzuli bilgiler.. 

Rabbimiz!.. Müslümanlara bilgi ve bilinç, anlayış ve fehim lütfetsin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

mehmet akif, dindarlık, islam anlayışı
Açarız nazmı celilin bakarız yaprağına

Yahut üfler geçeriz, ölünün toprağına,

İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.

 ( M. Âkif )


Osmanlının son döneminden bu yana, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde, hakkında iyi veya kötü konuşulan, yazılan, kalem oynatılan, gündeme taşınan, övülen, sayılan, yerilen Akif gibi bir kişi daha olmamıştır. 

Tabii ki, tüm bunlar, tam bundan 78 yıl önce ebedi aleme, hakka yürüyen Akif'in kemiklerini sızlatmak demektir. Âkif, aziz milletimiz için, onun aydınlanması, İslamî, Kur'ânî açıdan bilinçlenmesi için hayatını buna harcamış, bu uğurda kısacık ömrünü tamamlayarak, Allah'a teslim olmuştur.

Bilhassa, son zamanlarda, ateist kesimden ziyade, geleneksel Müslüman kesim Akif'e saldırır, hücum eder olmuştur. Niçin ve neden? 
 
Çünkü, Âkif, geleneği, klasik İslami düşünceyi kabul etmeyen, reddeden, Kur'ân'ın çağdaş şekilde tatbik edilmesini, yaşanmasını isteyen bir alimdi. İşte, bu sebeple, gerici, bağnaz, tutucu, mutaassıp çevreler ve önde gelenler, alışık oldukları adetlerin, uydurmaların, hikaye müslümanlığının elden gitmemesi , milletin Kur'ân'ı anlamaması için, bu uğurda çalışan, emek veren, sa'yü gayret gösteren ilim, bilim, Kur'an adamlarına saldırmışlar ve hala da saldırıları devam etmektedir.

Geleneksel Halk Dindarlığı


Bu dindarlık tipi öteden beri köklenip, kalıplaşmış unsurlar halinde var olan, günümüze kadar yaşanarak gelen dindarlıktır. Gelenek ve geleneğe bağlılık, taklitçilik ve şekilcilik bu tipin aslî özelliklerindendir. M. Akif bu tipi iki kısma ayırır. Bunlardan birincisi sade Müslüman tipi diğeri ise hurafeye bağlı bir dindarlıktır.

Akif'in üzerinde durduğu sade dindar tipi, ibadetini düzenli yapmaya çalışan günlük dünya işleriyle ibadetlerini birlikte yürüten Müslüman tipidir. Akif " Fatih Camii"de cemaatle namaz kılan kendi babasından söz eder ve " Mehib yüzlü bir adam, kılar edeple namaz" (Safahat 1, s.7) derken, namazın edeple kılınmasını ve sade Müslümanların böyle kıldıklarını söylemekte ve diğer Müslümanlara da yol göstermektedir.

Başka bir yerde babasının mezarına annesiyle giden çocuğun "Tebareke" okuyuşu ve bu okuyuşu "Kemali vecd ile ezber tilavet eylemede" ( Safahat 1,s 38) diyerek izah edişi, toplumda kabirlerin ziyaret edilişine ve burada Kur'an okunuşuna işaret etmektedir. Bu durum halkın benimsediği sade ve güzel Müslüman yaşantıya bir örnektir.

O halk dindarlığına örnek olarak bir çok yerde cemaatin camilerde toplandığını ve birlikte namaz kıldıklarını ifade etmektedir. Bunlara örnek olarak: " Akşam olmaz mı, fakat toplar ahaliyi ezan" ( Safahat VI,s. 316) ve " Öğle olmaz mı, cemaatle kılarlar namazı" ( Safahat VI. s.318). İfadeleri, onun Müslüman köylerini tasvir ederken kullandığı ifadelerdir. Burada şair, özellikle kırsal kesimlerde sade halk dindarlığının en güzel örneklerini sunmaktadır.

İkincisi ise hurafeye bağlı bir Müslümanlıktır. Buna örnek verirken M. Akif: " Yılancık ( mikrobik deri hastalığı) hastalığına yakalanmış bir çocuğun tedavisinden bahsederken; aktardan alınmış zencefil için " okunmuş olmalı ha" ve konuşmanın devamında " Hanım geçer nefes ettir... Geçer mi/ İnşallah" ( Safahat 1,s.50) ifadelerini kullanmaktadır. Burada şair, hastalığın okuyup üflemekle geçeceğini zanneden Müslümanların varlığını gönderme yapmaktadır.

Akif bir vaazında " Bir zamanlar kolera gibi, veba gibi hastalık gelince hafızlar tutulup, memleketin etrafı devr ettirilirdi. " dedikten sonra " Evet öyle bir usul vardı. Lâkin hiç bir vakit dindarâne değildi." ( M. Akif " Koleraya Dair", SM. S:115,s.178-179) demektedir.

Başka bir yerde yine; " Ay tutulmuş, Kovalım şeytanı kalkın" diyerek, dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek" ( Safahat II, s.142) ifadesiyle de batıl inançlara saplanmış bir Müslüman topluluğunu ele almaktadır. Burada ayın tutulmasını şeytana bağlama ve bundan kurtulmak için dümbelek çalmak gibi İslam'a ters düşen bir inanış sergilenmektedir. Yine İslam adına uydurma hadislerin kullanılmasından dolayı " Hurafeler bürümüş en temiz Menabi'ni" ( Safahat IV.s. 221) demektedir Akif bu konuda:" ( mehmetakifarastirmalari.com )

Akif; yukarıda zikredilen hususlardan dolayı gelenekçi İslam'a, İslam anlayışına karşı olmuştur. Bu karşı oluşu da hayatı boyunca hiç inkıta uğramadan, her hangi bir dur durak bilmeden devam etmiştir.
Akif, iyi bir milletsever, vatansever, kuvvacı, çağdaş bir Müslüman aydın idi. Zaten, " Çanakkale şiiri"ni, " İstiklal Marşı"nı, ve topluca Safahat isimli meşhur eserini bu hislerle, bu duygularla dile getirmiş, insanımızın aydınlanmasına sunmuştur.

Akif'in, Mısır'a gitmesini , oraya sürgün edilmesi şeklinde değerlendiren bir kısım mutaassıp çevreler, bu düşünceyi, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı sevgisizliklerini izhar etmek için uydurmuşlardır. Çünkü, mutaassıp çevreler, hanedancı, saltanatçı, kralcı, padişahçı daha doğrusu Beni Ümeyye, Emeviyye zihniyetinin yaşamasını, sürekli olmasını isteyen kesim olmalarından ötürü, Akif'in, özgür düşüncesine, hür fikirlerine, Kur'an anlayışına hasım olmuşlardır.

Akif'in, II. Abdülhamid Han'a karşı bir düşmanlığının, husumetinin olması mümkün değildir. Ama, genel mana da, Akif, tek idareye, padişahlık düşüncesine, hanedanlığa zıt, karşıt bir insandır. Akif, İslam'ın şura sistemine verdiği değeri, Kur'an'ın bu mevzuda önerilerinin yaşamasını isteyen mücahid bir insandı..

Bir kere, Akif; " Mısır'a kaçtı, sürgün edildi" diyen, iddia eden zümrelere şu hususu sormamız gerekir.. Mustafa Kemal Atatürk'ün Meal çalışmalarını Akif'e vermesi, bu mevzuda ısrarcı olması , meal için de Akif'e ücret ödenmesi neyin nesidir? Tabii ki; Akif; Mısır'a, kendi gönlüyle gitmiş, orada, M. Abduh, Reşid Rıza vb.çağdaş alimlerle teşriki mesaisi Kur'an için olmuştur!..

Merhum Akif'i ; vefatının 78 nci yılında rahmetle, dualarla, Fatiha'larla anmamak mümkün değildir. Ruhu şad, makamı cennet olsun. Keşke neslimiz, onun Kur'an anlayışını, İslamî düşüncesini bir anlamış olsa da, günümüzde yaşanan, bağnazlıklardan, taassuptan kurtulmuş olsaydı!.. Heyhat.. Heyhat!.. Hâlâ, yobazlık, mezhepsel kavgalar, hizipçilik kendi milletimizi kasıp kavurduğu gibi, alemi İslam'ı da, içten içe çürütmekte, birliği, beraberliği, ümmet bilincini hak ile yeksan etmektedir.

Dolayısıyla, yeni neslin, 21 nci asrın insanının, Müslamanlarının, Akif'i, anlayabilmesi için, çok çok okuması, Kur'an'ı elden bırakmaması, sahih sünnete sarılması lüzum etmektedir. Çünkü, Akif, hurafeye düşman, gelenekçiliği sevmeyen, taklitçilikten iğrenen ve nefret eden büyük bir alim ve şair idi.

Yine keşke demek zorunda kaldım. Keşke Akif'in Kur'an meali elimizde bulunmuş olsaydı da, tıpkı, merhum Hamdi Yazır'ın meşhur tefsiri gibi elden ele , dilden dile dolaşır olsaydı. Ama, ne acı ki, bir kısım menfaatçi, maddeci çevreler, alim geçinenler, M. Hamdi Yazır'ın tefsirini de, mahvı perişan ettiler, aslî şeklini " sadeleştiriyoruz" diye kuşa döndürmüş oldular. Ne diyelim? Onları, Allah'a havale etmekten başka elimizde bir imkanımız bulunmamaktadır.

Rabbimiz!.. Akif merhumun makamını cennet, arkadaşlarını Resulullah (sav) ve sahabe-i kiram eylesin!..Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

Hz. Adem Cennet
"Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları ( cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik." (Bakara sûresi, âyet 36)

" Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır." (Bakara sûresi, âyet 37)

Bilindiği üzere, bu mevzu üzerinde, bir hayli yorumlar yapılmış, nedir, ne değildir diye, cennetin mekanı, nerede olduğu, nasıl bir şekilde bulunduğu, hali hazır cennet var mıdır? vb. binlerce insanın zihnini meşgul eden soru ve istifhamlar!.. 

Tabii ki, Hz. Âdem'in Rabbinden aldığı ilhamlar hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bu ilhamlar, onu ikaz ve irşat mahiyetinde tavsiyelerdir. İbn Mes'ûd'a göre namazlara başlarken okuduğumuz "Sübhaneke", Hz. Âdem tarafından o zaman söylenmiş bir tesbih ve duadır. 

Cennet hakkında doyurucu, tatmin edici bilgilere ulaşmak için konuyu, günümüzün çağdaş müfessirlerinden Prof. Dr. S. Ateş Bey'e bırakalım: 
" Cennetin, gözden saklı, girift ağaçlı bahçe anlamına geldiğini daha önce söylemiştik. Cennet, dünyadan sonra varılacak ebedî bahçenin de adıdır. Acaba Âdem'in yaratıldığı cennet, yeryüzü cenneti midir, yoksa ebedî cennet midir? Sorusu bilginler arasında ihtilâf konusudur.
Âdem'in yaratıldığı cennetin Filistin yahut Fâris ile Kirman arasında bir yer olduğu ileri sürülmüş, Âdem'in cennetten inişi de, buradan Hindistan'a nakledilişidir, denilmiştir. Âdem'in yeryüzünde yaratıldığı, âyetlerin kesin ifadesidir. Demek ki Âdem dünyadaki bahçelerden birinde yaratılmıştır.
" ihbitû" " İniniz" fi'linin kökü olan hübut " hübut" yüksek bir yerden aşağıya inmek, yokuştan aşağıya doğru gitmek anlamlarınadır. İsrail oğullarına: " İhbitû mısran" " kente giriniz" buyurulmuştur. Buna göre Âdem'in yaratıldığı cennetin, bir tepe üstünde bulunması, Âdem'in oradan düzlüğe inmesine hübut denmesi gayet uygundur.
Nitekim Kitâbı Mukaddes'te bu kıssa şöyle anlatılır: " Ve Rab Allah, yerin toprağından adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu. Ve Rab Allah şarka doğru Aden'de bir bahçe dikti ve yaptığı adamı ortaya koydu." ( Tekvin, 2/7-8)

"Sizi yerden yarattık, yine oraya döndürürüz ve sizi bir kez, daha oradan çıkarırız." (Âli İmran sûresi - 59). 

Bu iki âyet, Âdem'in, şu Yer'den yaratıldığını açıkça ifade etmektedir. Bu bakımdan Tevrat'ın yaratılış hakkında söyledikleriyle Kur'ân'ın söyledikleri arasında bir aykırılık yoktur.
Allah Âdem'i Yeryüzünde yaratmıştır ki onu ve soyunu Yeryüzünün halîfeleri ( birbirlerinden üreyen insanlar, hükümdarlar) yapsın. Bu yaratılmanın asıl amacı, halifeliktir.

Âyetlerde Âdem'in, yeryüzünde yaratıldıktan sonra göğe çıkarıldığından söz edilmemiştir. Eğer gerçekten Âdem, burada yaratıldıktan sonra gökteki cennete çıkarılmış olsaydı, bu husus mutlaka zikredilirdi. Va'dedilen cennet, kötülüklerden korunan mü'minlerin gireceği cennettir. Mel'ûn şeytân oraya giremez.

"Onların önünde altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği, gözlerin hoşlandığı her şey var. Ve siz orada sürekli kalacaksınız." (Zuhruf Sûresi: 71) âyetinin bildirdiği üzere orada gönlün çektiği hiç bir nimet yasaklanmamıştır. O cennetin nimetleri kesintisiz ve orada hayât, ebedîdiri.." ( K. Kerim Tefsiri, C 1, sayfa 131-132)

Müslüman toplumun , zihinlerindeki düşünceler, ordan burdan devşirme bilgiler tamamen hurafi, İsrailiyat içerikli bilgilerdir. Çünkü, bilhassa bizim toplumumuzun ellerinde dolaşan kitaplar, Kur'ân eksenli kitaplar olmayıp, genelde, Karadavut, Seadeti Ebediyye, İrşad, Dürretil Vaizin, İhya, Envarul Aşıkin vb. kitaplardır.

Tabii ki, söz konusu bu kitaplarda Kur'an dışı bilgilerle şişirilmiş, doldurulmuş, saçma-sapan ehl-i kitap kültürünü metheden, öven, benimseyen akıl dışı, Kur'an dışı, sahih hadis dışı derlenmiş, toparlanmış eserlerdir.

Zaten, bunların dünyasında, yani bu eser sahiplerinin beyin ve belleklerinde S. Ateş, M. Okuyan, M. İslamoğlu, A. Bayındır, S. Merdin vb. İslam aydınlarına yer bulunmamaktadır. Bunların iddiaları, "İsa ölmedi", "şu anda Rabbin sağ tarafında yaşamakta", "ahir zamanda yeniden dünyaya gelecek ve insanlığı müslümanlaştıracaktır" bilgileri eksenlidir. Konuyu uzatmadan, adı geçen tefsirden tamamlayalım:

" Eğer Âdem'in bulunduğu cennet, huld ( ebedî) cennet olsaydı, orada zaten ebediyyet içinde bulunduğundan, Âdem'in ebediyyet aramasına lüzum yoktu. Halbuki Âdem, ebediyyete ermek için yasak ağacın meyvasından yemiştir.

Eğer bu cennet ebedî cennet olsaydı, ondan çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi, orada günah işlenmezdi. Çünkü Kur'ân'da cennet, doğru hareket edenlerin, ne saçmalamaya, ne de günaha sokmayan bir kadehten iştahla içecekleri yer olarak nitelendirilmektedir.

Demek ki ebedî cennette günah işlenmez. Halbuki Âdem'in bulunduğu bir âyet ise Âdem'in bulunduğu ilk cennet: " Sen orada acıkmayacaksın ve sen orada susamaycaksın." (Tâhâ sûresi, âyet 118-119). şeklinde, acıkma ve susamanın olmadığı bir yer olarak tasvir edilmektedir. Muhammed İkbal, bu âyetler den şu sonuca varmaktadır:

" Kur'ân'ın Âdem hikayesindeki cennet, insanın pratik olarak çevresiyle münasebet kuramadığı, dolayısıyla ferdî ihtiyaçları hissetmediği bir durumu gösterir. İnsanın bu ihtiyaçları hissetmesi, insan kültürünün başlangıç noktasını işaretler. Demek ki Âdem'in cennetten inmesi hikâyesinin, insanın bu gezegende ilk kez görünmesiyle bir ilgisi yoktur. Bunun gayesi, insanın içgüdüye bağlı istekten, itaat ve isyana kabiliyetli, bilinçli isteğe, irade hürriyetine, yani insan benliğine kavuşmasını anlatmaktır." (a. g. tefsir, S. Ateş, C 1, s 132)

Tüm bunlardan, bu anlatımlardan anlıyoruz ki, İslam'ın dünyasını Kur'ânî doğrultuda şekillendirmek, İsrailiyat, muharref Tevrat ve İncil kitaplarından ayıklamak lazımdır. Çünkü, Tevrat ve İnciller, kendi milletlerine bu gün hizmet edememekte, irşad, tebliğ ve vahdaniyyet fikrine yönlendirememekte, beşeri tanrılaştırma fikirleri ile mabedleri boşaltmş durumdadır.

Bilhassa, Müslümanlar arasında ellerde dolaşan tarih kitaplarına çok çok dikkat etmeliyiz.. Hangisi gerçek bilgilerle donanmış, hangileri Tevrat kitabından alınma bilgilerdir, bunu her Müslümanın hakkıyla bilmesi lazımdır.

Yukarı satırlarda da izah edildiği gibi, Âdem (as) yeryüzünde insan olarak yaratılıyor, etten, kemikten, nefisten müteşekkil bir halde iken, cennete konuluyor. cennet, dünya hayatından farklı, dünyadaki gibi, yemenin, içmenin, tüm beşeri ihtiyaçların bulunmadığı bir mahal olduğu halde, orada şeytanın kandırmasıyla, yasak meyvadan yemesi nedeniyle , yeniden yeryüzüne kovulması, sürgün edilmesi, birbiriyle çelişkili, tenakuz dolu bilgilerdir.

Ümid ederiz ki, yeni neslimiz, gelecek kuşaklar, bu günkü atalarcı, gelenekçi düşünce ve abartmaları hayatlarında tatbik etmezler, onları sorgulayarak, gözden geçirerek yaşamlarında uygulamış olurlar..
Rabbimiz!.. Neslimize, gençliğimize Kur'ânî bilinç nasip eylesin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

kuran, islam, kadına şiddet
" Erkekler, kadınları gözetip kollayıcıdırlar, Şundan ki, Allah insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar. Allah'ın kendilerini koruduğu gibi gizliliği gereken şeyi korurlar. Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/ bulundukları yerden başka yere gönderin. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür." (Nisa sûresi, âyet 34)

Günümüz dünyasında, her aklına esen insan, Kur'ân meali hazırlamakta, ayeti kerimeler arasında, parantezler açarak, çeşit eşit yorumlar getirmekte ve çoğu zamanda, ayetin asıl kavramı ile ilgili olmayan hususları ayetlere ekleyerek, kafa karıştırmaktalar, Müslümanların zihin dünyalarını allak bullak etmektedirler. 

Yukarıda, arzettiğim ayeti kerimenin Türkçesini, sayın Y. N. Öztürk hocanın mealinden almış oldum. İsterseniz, diğer yüzlerce Kur'an Mealini araştırın, inceleyin ve sonra göreceksiniz ki, tamamen birbirlerinden farklı, ayrı ayrı anlam yüklemeleri olmuş, herkes kendi keyfi ve arzuları doğrultusunda Kur'an Meali hazırlamıştır.

Tabii ki, Başkanlığımızın, söz konusu Kur'an Meali çalışmalarına bir " dur" demesi, layık olmayan, insanımızın beyinlerini karıştıran hazırlanmış meallere vize vermemesi lazımdır. Aksi, halde, her kafadan bir ses çıkarsa, herkes kendine göre ayetlere yorum, anlam getirirse, bu işten sıyrılmamız, kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

Bu noktadan hareketle, günümüzde, vuku bulan kadınlara şiddet konusunu bir alıntı ile tetkik edelim: Bakalım, Kur'an'da, kadına şiddet var mıdır veya yok mudur? 

" Kur'an'da geçen kadınlarla ilgili en çok tartışma konusu olmuş ayetlerden biri Nisa Suresi 34. ayettir. Bu ayeti ( birlikte ) inceleyelim. Prof. Yaşar Nuri Öztürk şöyle demektedir:

" Bu ayet erkeklerin kadına ' kavvam ' yani koruyucu, kollayıcı, gözetici olmalarıdır. Ne var ki Kur'an ayetlerini, kadını horlamak için pervasızca tevil eden ve sürekli anlam kaydırmaları yapan çoğu müfessirler bu ' kavvam ' kelimesini hakim, yönetici gibi Kur'an'daki kullanımına uymayan anlamlar vererek erkek despotizmine gerekçe yapmışlardır.

Aynı ayetteki ' fadribu' kelimesi, Kur'an'da kullanılan anlamlarından yalnız bir tanesiyle kayıtlanmış ve emirden hep ' dövmek' çıkartılmıştır. Bütün tevillerini ve yorumlarını kadın aleyhine yapan yaklaşımlardan zaten başka bir şey beklenemezdi. 

Oysa, kelimenin diğer anlamları ayetin amacını ve düzenlenen konunun maksadını çok daha doyurucu biçimde önümüze koymaktadır. İşin esası şu ki, Kur'an bir çok yerde sergilediği kelam mucizesini burada da sergileyerek, bir tek kelimeyle bir kaç alternatifi birden vermiştir. 

Biraz teknik detay verirsek şunları söyleyeceğiz: ' Fadribu' emrinin kökü olan ' darb' kelimesinin 30'a yakın anlamından en önemlileri ' vurmak, dövmek, huruç ( çıkmak) zehap ( gitmek) ve dolaşmaktır' ( Bakınız: İbn Mansur, Lisanul Arab, ' Darb' Maddesi) Durum bu olunca konumuz olan ayetteki emri bu anlamların muhtemel olan her biriyle değerlendirmek gerekmektedir. Buna göre emri aynı zamanda ifal kalıbından da anladığımızda ifade ettiği manalar şunlar olur:

  • Onları evden çıkarın, 
  • Onları bulundukları yerin dışına gitmek zorunda bırakın, 
  • Onları dövün. Kur'an böylece içinde bulunulan duruma ve karşılaşılan şartlara göre bu üç seçenekten birinin kullanılmasını istemektedir.
Ve dikkat edilirse ilk iki seçenek düzenlenen konuda, sonuç almak bakımından hem insan psikolojisine hem de hukuk mantığına daha uygundur." (Y. N. Öztürk, Kur'an'daki İslam, s-552-554)
İşte, tüm bu anlatımlar bizlere göstermektedir ki, yanlış din algısı sebebiyle, ülkemiz sokaklarında kadın feryadından, öldürülmesinden, vahşetinden, kocaların; hapishaneye uğurlanmasından, çocukların mağdur ve perişan olmasından, yuvaların yıkılmasından, tarümar olmasından geçilmemektedir.

Peki, bu olumsuz, çirkin, nefret veren davranışlar ne zaman sona erecek, yuvalarda huzur çiçekleri açacaktır? Bu kaosun çözüm yolu, çaresi nedir, ne değildir? Bu hususların tartışılması, gündeme alınması, çare, fikir, kurtuluş halinin düşünülmesi gerekmektedir.

Polisiye tedbirler, Jandarmanın, emniyetin evleri gözetlemesi, yüz metre, iki yüz metre, beş yüz metre yaklaşılmaması müeyyidesi, çözüm ve netice vermemektedir. Çünkü, gözü dönmüş cahil koca; laf anlamayan, lüksün, konforun hasretini çekmekte olan hanım efendi, bu mevzuda direndikçe direnecek, çiftler birbirlerine meydan okuyacak ve sonucunda da ölüm, vurma, şiddet ve darp vuku bulacaktır!..

O halde ne yapmalıyız? Bir kere, her şeyden önce, yanlış din algısının giderilmesi, beyinlere, dimağlara Kur'anî emirlerin verilmesi, anlatılması, en başta gelen çözüm yoludur. Tabii ki, bu işin çıkar yolu da, Başkanlığımıza düşmektedir.

Yüz bini aşan bir Din adamı kitlesi, ellerindeki Kur'an'la problemin üzerine üzerine yürüyecekler, uydurma hadislerden ziyade, Resulullah (sav)in ve sahabe-i kiramın örnek yaşantılarını misal vererek, örnek göstererek, ülke gündeminde yep yeni bir çığır açmış olacaklardır.

Yukarıdan beri anlatıldığı, zaman zaman bu hususların üzerinde çalışma yapıldığı gibi, millet olarak, kadın ve erkek çatışmalarından çok sıkıntı, ızdırap çekmekte, her alanda, her yerde ağıt, figan, feryat, acı dolu sayhalar, iniltiler duymaktayız.

Bir kere, 21 nci çağın insanlarına böylesi rezilce, utanılacak, hicap duyulacak davranışlar yakışmamaktadır. Yabancılar, Ay'a, Mars'a yolculuk yaparken, bizim Müslüman olarak sokaklarda ailevi kavgalar yapmamız, el aleme rezil olmamız terbiyesizce bir haldir.

Tabii ki, kadın-erkek arasında zaman zaman tartışma, niza', anlaşamamazlık, fikir ve görüş ayrılığı olabilir. Niçin oldu diye? Hemen, silaha sarılmak, vurmak, kırmak, öldürmek günah ve ayıp şeylerdir!.. Elbette, bir sıkıntı olduğu vakit, medenice, insanca konuşup, ya ayrılık veya birleşme cihetini tercih etmeliyiz!..

Rabbim!.. Aziz milletimize, huzursuzluk, sıkıntı, kaos vermesin!.. Dirlik ve düzen nasip eylesin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *