2014

akıl ve islam
" Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem; dedi." ( En'âm sûresi, âyet 76 ) 

" Ay'ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. Oda batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi." ( En'âm sûresi, âyet 77 )

" Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin ( Allah'a ) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." ( En'âm sûresi, âyet 78 )

"Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim." ( En'âm sûresi, âyet 79 )

Ayeti kerimenin kısaca tahlili şöyledir:

" Hanîf " yüce Allah'ı bir bilen, Tevhidci, Vahdaniyetçi, Hakk'a yönelen ve bâtıldan hoşlanmayan, kaçan anlamını ifade eder. Yukarıda ayeti kerimelerde de izah edildiği gibi, İbrahim (as)'ın, bu davranışından maksat, gerçekten Allah'ı aramak mı, yoksa gök cisimlerine tapanları kınamak, onların gittiği yolun yanlış ve yaptıklarının bir sapıklık olduğunu göstermek midir? 

Bu husus da tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Ancak ikinci görüş gerçeğe daha yakındır. Çünkü : " İbrahim, babası Âzer'e: Bir takım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti." ( En'âm sûresi, âyet 74) 

Onun içindir ki, tüm bu ayetler göstermektedir ki, Hz. İbrahim'de tevhid inancının mevcut olduğunu göstermektedir. Zaten, En'âm 78 nci âyet de bunu izhar etmektedir. Bilindiği üzere, İbrahim (as)'ın kavmi, Irak'ta yaşayan Keldânîler idi. Yıldızlara, gök cisimlerine taptıkları gibi putlara da taparlardı. Hz. İbrahim babasının ve kavminin putlara taptıklarını görünce onları sert bir dille kınadı. putların tapılmaya lâyık olmadıklarını, Allah ile insanlar arasında vasıta olamayacaklarını hatta onlardan hiç bir fayda ve zararın gelemeyeceğini bildirdi. Hz. İbrahim (as)'ı şu alıntıdan okuyalım:

" Bildiklerimiz... Hz. İbrahim milattan yaklaşık 2700, günümüzden ise 4700 yıl önce ( Azerbaycan ve etrafını içine alan Sümer bölgesinde) Irak'ta, Sümer şehirlerinden UR sitesinde yaşamaktadır.
Babası Azer, bir put ustasıdır; put yapar ve satar. Geçimini bu yüzden kazanıyor gibidir. Azer, yaptığı putları satmakla kalmaz, onlara tapar da. ( Azer, farsça bir kelime olup, ateş anlamına gelir. Baygan, bekçi korucu anlamında. Azerbayigan ateşin bekçisi anlamına gelir ki, Azerbaycan'ın orijinal şeklidir.
Azerbaycan geçmişten beri petrol, dolayısıyla sürekli yanan ateşlerin bulunduğu bir yerdir. 

Azerbaycan'ın, sanki Azer'in memleketi gibi bir anlamı da var gibi geliyor bana. Eğer böyle ise bu bölgede hep Türkler yaşadığından, Azer'in Türk soylu olduğu ortaya çıkar. Son zamanlarda Sümerce ile Türkçe'nin birbirlerine yakınlığını vurgulayan bir çok yayın var)

İbrahim, aklı ile Allah'ı bulan bir insandır. Bu hali ile geleneklerin ve sürüleşme davranışının dışına çıkabiliyor İbrahim. Bir kısım İslam alimleri, kendilerine peygamber gelmemiş olan toplumlarla, kendilerine peygamber sözü ulaşmamış toplumdaki insanların, akılları dolayısı ile tek tanrı inancına ulaşmak zorunda oldukları şeklindeki görüşlerine destek olarak Hz. İbrahim'in Allah'ı bulmasını örnek olarak gösterirler.

İbrahim putlara hakaret edip, babasını ve kavmini tek Tanrı inancına çağırır. Ancak babası ve kavmi, bu davete karşı çıkarlar. Bu karşı çıkış öyle şiddetlenir ki, İbrahim kendi memleketini terkederek Babil'e gelir. Babil hükümdarı Nemrud, Babilliler gibi güneş ve yıldızlara tapmaktadır.

İbrahim Babil'e gelip, Allah'ın kendisine verdiği görev doğrultusunda, tek Tanrı inancını Babil'de anlatmaya başlar. Anlatılanlar Nemrud'un kulağına gelir ve bu anlatılanlardan hiç hoşlanmaz. Nemrud bu anlatınlanları çok yanlış bulduğu gibi, anlatan kişinin sıradan bir insan, bir düzenbaz olduğunu halka göstermek ve onun halk üzerinde oluşmuş olan çok güçlü etkisini gidermek için, gösteriye dayalı bir ceza vermek ister ve onu ateşin içerisine atar.

Ancak ateş İbrahim'i yakmaz. Olay Nemrud'un düşündüğünün tersi bir şekilde cereyan edince, İbrahim'in halk üzerindeki etkisi daha da güçlenir. Belki de bu hadiseden sonra Nemrud'un hükümranlığı sona ermiştir. Ateşin İbrahim'i yakmaması, çok acaib, hayret verici bir iştir. Bu iş nasıl olmuştur? "Biz dedik ki, Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet ol." ( Enbiya: 69 ) Yani Allah, ateşin özelliğini İbrahim için değiştiriyor ve sadece Ona karşı ateş, serin ve emin bir ortam oluyor. Ateşin serin olabilmesi için ısısının düşmesi gerekir.

Öyle ateşler vardır ki, eli bile yakmaz. Sihirbazların ağızlarına alıp yaladıkları alevler böyle ateşlerdendir. Ateşin ısısındaki bu düşüş, enerjinin bir halden bir başka hale çevrilmesi ile olabilir. Eğer ısı enerjisinin bir kısmı ışık enerjisine dönüştürülürse, görünür bölgedeki ışık, içindeki maddeyi yakmaz; ama alevin parlaklığı devam edebilir.

Ayrıca her ateşin sıcaklığı da aynı değildir. Eğer bir alkolü yakacak olursanız düşük dereceli bir alev elde edersiniz, ama bir benzinin alevi çok şiddetli olur. Nar enerjisinin, nur enerjisine çevrilmesi gibi bir benzetme de başlangıçtaki anlattıklarımıza uygun düşer.

Böyle bir mekanizmanın açıklanması, ileride yangın söndürmede bir metot doğurabilir. İbrahim için soğuyan bir ateşin soğutulma mekanizması keşfedilirse, büyük tahribatlar oluşturan yangınlar söndürülebilirler." ( Ol, C. Çevik, s. 254-255-256 )

Demek ki, Hak davası, Hakkın sesi; hiç bir putçu, putperest, şirkçi, müşrik tarafından susturulması mümkün olmamaktadır. İbrahim (as)'ın hak mücadelesi de böyle bir mücadeledir. İbrahim (as)'ın tüm putların boyunlarını vurup, yere düşürmesi, put haneyi toz duman etmesi, Nemrud'a karşı ölümsüz, korkusuz mücadelesinde başarılı olmuş, atılmış olduğu ateş bile kendisine gülzar, gül bahçesi olarak, isminin ilelebet anılmasına, rahmetle, yad edilmesine sebep olmuştur.

Ya Nemrud? Elbette ki, Nemrud, küçük bir Sivrisineğin beynine nüfuz etmesi ile, girmesiyle onu aheste aheste bitirmiş, yemiş, tahrib etmiş, en sonunda da, kendi kendini helak ederek, cehenneme zümera olup gitmiştir.

İslam davası, Kur'anî mucizeler, ümmeti Muhammed ve tüm insanlık için birer örnek gösterilecek gerçekler olup, inananların böyle mucizeler karşısında daha çok şükür ve hamdde bulunması, inanmayan, ateist, dinsizliği, imansızlığı yol olarak seçmiş bulunanların da, böylesi İlahi mucizelere lütfen nazar etmeleri, sanırım, kendi lehlerine, menfaatlerine, faydalarına olacaktır!.. Rabbimiz, bizleri, Kur'ânî mucizelere daha çok dikkat kesilen kullarından eylesin!.. selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir

hz. isa, islam
" Allah nezdinde İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona " Ol!" dedi ve oluverdi" (Âl-i İmrân sûresi, âyet 59)

Bilindiği gibi, Adem (as)'ı, topraktan, anasız ve babasız yaratan Allahü Teâlâ, İsa'yı da babasız olarak yaratmıştır.

Ayeti kerime de belirtildiği gibi, yüce Allah'ın kudretinin sonsuzluğu yanında, Hz. Meryem'in de iffetli olduğunun bir ifadesidir.  " Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma." (Âl-i İmrân sûresi, âyet 60)

" Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım , sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim." (Âl-i İmrân sûresi, âyet 61) 

Bu müthiş ayeti kerimeye " mübahale" ayeti denir ki, bir meselede haklı olanın ortaya çıkması için karşılıklı lânetleşmek demektir. Müfessirlerin belirttiğine göre Necran Hristiyanlarından bir heyet, Allah Resulü'nün huzuruna gelerek, Kur'an Hz. İsa'nın babasız doğduğunu kabul ettiğine göre onun Allah olması lazım geleceğini iddia ettiler.

Hz. Peygamber (sav) onları, bir araya gelerek kim yalancı ise Allah'ın ona lânet etmesi için dua etmeye çağırdı. Fakat, 64 kişilik Necran heyeti buna yanaşmayarak Müslümanların himayesine girmeyi kabul eden bir antlaşma imzalayıp gittiler.

Ne acı ki, Hristiyan dünyası, Teslis'i icad ettiğinden bu yana, Meryem'i ve İsa'yı tanrılaştırmaktan kurtulamadı. 21 yüzyılda kiliseler, kerkler boş olmasına rağmen, sadece nikah törenlerinde, cenaze merasimlerinde kullanılmasına rağmen, söz konusu bu boşluğun, insanın gelmemesinin sebepleri, niçinleri araştırılmadı, bir türlü irdelenmemiştir. 

 Halbu ki, " İsa'nın yaratılışında anne vardır, baba yoktur. Normalde yaratılış, anne ve babanın üreme hücrelerinin birleşmesi ile oluyor. Üreme hücrelerinin birleşmesi ile iki üreme hücresi zigot adlı tek hücre haline geliyor.
Aslında olay, sadece iki hücrenin birleşmesinden ibaret değildir; ana ve baba olmak üzere iki kaynaktan gelen farklı iki bilginin tekleştirilerek basamaklı olarak somutlaştırılmasıdır.
İsa tipi yaratılışta, babadan gelecek olan bilgi, bir üreme hücresi halinde şekillenmemiştir. Babadan gelecek olan sperm hücresi bir bilgi taşıyıcısıdır; bu sperm hücresi bir bilgi taşıyıcısıdır; bu sperm hücresinin yarım DNA'sında oluşacak olan canlının. cinsiyeti de dahil olmak üzere bir çok bilgi mevcttur.
Burada şu hususu belirtmekte özel bir fayda vardır: DNA ve onun organize şekli olan kromozomlar her ne kadar gözle görülmeyecek kadar küçük olsalar da mikroskopla görülebilirler. Bunlar kitlesi olan yapılardır. Üzerlerinde taşıdıkları söylenen bilgi ise soyut, kitlesiz bir özelliktedir." ( Ol, C. Çevik, sayfa 220 )

Buradan şunu anlamaktayız: Bilgi bazı zamanlarda, bir aracıya, bir elçiye ihtiyaç duyulmaksızın aktarılabilir. Hazreti Cebrail direkt olarak ruhu anneye üflemekte, anne hücrelerinden birisine bilgi yüklemesi yapılmaktadır.

Onun içindir ki, İsa peygamberin yaratılışında bu hücre, , aynı zamanda biyolojik bedeni ve nefsi oluşturmuştur. Ruh burada en başlangıçta verildiğinden zeka gelişmesi, kemale ermesi, konuşma kabiliyetinin kazanılması çok süratli olmakta, İsa belki de bu sebeple doğar doğmaz konuşabilmektedir. 

Dolayısıyla; " Hz. İsa tipi ruhlanma da Havva tipine benzer, ama ters yönde bir ruhlanma söz konusudur. Cennette Hz. Havva'nın yaratılışının tersi, dünyada Hz. İsa için olmuş gibidir. Ancak cennette erkekten dişi oluşturulmuşken, dünyada dişiden erkek oluşturulmuştur. Meryem'den İsa oluşmuştur.
Daha öncede tartışıldığı gibi Hz. İsa, Meryem'in bir yumurta hücresinin veya somatik hücrenin aktivasyon ile oluşabilir. Her iki halde de nükleusun veya DNA'nın yenilenmesi söz konusudur. Meryem'in bir hücresi, hücrenin belki de stoplazması kalıp olarak alınmış, buna ruhla beraber nefs yüklenmiş, sonra normal hamilelik süreci başlamıştır.
Anca Hz. İsa'nın bir hücrede ruh ve nefsi yüklendiğinden, hayatının her devresinde olgun insan özelliği göstermiş, ana karnında iken, bebekken konuşmaya başlamış, her zaman olağanüstülükler göstermiştir. Meryem'e Allah, melek aracılığı ile ruhundan üfleyerek Hz. İsa'yı oluşturmuştur." ( a. g. e. sayfa 242)

(Resûlüm!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar ( bu yüzden ) çelişirken de yanlarında değildin." (Âl-i İmrân sûresi, âyet 44)

Burada müfessirlerin ifadesine göre, İsrailoğulları, Tevrat'ı yazmakta kullandıkları kalemlerini nehre atmak suretiyle kur'a çekmişlerdi ki, böylece hangisinin kalemi su yüzüne çıkarsa Meryem'i o himayesine alacaktı. Bu kur'ayı oklarla çektikleri de rivayet edilmektedir.

Nitekim, Meryem sûresinin 27-33 ncü âyetlerinde de zikredildiği gibi, H. Meryem, Hz. İsa'yı dünyaya getirince, onun iffetinden şüphelenen kavmine karşı, daha yeni doğmuş olan Hz. İsa, yüce Allah'ın kudretiyle konuşmaya başlamış ve kendisinin Allah'ın kulu ve Resûlü olduğunu, kendisine Kitap yani İncil verildiğini, Allah tarafından mübarek kılındığını anlatmıştır.

Üzüntü ile belirtmeliyim ki, keşke! Kur'an'ın bahsetmiş olduğu Hak Kitap İncil, ellerde değiştirilmemiş şekliyle bulunmuş olsaydı, Matta, Luka, Markos ve Yuhanna isimleriyle birbirinden farklı, birbirinden değişik şekillere ayrılmış olmasaydı?

Hatta, bir takım gerçekleri içerisinde bulunduran "Barnabas" İncil'i, bu gün yasaklanmış, okunması, üzerinde araştırma yapılması men edilmiş olmasaydı!.. Bu gün, görülecek, müşahede edilecekti ki, İncil, Kur'an'ı tasdik etmiş, tüm insanlık Hz. Muhammed'in elçiliği karşısında birleşecek, insanlığın hayrı için çalışmalar yapılacaktı. Ama, olmadı, olmuyor, hâlâ da olacağa benzemiyor!..Rabbim!.. Tüm insanlığa hak ve hakikati bildirsin ve duyursun!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

Yılbaşı
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmışlardır.”

Haşr Suresi 19. Ayet

Bu kerim ayette açıkça görüldüğü üzere Allah’ı unutmanın doğal sonucu, Allah’ın kişiye kendisini unutturmasıdır. Kendisi olamayan bir kişiye “bir kişi” demek bile abestir. Bu kişi ister istemez bir başkası olacaktır. Kim olduğunu bilmeyen, kendini tanımayan ve tanımlayamayan ya da kendini başkası üzerinden tanımlayan bir hilkat garibesi…

Bugün uydurma bir geceyi kutlamaya hazırlanan Müslümanların durumu da tam olarak budur. Onlar Allah’ı unuttukları için Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu açıkça ortadadır. Onlara artık ne Müslüman denebilir, ne de herhangi bir kimlik yakıştırılabilir. Onlar artık gönüllü kölelerdir.

“Müslümanların Allah’ı unuttuğunu nereden çıkarıyorsun?” diyenler olacaktır. Ben de “Allah’ı unutmadıklarını gösteren nedir?” diye sorarım. Ve eklerim:

Bugün devletin oynattığı resmi kumar olan piyango pisliğine bulaşmış olanların büyük kısmı Müslümanlık iddiasında değiller midir?

Evlerine envai çeşit içki stoklayanların, marketlerde, yılbaşı olduğu farz edilen geceye özel olarak kurulmuş içki raflarına hücum edenlerin büyük çoğunluğuna sorsanız hangi dinden olduklarını söylerler?

En ciddi (!) haber kanalları, dergiler, gazeteler başta olmak üzere her mecrada uzun uzun yeni yıl falları bakan ve baktıran allamelerin büyük bölümü İslam’dan başka bir dinin mensubu olduklarını mı öne sürmekteler?

Çocuklarını salonlarının baş köşesine kurdukları ağacı süsleyerek, kılıksız bir ihtiyarın, masal dahi olamayacak saçmalıklarıyla büyüten, üstelik bunu marifet sayacak bir nesil yetiştirip tüm değerlerinin kökünü kurutan ucuz robotlar, dindarlıkları camilerden diyanetin yeni yıl (!) takvimini almaktan ibaret olanlarla aynı kişiler değiller mi?

İşte bu gecede, Müslümanım diyenlerin göstere göstere ve hatta övünerek yaptıkları bu eylemlerin tamamına Yüce Allah Subhanuhu ve Teala tüm insanlığa gönderdiği son kitabında PİSLİK diyor. Hem de şeytan işi pislik.

“Müminler! Hamr (kişiyi sarhoş edip uyuşturan şey), kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytan işi pisliklerdir. Onlardan uzak durun ki umduğunuza kavuşasınız.”

Maide Suresi 90. Ayet

Kısacası Allah’ın “pislik” dediği her şeyin alenen yapıldığı geceye “yılbaşı gecesi” denmektedir. Failinin müslüman olduğunu iddia etmesi, fiilin pislik olduğu gerçeğini değiştirmiyor ki!


Ölüme biraz daha yaklaşmayı kutlamanın hiçbir akli açıklaması olamayacağı gibi aklını kullanan hiç kimse her an öleceğini bilerek Allah’ın pislik dediği her şeyi uydurma bir gece uğruna yapmaz. Belki de bu yüzden olacak ki Rabbimiz aklını kullanmayanların başına gelecekler için de aynı kelimeyi kullanmaktadır: Pislik!

“Allah’ın onayı olmadan kimse imana gelmiş sayılmaz. Allah, aklını kullanmayanların üstünde inançsızlık pisliği oluşturur.”

Yunus Suresi 100. Ayet

Ne yazık ki kanunlarca da suç sayılmayan, neredeyse iftihar edilecek bir fiil haline gelmiş olan, hatta haram olduğunun dile getirilmesi kimi çevrelerce bağnazlık sayılıp alay konusu edilen, oysa faillerinin bile kendilerini rahatlatmak için adına aşk ya da flört demek zorunda hissettikleri zina suçu da yine bu malum gecede iyice ayyuka çıkmakta değil midir?

“Zinaya yaklaşmayın; o, çirkin bir iştir, kötü bir yoldur”

İsra Suresi 31. Ayet

Üstelik tüm bu ayetlerde pislik olarak nitelendirilen eylemleri yapmayın demiyor Rabbimiz. Onlara yaklaşmayın, onlardan uzak durun diyor. Diğer bir deyişle bu eylemleri yapmayı aklınıza bile getirmeyin!

Her türlü sınırın aşılmasının ertesi gün anlatılacak bir iftihar vesilesi haline getirildiği bu gecede yapılan israfı söylemeye gerek bile yok. İsrafın Allah’ın kesin bir yasağı olduğu (Araf 31) Müslüman toplumlarda artık masallarda bile yer almamaktadır dense yeridir.

Şimdi bu ayetleri unutmuş olan kişilerin Allah’ı unutmuş olmamaları mümkün müdür? Üstelik Maide 90. ayetin sonu Müslümanlık müddeilerinin durumunun hiç de iç açıcı olmayacağını belirtiyor: “Onlardan uzak durun ki umduğunuza kavuşasınız”.. Yani bu gidişle umduğunuz o mutlu sona kavuşmanız mümkün değildir… Zaten Haşr 19. ayet de Allah’ı unutanlar için boşuna “onlar yoldan çıkmıştır” demiyordu…

Müslümanlar Allah’ın ayetlerini hayatlarına geçirmemişlerdir. Müslümanlar Allah’ı unutmuşlardır. Bunun en tabii sonucu olarak Allah da onlara kendilerini unutturmuştur.

Haşr Suresi 19. ayet sadece Müslümanlara değil, herkese hitap ediyor. Yani bu unutma ve unutturulma kuralı her insan için geçerlidir. Mezkur günü, Allah’ın çok değerli bir elçisi olan İsa Aleyhisselam üzerinden kutsayan kitap ehlinin de bu yaptığının hiçbir delili yoktur. Onlar da Allah’ı unutmuşlardır. Dahası O’na ortaklar uydurmuşlardır. Ancak onların büyük bölümünün elinde Kur’an yoktur. Onlara Allah’ın bu son kitabının ulaşmaması da yine kendilerine Müslüman diyenlerin ayıbıdır.

Allah biliyor ki bu satırları yazan kişi de Allah’ın ayetleri ile buluşup onları hayatına geçirme kararı almadan evvel bu çirkinliklerin içine girmiştir. Allah’ın kendisine sınırsız ikramı sayesinde, o halde iken ölmeyip gerçekleri fark edecek kadar yaşamıştır. Bu nedenle amacı kimseyi tahkir etmek veya incitmek değil, belki Allah’ın bir tek kulunun mutlak gerçekle biraz daha erken buluşmasında elinden gelen bir şey varsa onu yapmaktan geri durmamaktır; Müslümanlara battıkları pisliği göstermeye çalışmaktır.

Haşr Suresi 19. ayetteki çok önemli bir noktaya daha dikkat etmemiz gerekmektedir: Allah’ı unutanlara Allah da kendilerini unutturur deniyor ancak “Allah da onları unutur” denmiyor. Allah insanı hiçbir zaman gözden çıkarmamaktadır. Allah’ın her kulunun her an dönüş yapma ihtimali bulunmaktadır (Zümer Suresi 53).

Dolayısıyla adı yılbaşı konmuş o geceyi diğer günlerden değerli kılan hiçbir şey yoktur ama doğru yola giden yolun “yolbaşı” paha biçilmez değerde olacaktır!

O halde insan uydurması hayali bir geceyi kutlamaya hazırlanılan bugün neden keskin bir dönüşle girilen doğru yolun “yolbaşı” olmasın?

Selam ve dua ile

Erdem Uygan - Kaynak: http://erdemuygan.com/2014/12/yolbasi/

sivrisinek - mosquito
" Şüphesiz Allah ( hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle ne murat eder? derler. Allah onunla bir çok kimseyi saptırır, bir çoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır ( çünkü bunlar birer imtihandır.) " ( Bakara sûresi, âyet 26 )

Ayetin kısaca izahı şöyledir:
Zikredilen âyette, bilindiği üzere, en küçük varlıklardan biri olan Sivrisinek ve ondan daha zayıf yaratıklarla temsil getirilmesini küçümseyenlerin aslında kendilerinin küçük ve değersiz oldukları, o yüzden Allah'a iman etmedikleri anlatılmış, bunlara değer verip iman edenlerin ise akıllı ve değerli kimseler oldukları bildirilmiştir.
Bunlar birer imtihandır. İnsanlardan bir kısmı iman eder, imtihanı kazanır, bir kısmı da kaybeder,
Hakikaten, küçük bir varlık olarak yaratılmış bulunan sivrisinek, görünüşte basit, işlevsiz, bir iş yapamaz gözüyle bakılmaktadır. Fakat, bizim ve bir kısım insanların nazarında, basit, iğreti bir varlık olarak bilinen Sivrisinek, tarihi verilere göre, geçmişte öyle bir görev icra etmiştir ki, dillere destan olmuş, o gündür, bu gündür, ibretle anlatılır olmuştur. 

Hani, şu putçu, put üreten, Hz. İbrahim (as)'ın ve onun hak davasının düşmanı Nemrud var ya, işte, o Nemrud, şirk ve tanrılık iddiasında başarılı olamamış, beynine girmiş bulunan bir Sivrisineğin oyuncağı, maskarası olmaktan kurtulamamıştır. İsterseniz, buyurun Sivrisinek nedir, ne değildir onu tanıyalım:

" Şimdi ayetteki gerçeği görmeye çalışalım. Demek ki " fevk" ile sivrisineğin vücudunun ana bölümündeki ( gövdesindeki) bir şeyden bahsetmiyoruz. Demek ki bizim dişi sivrisineğin üzerinde/ fevkinde /above/over bir şey var ve Allah hem bizim dişi sivrisineğimizi hem de onun üzerinde fevk halinde olan şeyi örnek göstermekten utanmayacağını söylüyor. Peki nedir sivrisineğin fevkindeki o şey? Allah'ın misal getirmekten utanmayacağı! Ama birilerinin utanacağı!!! Yani yarattığı biz insanların... Peki en çok neden utanırız biz?

Cinselliği konuşmaktan utanırız tabi ki... Allah'ın bize verdiği bir davranış biçimi olan utangaçlıkla çoğumuz böyle şeyleri konuşurken ve böyle şeylerden misal getirirken bizim anladığımız biçimde bir utanma duygusuna girmez. O'nun sakınabileceği, bizim gibi bir cinsellik ve şehvet esması yoktur. Hak olan gerçek ne ise O bize onu işaret eder. Peki o halde, ayetteki cinsel içerik nedir?
Sivrisinek biyolojisi ile ilgili bilimsel verilerin ayetle ilgili olanlarından kısaca bahsedelim ki alaka ortaya çıksın. Bu bilgilere siz de bir kaç kitap karıştırarak ya da internette gezinerek kolayca ulaşabilirsiniz.

Sivrisineklerin ne erkeği ne de dişisi kanla beslenmez. Çiçek özleriyle beslenirler. Ancak buna rağmen kan emenler dişi sivrisineklerdir. Kan emmelerinin nedeni de, döllenmiş yumurtalarının ihtiyacı olan proteinlerin, aminoasitlerin ve amonyağın karışımının kanda olmasıdır. Kızıl ötesini gören bir algı sistemi ile kana en kolay ulaşabileceği yeri bulan dişi sivrisinek o bölgeye lokal anestezi ile birlikte ( her kanı tercih etmediği için ) önce kan analizi yapar, uygunsa emer. Ve emdiği kanı pıhtılaştırmadan yumurtalarını beslemek için taşır. Demek ki dişi sivrisinek yumurtaları döllendikten sonra kan aramaya başlar. Peki yumurtalarını nasıl döllerler? Nerede bu erkek sivrisinek!!! Gelsin bakalım!!! Nasıl gelecek!!!

Dişi sivrisinek erkek sivrisineğe göre çok daha hızlı kanat çırpar. Saniyede en az 500 defa!!! Bu olağanüstü bir rakamdır. Dişinin bu hızlı kanat çırpışının oluşturduğu ses titreşimleri erkeğin ince tüycükler halindeki hassas duyaçlarına ulaşır. Bu yolla şehvete kapılan erkek sivrisinek böylece dişisini bulur ve cinsel birleşim gerçekleşir. Ve işte sonra dişi sivrisinek döllenen yumurtaları için kan aramaya başlar ve ardından bildiğimiz süreç gerçekleşir. İşte Allah, bu dişi sivrisineği ve yukarısında ( fevkinde ) olan biteni misal getirmekten utanmaz.

Gördüğünüz gibi sivrisineğin fevkinde aradığımız şey, kanatları ve o kanatların çırpılmasıyla oluşan ve cinsel çağrışım yapan ses titreşimleriymiş meğer. Dişi sivrisineğin tam üzerinde, tepesinde, yukarısında, fevkinde bir faaliyet. Dağların üzerindeki duman gibi, helikopterin üstündeki paller gibi, bulutların üzerinde gezer gibi.

Elbette bu kelimelerin ayette bu biçimde kullanılması tesadüf olamaz. Aynı ayet ve hatta aynı cümle içerisinde bir şeyler söyleniyor ve bu söylenenler koskoca kitabın hiç bir noktası ile çelişmediği gibi her yönüyle güncel bilimsel tespitlere de bire bir uyuyor!!! Sadece dişi sivrisinek ve onun kan emiyor oluşu.

Erkek sivrisineklerde kesme bıçakları ve emme hortumu bulunmaması... Dişi sivri sinek ve üst kısımdaki kanatlarının oluşturduğu bir ses sirkülasyonunun erkek sivrisineğe ulaşması... Bu misalin cinsellik çağrıştırması ve gerçekten de bilimsel olarak cinsel birleşmeye işaret ediyor oluşu... Cinsellik çağrıştıran bu misalin Allah tarafından verilmesi esnasında Allah'ın bu örneği vermekten utanmadığını özellikle belirtmesi..." ( diniyazilar/./com )

Hakikaten, Kur'an'ın, iyice, ruhuna inerek incelersek, karşımıza muazzam taplolar çıkacaktır ve çıkmaktadır. Örneğin, yukarıda anlatıldığı Sivrisinek gibi, Örümcek misali, karınca misali vb. örnekler de anlatıldığı gibi..

Netice olarak;

Tüm bu anlatılanlar, günümüz dünyasında deney yapılarak, Müslüman milletin bilgilerine sunulmuş arzedilmiş bilgiler, tecrübeler değildir. Tam bundan 14 küsur asır önce, Resulullah (sav) tarafından, ona vahyedilen Kur'an-ı mucizil-beyan tarafından bildirilmiştir.

Tüm bu Kur'anî, Dini, tarihi bilgiler, insanların, insanlığın ufkunu açmak, beynini çalıştırmak için, dünyaya ne için gönderildiğini ifade etmek için bildirilmiştir.
Öyle, günümüz hocalarının, hâlâ rivayetlerin, menkıbelerin, hikayelerin, mev'izelerin peşinden koştukları gibi değil, aklı, idraki, izanı, beyni, düşünceyi çalıştırarak, Kur'an'ın konuşturulması içindir.

Şerafettin Özdemir

Hz. Adem
"Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi her halde ben bilirim, dedi." (Bakara sûresi, âyet 30)

Bilindiği üzere, halife, vekil ve temsilci demektir. Allahü Teala, şu üzerinde yaşamakta olduğumuz yeryüzünde kendi iradesini temsil etmek üzere insanı yaratmış, orada ilâhî hükümranlığı yerine getirme görevini de ona vermiştir. 

Üzülerek ifade edelim ki, insanoğlu, zaman zaman hamlığının, cehlinin, bönlüğünün kurbanı olarak, yüce Allah'ın varlığı, birliği, yaratıcı oluşu hakkında şüpheye düşmekte, tereddütler içerisinde o güzel günlerini heba etmektedir. 

Halbu ki, hiç oraya, buraya koşuşturmadan, şek ve şüpheye düşmeden, Allah'ın, varlığını, birliğini, yaratıcı olduğunu tespit etmek için kendi yaratılışına, kendi vücud organizmasına bakmış olsaydı, düşünseydi, vallahi, hiç boş yere uğraş vermeyecek, sonunda kendi cismani hali kendisine Allah'ı bulduracaktı.

Bir kere, Adem'in biyolojik bedeninin bir anne ve baba olmaksızın balçıktan, biyolojik çamurdan yaratılması söz konusudur. Allah'ın bu yaratışında toprak ve sudan meydana gelen balçık şekillendirilmekte ve bu şekle önce can verilmekte, sonra ruh üflenmektedir.

Böylece ruh üflendikten sonra nefs meydana gelir. Böylece biyolojik bedenli, canlı, nefsli ve ruhlu bir yapı olarak insan ortaya çıkmaktadır. Elbette ki insanoğlunun bu yaratılışı, bir anda, hemencecik olmamıştır. Zamanlı olarak, basamak basamak olmuştur. Nitekim, ayeti kerime de bunu açıklamaktadır:

" O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir." (Bakara sûresi, âyet 29)
Şu ayeti kerime de, mevzumuzu daha aydınlığa kavuşturacak, insanın yaratılışını , mahiyetini daha net şekilde ortaya dökmektedir:

" İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık.Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik." (Tîn sûresi, âyetler 1, 2, 3, 4, 5)

Âyeti kerimede de zikredildiği gibi, yüce Allah; insanı ruh ve beden kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli kılmıştır. Sûrede " en güzel biçimde yarattık" ifadesi bu hususu belirtmektedir. İnsan özgür iradesi ile ya bu yeteneklerini güzel kullanarak " kâmil insan " olacak, yahut da aksi yönü tutarak şuurlu varlıkların ve canlıların en aşağı mertebesinde yer alacaktır. 


"Fakat iman edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır." ( Tîn sûresi, âyet 6 )
" Artık bundan sonra, ceza günü konusunda seni kim yalanlayabilir?" ( Tîn sûresi, âyet 7 )
" Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?" ( Tîn sûresi, âyet 8) "

Adem, topraktan yaratılmıştır. Topraktan yaratılmaya toprağın su ile karıştırılması ile başlanılmış, toprak çamur haline getirilmiştir. Çamur ise adeta mayalanmaya bırakılarak organik maddelerin birbirleri ile toprağın içerisinde bulunan bakterilerin sürekli çoğalmaları ve onların oluşturduğu enzimlerle başlayan bir çok biyokimyasal olayın yürümesi için uygun ortam hazırlanmıştır. Çamur içerisinde " oldukça ehemmiyetli, uzun süren bakteriyel faaliyetlerin oluşması, DNA, RNA, protein sentezi gibi olayların, bu çamurda yer alabileceğini" bize düşündürmektedir.

Organik yönden zengin olan bu ortamda, uzunluğunu bilemediğimiz, ancak belki de en az 2 milyon yıl sonra- yeryüzünde insanın görülmesi yaklaşık 2 milyon yıl önce olmuştur- çok özel şartlarda insan hücresi oluşmuş ve bu insan hücresi yine çok özel şartlarda, ileri laboratuvar teknikleri ile donanmış Allah'ın özel olarak düzenlediği dünyadaki bir karında çoğalarak insanı oluşturmuştur.

Adem niçin topraktan yaratılmıştır?


Topraktan yaratılma ileri bir tekniktir. Topraktan yaratılma, sudan yaratılmaya göre daha ileri bir aşamadır. Bilim dünyasında, bilim adamlarının hemen hepsince kabul gören bu görüşün, ilk canlının suda oluşmuş olduğudur.

Canlılığın suda oluşması, suyun canlılık için ilk devirlerde en uygun ortam olmasındandır. Belki de bu özellik belirlemek için Kur'an'da "Her şeye sudan can verdik" mealinde bir ayetle, canlılığın bu devresine ve suyun önemine değinmektedir.

Canlılık suda oluştuktan sonra karaya çıkmış, karada yayılmaya başlamıştır. Hayat karalarda devam ederken suya ihtiyaç ortadan kalkmamıştır. Canlılığa halen su hayat vermekte, hücrede gözüken biyokimyasal reaksiyonların tümü sulu bir ortamda yürümektedir. Karadaki canlılar için susuz bir hayat düşünülemez.

Hayatın sudan karaya ayak basması, yaklaşık 500 milyon yılda olmuştur. Acaba canlılık niçin sudan karalara geçmiştir? Canlılığın sudan karaya ayak basması için her hangi bir bilimsel, makul gerekçe yoktur. Karaya geçerek yaşamak oldukça zahmetli, zor bir yaşama tarzıdır." ( 'Ol', Prof. Dr. C. Çevik, sayfa 140-141)

Ah keşke!.. Sudan karaya ayak basan, yaşamını genelde kara aleminde sürdüren şu insanoğlu, karayı veya tüm dünyayı güzel kullanmış, güzel yaşamış olsaydı!.. Kan, kıtal, haksızlık, vurma, kırma, " aşağıların aşağısına bürünmemiş" olsaydı!..

" Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir." (Nisâ sûresi, âyet 1) 

Elbette ki, insanoğlu, yeryüzünde boşuna yaratılmış, iş olsun kabilinden meydana getirilmiş bir varlık değildir. Üzerine almış olduğu yükümlülük, ona bam başka bir veçhe vermekte, dünyanın imarı, tüm kainatın dizayni onun omuzları arasındadır. Bilinmeyenleri araştırıp bulması, her an, her gün yeni yeni keşif ve icadlarda bulunması ve böylece hak yolda yürümesi onun başta gelen görevleri arasındadır. 

Bilhassa, günümüz Müslümanları geleneğe bağlı kalmadan, Kur'ânî emirler doğrultusunda hareket edip, çalışacak, yine aziz kitabımızda vurgulanan 750 civarındaki teknik, fen, bilim ile ilgili ayeti kerimelerin ne demek istediğini insanlığa taşıyacaklardır. 

Çünkü, Kur'an'da namazla, zekatla ilgili 30 küsur ayet mevcut iken, ellerde, kütüphanelerde mevcut kitapların sayısını ancak Allah bilmektedir!.. Ya, Kur'an'daki, bilimsel ayetler hakkında ortamda, kütüphanelerde, ellerde kaç adet kitap bulunmaktadır? 

Hiç yok denecek kadar azdır!.. Çünkü, yıllar yıllar oldu, aydın geçinen bir kısım zavallılar, Kur'an'dan kaçtılar, Kur'an'la aralarındaki bağı kopararak, ateizm, inkar, sekülerimz, nihilizm veya Allah'ı inkar yönünde her türlü hünerlerini gösterdiklerinden, bir türlü Kur'ânî gerçeklerle yüz yüze gelemediler. Rabbim!.. Kur'ân'la buluşan, görüşen, onu baş ucu kitabı yapan zümrelerden eylesin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

ömer nasuhi bilmen
" ...Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır." (Fâtır sûresi, âyet 28)

Elbetteki, âlimler, Allah'ı bilen ve O'na tazimde bulunarak saygı gösteren ve besleyenlerdir. Resulullah (sav) bir hadisi şerifinde:  "Rütbelerin en yükseği ilim rütbesidir." buyurmuştur. Âyeti kerime de geçen ilim, imanla birleşen ilimdir. Çünkü iman ahiret hayatını da garanti altına alır; imansız ilim ise insanlara sadece geçici dünya faydası sağlar. 

Bu girişten sonra, merhum Ömer Nasuhi Bilmen efendiden kısaca bahsedecek olursam, vallahi, onun hayatını, ilmî otoritesini, takvasını, örnek yaşamını, hizmetlerini, eserlerini anlatmak, yazmak, kaleme dökmek zor bir mes'ele olacaktır.

Aşağı-yukarı benim gibi, az buçuk bu işle uğraşan her kişinin evinde, Ömer Nasuhi Efendi'nin " Istılahat-ı Fıkhıyye Kamus'u" adlı meşhur eseri bulunmaktadır. Emin olunuz ki, Ömer Nasuhi Bilmen hoca efendiden bahsetmeden, hayatını anlatmadan önce, o eseri bihakkın anlamak, topluma yansıtmak gücü lazımdır. 

Bizler, o eseri okurken, kekeme halinde okumakta, elimizde lügatçe kitaplarla eseri, çözmeye çalışıyoruz!.. Demek ki, Ömer Nasuhi Bilmen'den bahsetmek, onu anlatmak geniş, tükenmez bir ilim işidir, Dolayısıyla, onun aziz ruhaniyetinden özür dileyerek, kısaca, hakkında bir şeyler yazmağa çalışacağım: 

Ömer Nasuhi Bilmen; 1884'te Erzurum İl'imizin Salasar köyünde dünyaya geldi. Babası Hacı Ahmet Efendi, annesi Muhibe hanımdır. Küçük yaşta iken babasının vefatı üzerine, Erzurum Ahmediyye medrese müderrisi ve amcası olan Abdürrezzak İlmî Efendi'nin himayesinde yetişti. 

Sonra Narmanlı Hüseyin Efendi'den ders okudu. Daha sonra İstanbul'a gitti. İstanbul'da Fatih dersiamlarından ( profesör) Tokatlı Şakir Efendi'nin derslerine devam ederek diploma ( icazet) aldı. Aynı yıl hukuk okumaya başlayarak birincilikle mezun ve 29 yaşında iken profesör oldu. Bir gönül insanı, insansever bir kişiliğe sahip olan Ömer Nasuhi Bilmen hoca efendi, gerek gençliğinde, gerek öğrenciliği esnasında ve gerekse tüm görev yaptığı esnada insanseverlikten, insana hürmetten, insan kalbi kırmaktan uzak durmuş, herkesin kendisine hürmet etmesini sağlamıştır.

Şeker Muallim


"Altmış senelik muallimliği döneminde tek öğrencisini sınıfta bırakmadığı gibi hiçbir talebesine de zayıf not vermemiştir. Yetiştirdiği binlerce genç kendisine "Şeker Muallim" lakabını takmıştır. Bir öğretmenin başarısının; talebelerini öz evlatları kadar sevmesine bağlı olduğunu ifade ederek, öğretilecek hususların kısa ve öz olarak onların idrakine uygun şekilde anlatılması gerektiğini belirtmiştir, kendi başarısının sırrının da bu olduğunu söylemiştir.
Vazifesini aksatmaması:
Uzun memuriyet süresince sadece 1953 yılında Hac farizasını yerine getirebilmek için üç aylık izin almış ve 60'ncı gün görevine başlamıştır. Uzun yıllar içerisinde bir tek gün dahi vazifesine gitmediği görülmemiştir.

Siyasetten uzak kalması:

Siyasetten daima uzak kalmayı tercih etmiştir. Gerçek bir din adamının vazifesi " milletin, vatanın hayrına dua etmek ve siyasetten uzak kalmak" olduğunu söylemiş ve evlatlarına tek vasiyeti de bu olmuştur.
Tevazuu:
İlmine, dinî ve hukukî dehasının derinliğine rağmen tevazuu onu bir kat daha yüceltmiştir. En kolay meseleye dahi kitaba bakmadan ve soru sahibi yanında ise ona da göstermeden fetva vermemiştir. Fetvalarında hata etmemek için her ân Allah'a niyazda bulunmuştur. Kendisine her gün mektupla gelen sorulara zaman ayırıp cevap vermiştir. Sorulara verdiği cevabı, önce soru sahibinin mektubunun bir kenarına yazmış, daha sonra onu temize çekip mektubun geldiği adrese göndermiştir. Gelen soruları ve onlara verdiği cevapları da ömrü boyunca saklamıştır. Bir bardak suyunu en yakınlarından dahi istememiş, insanlara zahmet vermekten âdeta kaçınmıştır." ( Yeni Ümit) Dolayısıyla;
Hollanda ülkesinde Erzurum merkezden arkadaşlarım bulunmaktadır. Arkadaşlarımın da, Ömer Nasuhi Bilmen hocaya saygılı tavırları, onun ismi geçtiği zaman derhal tavır almaları, hürmet göstermeleri beni ziyadesiyle memnun etmektedir.Hatta, bir gün, birisi Ömer Nasuhi Bilmen ve Naim hoca arasında geçen meşhur olmuş bir anıyı anlattı ve bu anı benim çok çok hoşuma gitti:

"Hani Erzurum'un yine bir gönül sultanı, gönül adamı olan meşhur ve merhum Naim hocası vardır. (Allah rahmet eylesin) Naim hocanın, çıraklığı, kalfalığı, mollalığı sırasında, öğrencilerine medresede ders verirken, medresenin içerisine tanımadıkları bir adam girer ve sessizce bir yere oturur.
Tabii ki, Naim hoca ağzında sigarası vardır ve hem de ders anlatmaktadır. Arapça dersin bir yerinde, anlatırken, hata yapmıştır. Yani, "İrab "veya "murab" hatası.. İşte, tam bu esnada, o bir köşede oturmakta olan zat söze karışır ve derki: " Hocam!.. O kelimenin şöyle anlatılması lazım değil mi idi?" der.
Naim hoca bu.. Sinirlenir, birazda öfkelenir. " Be adam sen de kimsin?" diye tersler.. Misafir, kendini takdim eder " ben Ömer" der.. Naim hoca, baltayı taşa vurmuştur. Derki: " Yoksa bu Ömer'in Nasuhi'si de var mı?" sorusunu sorar. Almış olduğu cevap aynısıdır. " Evet, Ömer'in Nasuhisi'de vardır" cevabını alır. Ama, iş işten geçmiş, potlar kırılmış, Naim hoca, kızarmış, bozarmış, terlemiş bir halde, özür dilemiştir.. Bu anı, Erzurum, ilim çevrelerinde sık sık anlatılır olmuştur.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kabul etmesi:

" Ömer Nasuhi hoca, Cumhuriyet devrinde değişik zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığı görevi için teklifler almış; ancak bunları kabul etmemiştir. Cumhuriyet'in her devrinde olduğu gibi, 1960 İhtilâli'nden sonra da Diyanet İşleri Başkanlığı için yine Ömer Nasuhi Efendi akla gelmiş ve devrin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından bu görevi kabulü için rica ve ısrar edilmiştir.

O güne kadar daima bu görevi reddeden bu zâtın bu sefer kabulü çok mânâlıdır. Zirâ günün havası içerisinde eğer zayıf mizaçlı bir kimse bu göreve getirilseydi Türkiye'de çok şeyler değişirdi. Çünkü ezanın Türkçe okunmasından Kur'ân-ı Kerim'in namazlarda Türkçe okunmasına kadar değişik cereyanlar o günlerin yaygın sloganları idi. 

O günlerde Türkiye'de dinle bir münasebeti olmayan kimselerin dinde reform için gösterdikleri gayret şayan-ı hayrettir. Evet, işte o günün şartlarında bu görevi kabul etmekle Türkiye'de bir çok değişikliği önlemeyi başarmış ve bir müddet sonra da vazifesini yapmış bir insanın huzuru içinde emekliliğini isteyerek kendisini daha fazla çalışmaya ve son büyük eseri olan Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri'ni yazmaya adamıştır. 

Ö. N. Bilmen İstanbul Müftülüğü'ne tayin edildiği tarihten vefat edinceye kadar gerek ilmî ve ahlakî otoritesi, gerekse samimi dindarlığı ve tevazuu ile dini konularda Türkiye'de Müslüman halkın başlıca güven kaynağı olmuştur. İnançta, ibadet ve ahlâkta Ehl-i Sünnet mezhebini şahsında tam bir liyâkatla temsile gayret ettiği için herkesin saygı ve sevgisini kazanmıştır.
Şüphesiz bunda yaşadığı sürece aktif siyasetin dışında kalmasının da önemli bir rolü vardır. Aslında Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan on ay gibi çok kısa bir süre içinde ayrılmasının gerçek sebebi, o günkü yönetimin Türkçe ezan ve benzeri konularda Ö. N. Bilmen'i kendi politik gayelerine âlet etmeye kalkışmasıdır.

Zirâ Bilmen de selefleri gibi dinî meseleler söz konusu olunca asla taviz vermeyen bir yapıya sahipti. Nitekim 1960'lı yıllarda dinde reform imajını Türkiye'nin gündeminde tutmak için büyük gayret sarf eden çevrelere karşı, " Bozulmayan bir dinde reform olur mu?" demiş ve İslâm'ın ortaya koyduğu iman, ahlâk ve hukuk kaidelerinin orijinalliğini, evrenselliğini kendinden beklenen liyakat ve cesaretle savunmuştur." ( a. g. site)

Ömer Nasuhi hocayı anlatmakla, yazmakla, ondan bahsetmekle onun özelliklerini bitiremeyiz.. En iyisi nedir biliyor musunuz? Onun, bizlere okunması için bıraktığı eserlerine dalmak, akşam, sabah, gece-gündüz o eserlerle tatlı tatlı, huzurlu vakit geçirmektir.

Örneğin, gelenekçi bir kitap da olsa " Büyük İslam İlmihali", Kur'ân Tefsiri, Kamus-u ve diğer altın değerindeki ilmî kitapları aziz milletimizi, neslimizi beklemektedir!.. Gelenekçi dedim, çünkü, Ömer Nasuhi Bilmen merhum, yine eski Diyanet İşleri Başkanımız, Hamdi Akseki gibi değildir.
Ahmet Hamdi Akseki merhum, Reşid Rıza'yı, Muhammed Abduh'u vb. son devrin yenilikçi hocalarını referans alırken, veya onlara da hayatında yer verirken, Akif'le aynı çizgide buluşurken, Ömer Nasuhi Bilmen, onlardan daha farklı, daha doğrusu süre gelen geleneğin dışına çıkmamıştır.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen hoca efendi geride kalan, yetiştirdiği, aynı metodu takip eden hocalardan bilinmektedir. Bu büyük âlim, 12 Ekim 1971 tarihinde 87 yaşında İstanbul Fatih'teki evinde vefat ettiği duyulur duyulmaz, sanki, ilim adına, vatanın ve milletin güneşi batmış gibi, millet bir teessüre boğulmuş, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Dr. Lütfü Doğan, cenazesini bizzat kıldırmak üzere İstanbul'a gelmiştir.

Yine İstanbul Müftülerinden, onun en yakın arkadaşı Abdurrahman Şeref hoca efendi, kalabalığa karşı, cenaze başında konuşurken, binler, on binler, yüz binler hep birden hıçkırığa boğulmuşlardır.
" Omuzlarda götürülmesi" vasiyetinde bulunmasına rağmen, imanlı milletimiz, binler, on binler onun naaşını, Fatih'ten Edirnekapı mezarlığına kadar eller üzerinde taşımıştır. Çünkü, milletimiz; "Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür" sözüne kalbî olarak inanmış ve bu imanını, kıyamete kadar da koruyacaktır.

Ömrü boyunca, ilmî çalışmasından dolayı günde altı saatten fazla uyumamış, kendini İslam'a, Kur'an'a, İslâm Hukuku'na vb. ilimlere hasretmiş, bu büyük âlimi saygı ile , hürmetle yâd eder, makamının cennet olmasını, bizlerinde ona komşu eylemesini Rabbimden niyaz ederim. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

Papa Francesco - Patric Bartholomeos
"Andolsun ki, " Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh 'Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur.' demişti." (Mâide sûresi, âyet 72)

Geçen hafta, ülke ve millet olarak renkli, dualı (!) günler ve anlar yaşamış olduk!.. Hristiyanlık aleminin en önde gelen ruhani liderlerinden olan Papa Franciscus'u misafir ettik. Papa'nın İstanbul ziyaretlerine Patrik Bartholomeos'da katıldı. 

Her iki ruhani lider, el ele vererek, Hristiyanlığın eksik, zayıf, noksan taraflarını baş başa vererek görüştüler.. Başta, tüm Hristiyanlığın, özelde Patrikliğin içinde bulunduğu durum, ekümeniklik, Heybeli Ada Ruhban okulu, Ermeni kitlelerin sorunlarını, Katoliklik, Protestanlık ve Ortodoksluk mezheplerinin birleşmesi, kaynaşması, bir olması, birlik sergilemesi mevzuunu teati ettiler... Peki, nedir ehl-i kitap olmak? 
" İnsanların bir kesimine kitap ehli, kitaplı denmesinin en belirgin sebebi " Kitab"a verilen önemdir. Burada kitaptan kastedilen, Allah Teâlâ'nın, peygamberleri vasıtasıyle kullarına gönderdiği bilgiler ve bütünüdür. Kitabın önemi, aklın yetişemediği konularda insanlara doğru bilgi veren, hak yolu gösteren tek kaynak olmasından gelmektedir.
Tarih boyu geçirilen tecrübeler göstermiştir ki, yalnızca akıl ve vehim kaynağına dayalı bulunan dinler, hak dinden uzak, dolayısıyla " Allah, âhiret, ibâdet, helâl-haram..." konularında en fazla yanlış ve sapıklığı ihtiva eden dinler olmuştur. İlâhî vahiy mahsulü olan bir kitaba dayanan dinler ise, zaman içinde kitapların aslı kaybolduğu, bunlara insanlar tarafından ilaveler yapıldığı veya bazı kısımları çıkarıldığı için değişmiş bile olsa, hak dine en yakın dinler olmuştur.
Ayrıca bu dinlerin tâbîleri de gerçek dine iman konusunda daha yatkın olagelmişlerdir. Bu son hüküm tartışmaya müsait ise de, kitaplı dinlerin, diğerlerine nisbetle hak dine daha yakın bulundukları, arada önemli ortak noktaların bulunduğu şüphesizdir." ( H. Karaman.net)

Talihsizliğe bakınız ki, yüce İslam, en çok zararı, cürmü, kötülüğü ehl-i kitaptan görmüş, her ne kadar bunlara yakınlık duyulmuş ise de, Yahudilik ve Hristiyanlık, diğer beşeri din mensublarından ziyade, İslam'a hücum etmişler, onun belini, kametini doğrultmaması için her türlü imkanı kullanmışlardır. 

Düşünün bir kere, tahrif edilmemiş İncil'in içerisinde kayıtlı bulunan, Hz. Muhammed (sav)'e ait ne kadar isim , vasıf ve son Resul oluşunu bildiren kaynaklar, ayetler var ise, tamamı yok edilmiş, o tarihten bu yana da kin, düşmanlık, gayz , hiddet, şiddet ve öfke hiç ara vermeden devam ettiği bilinmektedir. 

Bir kere, 13 defa Papalığın düzenlemiş olduğu haçlı seferleri neyin nesidir? Zaman zaman Anadolu topraklarının, Bizans'ın bile taş taş üstünde bırakılmayışı, Antakya'nın yağma edilmesi, Kudüs'te binlerce insanın hunharca katli bu sözlerimizin doğruluğunu, tarihte var olduğunu isbat etmektedir. Medine'de, bir avuç Müslümanı sahipsiz, hamisiz bırakmak için Kureyza, Nadir, Kaynuka Yahudilerinin çevirmiş oldukları entrika, hile ve düzen, dillere destan olmuş hainliklerdir. 

Malazgirt meydan savası, Çanakkale destanımız, Millî Mücadele hengamı bu düşmanlığın birer tezahürüdür..Hal böyle iken, Osmanlı'nın fethettiği yerlerde yapmış olduğu camilerden, mescitlerden, dergahlardan, medreselerden bu gün ne kalmıştır? Kaçta kaçı ayaktadır? 

Patrik Bartholomeos; bu gün, ruhban okulunun açılması için, ekümenik haklarının tanınması uğruna dünya genelinde bir çalışma içerisinde bulunurken, acaba, Ayasofya'nın ibadete açılması için bir gayret, bir çalışma göstermekte midir?..

Diğer taraftan, ruhani lider Papa'nın, Orta Doğu'da vuku bulan kısır çekişmelerin sona ermesi, insanların hiç yere ölmemesi için bir çaba, bir hareket içerisinde bulunmuş mudur? Hayır, hayır!.. Bu mevzularda, tüm dünya sağır olmayı, Patrik duymamayı, Papa dinlememeyi tercih etmiştir!..
" Hz. Peygamber'in (sav), Necrân Hristiyanlarının şahsında bütün kitaplı gayr-i Müslimlere hitaben yazdırdı andlaşma metnini vermekte fayda görüyorum. Bu metin, gayr-i Müslimlere verilen düşünce ve vicdan hürriyetinin muhtevâ ve sınırlarına ışık tutmaktadır.
"....Hiç bir din adamının görevi, râhibin ruhbanlığı değiştirilmeyecek , kimse seyahatten menedilmeyecek, mâbetleri yıkılmayacak, binaları İslâm mescidlerine veya Müslümanların binâlarına katılmayacaktır. Kim bunları yaparsa Allah'ın ahdini bozmuş, Rasûlünü (sav) karşı durmuş ve Allah'ın verdiği emandan yüz çevirmiş olacaktır...
Papazlardan, din adamlarından, kendilerini ibadete vermiş kişilerden, keşişlerden, tenha yerlerde ve dağ başlarında ibadetle meşgul olanlardan cizye ve haraç ( vergi ) alınmayacaktır. .. Hristiyan dinini benimsemiş bulunan hiç bir kimse Müslüman olması için zorlanmayacaktır..." ( H. Karaman)
Lakin, aziz peygamberimiz (sav)'in, tüm bu güzel, iyi niyet dolu çabaları, tam tersi işlev görmüş, tarih boyunca Yahudilerin ve Hristiyanların zalimlikleri ile sonuçlanmıştır. Bir kere, bu gün, bir avuç Flistinli garibanın mücadelesi neyin nesidir? Açlık, susuzluk, fakirlik ve Yahudi Siyonistlerinin zulümleri, öldürmeleri, baskıları ve cebirleri.

Papa'nın ve Patrik'in çalışmalarını tebrik etmiyorum!.. Sadece, birleşemeyen, kaynaşamayan, mezhep bağnazlıklarını bir taraf edemeyen, zavallı Müslümanlara inat olsun, " yuh olsun" diye iki Papa'ya " bravo" demekle yetiniyorum!.. 

Niçin "bravo" diyorum: Çünkü, muharref İncil'in, tanrılaştırılmış İsa'nın ismi etrafında toplanmışlar, birliktelik meydana getirmişler, bu isimler altında dünyayı " nasıl böleriz" " nasıl sömürürüz" diye plan ve programlar yapıyorlarsa ki yapıyorlar onun için onlara, istemeyerek de olsa " bravo" diyorum!..

Onun içindir ki, ey Türkiye Müslümanları, İran, Irak, Mısır, Suudi,. Suriye, Tunus, Libya, Yemen, Kuveyt, Bae, Katar, Pakistan, Bangladeş vb. uyuyan, uyutulmuş Müslümanları sizler ne yapıyor sunuz? Yoksa, birbirinizi öldürmek, katletmek için çeşitli planlar, oyunlar mı tezgahlıyorsunuz?
Selam ve dua ile.
Şerafettin Özdemir

islamda kadın hakları
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır." (Hucurât sûresi, âyet 13)

Bilindiği üzere, Adem (as)'dan ve Havva annemizden çoğalan insanlar, üzerinde yaşamış olduğumuz yeryüzünde çeşitli renk ve dilde küçüklü büyüklü topluluklar oluşturmuşlardır. Küçükten büyüğe, kabileden milletlere varıncaya kadar farklılık gösteren bu oluşumun, temel sebebinin kitlelerin birbirini tanıyıp, anlaşmak, birleşmek ve kaynaşmak olduğu anlaşılmaktadır. Yani soy-sopla, kavimle, milletle tefahurda bulunmak, övünmek yerine, birleşip, kaynaşıp bütünleşmek tercih edilmiş ve öngörülmüştür.

Günümüz dünyasında, hâlâ "kadınlar, erkeklere eşit değildir" tezini savunmak, "erkek her bakımdan üstündür" iddiasında bulunmak, milyonlarca hanım efendiyi gücendirmek, küstürmek, ümitsizliğe düşürmekten başka bir şey değildir. 

Çünkü, hanımlar, Resulullah (sav) ile, İslam ile, yüce Kur'ân ile insanlığı yakalamışlar, diri diri gömülmekten kurtulup, cuma namazlarında peygamber hutbe okurken, halife Ömer, hutbe irad ederken, soru sorma yüceliğine, büyüklüğüne erişmişlerdir. 

Tabii ki, Emevi kralları, kadınların bu kutsal haklarını ellerinden almışlar, camiden, mescidden uzaklaştırmışlar, soru sorma, sorgulama hallerinden men etmişler, aynı yanlış tutum taa günümüze kadar gelmiş olmasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile birlikte, hanımlar, hanım olduklarının idrakine varmışlar, insan olduklarını anlamışlardır..

Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve 623 yıllık Osmanlılar zamanında bile, hanım efendiler, üzerlerine getirilen kumalarla, cariyelerle birlikte yaşarken, Cumhuriyetle birlikte, kumalık, cariyelik bitmiş, hanım efendi yeni bir kimlikle, hüviyetle insan olduğunu, hanım efendi olduğunu anlamıştır.

" Kadına yönelik ayrımcılığın muhtemel gerekçeleri:
İnsanlık, kadına yönelik davranış geçmişinde hiç de temiz sayfalara sahip değildir. Özellikle cahiliye devri döneminde kız çocukların öldürülmesi ahlaksızlığı ve zulmü karşısında Yüce Allah, insanların cinayetini belirleme yetkisinin kendisinde bulunduğunu beyan etmektedir.
Başka bir yerde de tüm mülkün sahibinin kendisi olduğunu, dilediğini yaratabileceğini ifadeden sonra sözü cinsiyete getirmektedir. Cinsiyetin ilki burada " kadın" olarak belirlenmiş, buna uygun olarak Kur'ân'da nefs-i vâhide tamlaması da dişi siga olarak getirilmiştir; ondan yaratılan eşi ise- her ne kadar çoğunluk âlimlerce farklı algılansa da- erkek siga olarak ifade edilmiştir. Kuşkusuz bu ifadenin diğer çeşidi, yani erkeğin önce zikredildiği yerler de Kur'ân-ı Kerim'de vardır.
Bir şeyin adının önce zikredilmesi elbette herhangi bir üstünlüğün ifadesi olamaz. Ancak Şûrâ 49. âyette ifade edildiği gibi insana çocuk lütfedilmesinde önce kızın, sonra erkeğin anılması, ona verilen değer anlamında oldukça manidardır.
İnsanın, kendisinin belirlemediği bir cinsiyeti diğerine karşı bir üstünlük gibi gösterilmesine karşı bu tür kullanımları hatırlatmak bazen gerekli ve etkili olabilmektedir.
Dişilik de erkeklik de Yüce Allah'ın birer lütfudur; biri diğerine göre üstünlük ifade etmez; aksi taktirde haksızlık edilmiş olur. Demek ki insan, kendi cinsiyetini belirleme hakkına sahip olmadığı için cinsler de hukuken birbirlerine üstün değil, ailede veya sosyal hayatta birbirlerinin eşleridirler." ( Prof. M. Okuyan )

Yani, bir kız çocuğu annesinden kız olarak doğmuşsa günah mı işlemiştir, doğduğuna pişman mı olmuştur? Doğuran annede, hamlini dünyaya getirirken, hani bir söz vardır " armut dersem çık, elma dersem çıkma" deyişinde olduğu gibi, kızın doğumunu ilahi yasalara rağmen durdurabilir miydi?
Evet, cahili düşüncelere meydan vermeyelim. Allah'ın bütün kulları arasında her hangi bir cins ayırımına gitmeden, hele günümüz dünyasında olduğu gibi, sokaklarda kadın-erkek kavgalarının diz boyu olduğu gibi, bu tür yersiz, mesnedsiz, dayanaksız, Kur'ân, mütevatir sünnet dışı şeylere tevessül etmiyelim.

Bu milletin hanımları olsun, beyleri olsun, tamamı Allah'ın birer kullarıdırlar. Onurlu, izzetli, mükerrem bir şekilde yaşamaya, Allah'a kul olmaya teşvik edilmelidir.
Elbette, bu mevzuda din bilginlerine büyük görevler düşmektedir. Doğruyu, hakikati, Kur'ânî emirleri dobra dobra okuyan, haykıran din bilginlerine!..

Hani, Abbasi hükümdarı Harun Reşid, eşi Zübeyde hanımın üzerine evlenmek isteyince, Zübeyde hanım, bu düşünceye şiddetle karşı çıkmış ve mes'ele büyük müçtehid Süfyan-ı Sevri'ye intikal ettirilmiştir. 

Nisa sûresinin 3. ayeti hatırlatıldığında, 2 evlilik, üç evlilik ve dört evlilik ifadeleri söylenince, Süfyan-ı Sevri, yiğitliğini, kahramanlığını, korkusuzluğunu ortaya koyarak, " ayetin alt kısmını " tek evlilik" kısmını hatırlatarak, " Ya Harun!.. Sen adaletli davranamazsın" diyerek , evlenmesinin ona helal olmadığını söylemiştir.

Gerçekten bu nazik konuyu gerilerde bırakmak gerekirken , gündeme, günümüze taşımak doğru değildir. Çünkü, zaten, ülke sokakları, bireylerin evleri kan gölü durumundadır.

Çocuklar mağdur, mazlum durumunda olup, cahil annenin, babanın kahrına uğramakta, onların ihtiraslarının, hırslarının, hiddetlerinin, şiddetlerinin kurbanı olmaktadırlar.

Babalar, hapishaneye doğru yol alırken, anneler ya sakat kalmakta, yahut da kara toprağın bağrına serilmektedirler. Niçin ve neden?

Çünkü, gelenekçi İslâmî kesimler, hacılar, hocalar, mevki sahipleri Kur'ânî emirleri anlatmıyor, doğruları söyleyemiyorlar!.. Cahil halk tabakasını memnun etmek için, eskileri, rivayetleri, hurafeleri anlatıp, hanım efendileri geçmiş asırlara taşıyoruz. Halbu ki, çağımız; erkek-kadın, aydın, münevver, okumuş, bilgin, bilgili insanlar istemektedir.

Erkek cemaatler, camileri tıklım tıklım dolduruyorsa, kadın efendiler de dolduracaktır!..Erkekler cilt cilt tefsirler, mealler okuyorsa, hanımlar da okuyacaklardır. "Mızraklı ilmihal" zamanları ile yetinme, Yusuf Tavaslı hocanın kitapları ile zaman geçirme , gerilerde kalmıştır. Rabbim bizlere, Kurânî anlayış lütfetsin. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir

biz işittik biz itaat ettik kuran
On üç yıllık Mekke hayatı.. Verilen iman kavgası.. Müşriklerin acımasızlığı, zulümleri, baskıları, tazyikleri, vurmaları, kırmaları, darpları, aç bırakmaları, Kâbe'de ibadet etmeye bile imkân vermemeleri o gün, bu gündür unutulacak cinsten vak'alar, hadiseler değildir. Ama, Resulullah (sav)'in, etrafında bir hale gibi çevrilmiş yiğitler, kahramanlar ve bahadırlar bir tek söz söylemekte idiler.

Biz işittik ve biz iman ettik diyorlardı. Ölmek üzere, şehidlik şerbetini içmek üzere, Resulullah (sav)'e biatte bulunup, bir daha iman yolundan, iman kavgasından dönmüyorlardı. Ölmek, eziyet, sürgün, göç, yani Habeş diyarları onların gözlerini kat'iyyen korkutmuyor, daha çok bileniyorlar, azim ve irade sahibi oluyorlardı.

Çünkü, bulmuş oldukları iman, onlara hem dünyada, hem de ahirette saadet, bahtiyarlık, ümid, cennet vaad ediyordu. Diri diri gömülen kız çocuklarının kurtulacağını, Lat'ın, Hübel'in, Uzza'nın ve Menat'ın bir bir yüz üstü yere yıkılacaklarının izhar ediyordu. Çünkü, onların davası iman davası idi.. Hazır ele geçirilmiş bir iman, nasıl bırakılabilir di? 

Maalesef, miras yedi gelenekçiler, ne yaptıklarının, ne işlediklerinin farkında ve şuurunda değildirler. Kur'an algıları farklı, amelleri farklı, imanları taklidi, ölüye mevlid okumayı bile farzlaştıracak kadar sapıtmış, Kur'an'ı tepe noktaya, yukarılara asmış zihniyet sahibidirler. 

Onun içindir ki, cuma saatlerinde hanımları camiye sokmayıp, onların bilinçsizce bir evde toplanıp " Yasin" tilavet etmelerini din ve İslam'ın emri zanneden bedbahtlardır. Ölünün, 7 sini, 40'nı ve 52 'sini dört gözle takip eden, oradan devşirecekleri üç beş lira ücrete tapan nefsine yenik düşmüş insanlardır. 
 

Gelenekselleşmiş İslam Algısında İsrailiyatın Etkisi


Nice hocalarımız bulunmaktadır ki, mevlit pazarlığı, yasin ticareti, hatim meddahlığı, cennete gönderme siparişleri ile meşgul olmaktadırlar. Oysa, aynı hocanın cemaatına sormalı ki, "Bu hoca, din, iman ve Kur'ân adına sizlere ne öğretmektedir?" alacağınız cevap, " sıfır" olacaktır. Çünkü, hocanın, günah affettirmekten, tabir-i caizse "cennete otobüs kaldırmaktan" başka, başını kaşıyacak zamanı kesinlikle bulunmamaktadır.

Hristiyanlıktaki günah çıkarma ( Sahte affediciler); Hristiyanlara uygulanmış, İncili tahrif ile başlayan ve ruhbanlığın öncelenmesi gibi taktiksel kazanımlara sahte affediciler, günah çıkarıcılar türetilerek Hristiyan alemi bir kaosa sürüklenmiş ve günah işlemekten imtina etmez bir hale getirilmişlerdir.
Aynı yöntem Müslümanların üzerinde de denenmiş ve başarılı olmuş bir yöntemdir. Sahte affediciler türemiş türetilmiş ve Allah'ın ipi yerine şeyhlerinin ipine sarılarak tövbe alan insanlar gayet masumca ve zavallıca bu handikabın içine düşmüşler, düşürülmüşlerdir.
Dinde olmayan bir algıyı dine sokma ( ibadet algısı benzeşmesi; Haftada bir kilise ayini ile haftada bir Müslümanlığını hatırlayıp Cuma namazı kılmayı kendisine düstur edinen Müslümanların yaptıkları ayinsel ibadetin birbirinden şeklen bir farkının olmadığını söylemek çokta acımasızca bir söylem olmadığı kanaatindeyim.
Rabbin hayata müdahil olmadığı bir yaşamda Cuma ibadetinin ruhi bir tatminin ayine dönüştürülmüş hali olduğu bir somut delilidir. Bu durum Hristiyanlıkta da tamda böyle değil midir? Bu ayinsel tutumlara bir yılını günahlarla geçirmiş ama kandil günlerinde camilere akın etmiş insanların yaptıkları da pekâlâ eklenebilir." ( haksozhaber.net V.Selimoğlu)
Zaten, toplumların, kitlelerin gelmiş olduğu nokta bunu izhar etmekte, bu zavallılıkları göstermektedir. Bilhassa, bu yanlışlar, yurt dışı cemaatlerinde daha çok yaşanmakta, kandırılmaya, aldatılmaya müsait olduklarını göstermektedirler.

Tabii ki, yukarıdan beri anlatmış olduğumuz rezilce, rezalet dolu eylemler, bir anda, hemencecik olmuş vak'alar değildir. Yüz yılların birikimi, Emeviler'den bu yana yaşanan, yaşanmakta olan hadiselerdir. Örnek olsun diye anlatıyorum. Bendeniz, zaman zaman hurafi şeyleri yazar, çizer ve anlatırım. Ama, gelin görün ki, sıradan, pespaye, cahil, cühela bir vatandaş , tüm bunlar karşısında " din savunucusu" olmuş, dini müdafaa eder duruma gelir olmaktadır.

Yıllarını, ömrünü İslam davasına adamış bizler, " yenilikçi" " ıslahatçı" ve dinin bazı emirlerini yok etmeye çalışan insanlar olarak lanse ediliriz. Oysa ki, dini müdafaa eden, geleneği, klasik adetleri, hurafeleri korumaya çalışan çömeze sorsanız, vallahi, teyemmümü bile bilemeyecek, takvayı, tadili erkanı bile tarif edemeyecek bir bilgiye bile sahip değildir.

Ama, gelin görün ki, maşallah, bizim din bekçisi (!), sahtekar, utanmaz herif, elinde satırı, baltası, nacağı, dahrası, silahı ve sopası ile, mevlidin, hatimlerin, ölü yasinlerinin, yeniçeriliğini yapmaktadır. Halbu ki, onlara denilecek söz şudur: " Bre edepsiz, cahil, çömez!.. Sen, önce git de abdest almasını, gusül yapmasını öğren!" sözü olacaktır!.. Rabbim!.. Günümüz Müslümanlarına ve İslam dünyasına bilinç, akıl ve basiret nasip eylesin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

  Aziz kitabımız Kur'ân-ı Kerim, nüzulünden ahir zamana kadar, tüm insanlığı aydınlatacak, irşad edecek, bilgi ve hikmet öğretecek, her alanda kurtuluşa götürecek bir kitaptır.  Resulullah (sav) kendisi hayatta iken, kendisinden sonra yakın arkadaşları olan sahabeler, onlardan sonra Tabiun hazeratı, müçtehidler ve sonra da onları adım adım takip etmekte olan ilim sahibi, Kur'an insanları bilginler insanlığı irşad etmekte ve etmeye devam edeceklerdir.

"Yahut " Bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz diye (Kur'an'ı indirdik). İşte size de Rabbinizden açık bir delil, hidayet ve rahmet geldi. Kim, Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalimdir! Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız." (En'âm sûresi, âyet 157)
 
Ancak, nice insanlar tanır, görüşür, konuşuruz ki, sürekli bir bahanenin içerisinde çırpınmakta, bir o yana, bir bu yana debelenip durmaktadırlar!..Çünkü bahaneleri "nereden bilecektik" basit itiraz ve sitemleri ile gündemi meşgul etmektedirler. Suçu, kabahati din adamlarına, kürsü sahiplerine, ehl-i mihraba atarlar.

Halbu ki yüce Allah, aziz peygamber, "din sınıfı" "ulema grubu" "Ehl-i Diyanet" "Din hizmetlileri" vs. diye bir grub vardır beyanında bulunmamış, herkesin, her Müslümanın bilgi, görgü, hikmet sahibi olmasını önermiştir. Lakin, Yahudilik ve Hristiyanlık dininde bir ruhban grubu bulunmakta, Yahudiliği ve Hristiyanlığı onlar iyi bilmekte ve anlamaktadırlar. Maalesef, son zamanlardaki eğri-büğrü düşünce sahipleri, İslam ve Müslümanların da aynı Yahudilik ve Hristiyanlığa benzer bir yapı oluşturmasını, yüce dini onların kendi tekellerine almasını arzu etmektedirler. Şu alıntımız da da bu hususlar vurgulanmaktadır:

"Ancak son yüzyılda İslam'ın siyasi hâkimiyetini kaybetmiş olmasını fırsat bilenler; yada bu fırsatı yakalamak için çalışanlar, istediklerini elde edince mücadele biçimlerini değiştirerek, sureti haktan görünen bir yöntemi işleterek İslam'a karşı İslam'ı kullanmaya başlamışlardır.
Bu konuda İngilizler'in birinci dünya savaşı yıllarında üzerinde ittifak ettikleri "Böl-Parçala-Yönet" projesini ve ABD devlet başkanı Marşal'ın: "Beyler! Sömürü düzeninizi devam ettirmek istiyorsanız sömürü yönteminizi değiştirmelisiniz" sözünü hatırlamak gerekir.
Bu anlayış, her dönemin şartlarına göre uyumlu hale getirilerek, uygulamaya konulmaktadır. Değişen dünya şartlarına paralel olarak İslam yeniden gündeme alınıp değerlendirilmeye tabi tutulunca; Görüldü ki Müslümanların tüm ataletine rağmen, insanların bir çoğu Müslüman oluyor.
Çünkü Komünizm'in ve Kapitalizm'in bunalttığı insanlar bireysel gayretleriyle ulaştıkları İslam'da huzur buluyorlardı. Özellikle Varşova paktının çöküşüyle tek kutuplu hale gelen dünyada ABD imparatorluğundan söz edilmeye başlanmıştı. Bunun ardından Nato'nun varlığının gereksizliği konuşulmaya başlanınca , kapitalist dünyaya yeni bir düşman bulmak gerekti ve bu düşman İslam olarak belirlendi.
Yeterince ses getirmesi için ve gaale alınması, terörle aynı anlama geldiğinin anlaşılması için, kendi imalatları olan El kaide militanlarıyla 11 Eylül eylemini gerçekleştirerek İslam'a fatura edildi. Henüz ikiz kulelerin dumanı üzerinde iken, ABD başkanı tarafından Afganistan hedef gösterildi ve kısa bır zaman sonrada işgal edildi.
Amaçları, Sovyetlerden boşalan zengin enerji kaynaklarına daha yakın olmaktı. Sovyet işgali yıllarında Afgan halkının yanında olmak için (!) gelmişlerdi buraya. Bu ülkeyi sevdiklerini, kalkındırmak istediklerini, bunun için gerekli her türlü desteği vereceklerini vaat ederek.
İşte bu yıllarda bu halkın içinden ileriki yıllarda kullanacakları insanlara ulaştılar. Hem de bu halkın aleyhine kullanmak için. Bunların marifeti dost olarak girdikleri her ülkede yaptıkları iş böyle neticelenmektedir. Bu bir tesadüf olmasa gerek. Aynı şey yıllar sonra Saddam'ın Irak'ının başına gelecekti.
Onun dostu olarak da yanına sokulmuş, İran'a karşı yıllarca savaştırmışlardı. Onca dostluğa (!) rağmen sonuçta Irak'ta ABD tarafından işgal edildi ve bu günlere gelindi. Bütün bunlar olurken kendilerini mazlumların kurtarıcı meleği gibi gösterirken; Müslümanları da insanlığa korku salan terörist olarak göstermeye çalıştılar.
Böylece tüm dünyada İslam terörle aynı kefeye konulmaya, Müslümanlar terörist muamelesi görmeye başladı. Adeta Müslüman'ım demek terörüstüm demek gibi algılanır oldu. Çok geçmeden dünya bunun bir manipülasyon olduğunu anladı. Bu nedenle bu oyunun başını çeken ABD, ne Afganistan'da nede Irak'taki işgal hareketiyle umduğunu elde edememişti."  İktibas, H. Bülbül)

İslam Birliğinin Sağlanması


Başta ABD ve tüm emperyal güçler, tarih boyunca hiç boş durmadığı gibi, günümüz dünyasında da Müslümanlar aleyhine hiç boş durmamaktadırlar. Hatta, yüce Kur'an'a bile el atmaya çalıştıkları bilinen bir gerçektir. Tevrat, İnciller ve Kur'an'dan müteşekkil bir karma kutsal kitap meydana getirme çalışmaları unutulacak, göz ardı edilecek bir vak'a değildir. 

Hal böyle olunca, ülkemizde olduğu, diğer Müslüman ülkelerde de aynı bozgunculuk, fitne çıkarma, Müslümanları ayrıştırma, mezhep kavgaları çıkarma, klik, ekol çatışmaları meydana getirme hareketleri hız kesmeden aynen devam etmektedir. 

Ne diyelim? Müslümanlar sürekli desinler ki : " Nereden bilecektik?" ham hayallerini, bilgisizliklerini, zavallılıklarını devam ettirsinler bakalım!..

İki milyarı geçmiş bir İslam potansiyeli, kurtulmak istiyorsa, kurtuluş umuyorsa, yapacakları bir alternatif bulunmaktadır. " Birlik Olma" düşüncesidir. Çünkü, zamanımız, çağımız, birleşme, dayanışma, bir araya gelme çağıdır. Bir olan İslam, bir olan Kur'ân bunu emretmektedir. Aksi halde, Ebu Hanifecilik, İmam Şafilik, Malikilik, Ahmed Bin Hanbelcilik veya Şiacılık Kur'an'dan üstün tutulursa, ki- tutuluyor- veya bir kısım İslam dışı görüşleri, şeyhciliği, mürşidciliği, müritciliği, tekkeciliği, dergahcılığı veya başka mahfilleri Kur'ân'ın önüne geçirirsek , vallahi, kurtuluş anlarından, zamanlarından uzaklaştığımız anlar, yıllar ve vakitler olacaktır. 

Çünkü, tüm yabancı güçler, İslam'ı içten çökertmek için, bin bir eşit hareket, eylem, işlev peşinde ha bire gündem değiştirmektedirler. Dün başkaydı, bu gün başka yarın başka türlü olacaktır. Dünkü zamanlar da Lawrensler vardı, bu gün başkaları sahnede arzı endam etmektedirler. 

Dün, Vehhabilik, Sünnilik, Şialık vardı, ya bu gün? Işid diye zavallı, türedi, uydurma cahillerin meydana çıkması, kafa, el, kol kesmesi boşuna, sıradan bir olay olmasa gerektir..Rabbim!.. Kur'ân Müslümanlarına yardımını lütfetsin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

öğretmenler günü
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz." (Fâtır sûresi, âyetler 19-20-21)

"Dirilerle ölüler de bir olmaz.. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere işittiremezsin!" (Fâtır sûresi, âyet 22)

Tabii ki, iman, bilgi, hikmet ve akıl sahibi, ahlâklı, faziletli kimseler ile bunların takip ettiği hak yol ve nâil olacakları uhrevî nimetler ile imansız, bilgisiz, akıl, basiret, ahlâk ve erdemden yoksun kimseler ve bunların takip ettikleri bâtıl yol ve uğrayacakları ahiretteki azap, kesinlikle bir tutulamaz. Bu kısacık girişten sonra, asıl konuya dönecek olursak, malum olduğu üzere, 24 Kasım 2014 Pazartesi günü "Öğretmenler Günüdür". Bu muhteşem günün , aydınlık yarınlar ve aydınlık Türkiye'nin oluşmasında çare olmasını, ışıklar saçmasını Rabbimden niyâz eder, tüm öğretmenlerimizin bu mübarek günlerini kutlar, selam ve saygılarımı doya doya iletirim.

Bilindiği üzere, öğretmenlerimiz, emeklisi ile, çalışanı ile birlikte hak ettikleri, umdukları yerde değildirler. Zar zor geçinme durumları, maaşlarının azlığı ve en büyük kâbus ve kaosda eşkıya belasının sürekli enselerinde korkulu rüya olmasıdır. Çünkü, eşkıya güruhu, ilim, hikmet, tahsil, aydınlanma, yeni nesile hizmet, yarın ki Türkiye sevdamız vb. bir düşünceleri, emelleri, hedefleri olmadığı için, sürekli ışık saçan, nur efşan olan öğretmenlerimize, imamlarımıza husumet beslemekteler, fırsat düştükçe, onları acımadan, merhametsizce katletmektedirler. İsterseniz öğretmen 

Neşe Altan olayını takip edelim:

" Neşe Altan öğretmenin hikayesine yine bir meslektaşının sosyal medyada yaptığı yorum şöyledir:
" Seni yine koruyamadık öğretmenim..."
Terörün çığırından çıktığı yıllardı. Neşe Altan'ı şehit verdiğimizde 21 yaşında gencecik bir kızdı. Tekirdağ'lıydı. Okulu birincilikle bitirmişti. Diyarbakır'ın Bismil İlçesinin Çavuşlu Köyüne tayini çıktı. Babası da ardına düştü, kızımı tek başına yollamayayım diye.. Daha 21 günlük öğretmen iken hunharca katledildi baba kız...
Nesrin Ünügür de öyle... Feleğin sillesini yiyerek büyümüştü. Zor zahmet bitirdiği okulundan sonra Diyarbakır'ın Hantepe köyüne çıkmıştı tayini.. Sivilceli yüzüne bakıp çok şaka yapmıştım ona " Kız sivilceli, evlen de kurtulalım senden" diye.. Meslektaşı Cuma Ünlü ile tanışmış, evlenmişti, kaç gün geçti geçmedi şehit edildiği haberini aldık. Eşi Cuma ile beraber. ( 1996)" ( habertitürk.com)

Daha doğrusu, son 35-40 yılda vermiş olduğumuz şehit sayısı bir hayli fazladır. Mihraba geçmiş imamlarda öyledir. Suçları Müslümanlara namaz kıldırmak, ezanlarını okumak, Kur'ân öğretmekti. Hakeza, öğretmenlerin, kendilerini feda ederek, çocuklarımızı eğitmeleri, aydınlatmaları, hayatın gidişat öğretimini öğretmekti. Bunların hunharca, zalimce şehit edilmeleri, bana, Asr-ı Saadetteki Bi'ri Meune olayını hatırlatmaktadır. Mus'ab'ın, hicretten önce , Medine'de korkmadan, ürkmeden tebliğ görevini bihakkın yapması, Medine halkını İslam'la yüzleştirmesi gibi...
Bir başka üzücü, can acıtıcı olayda Bi'ri Maune olayıdır:

Resulullah (sav), hicretin dördüncü yılının Safer ayında çoğunluğu Ashab-ı Suffe'den olan yetmiş öğretmen (muallim) sahabiyi, İslam'ı öğretmek amacıyla Necid tarafına gönderdi. Bu sahabiler yolda müşriklerin saldırısına uğramış ve sadece üç tanesi hayatta kalabilmişti. Vahy aracılığıyla durumdan haberdar olan H. Peygamber (sav), hiç bir zaman duymadığı kadar büyük bir acı yaşamış ve günlerce bu sahabileri katleden müşriklere beddua etmiştir.

Oysa, Resulullah (sav) Taif dönüşü, yine bizzat Zeyd'le hakarete, taşlanmaya, küfürlere maruz kalmış, ama, beddua etmeye yanaşmamıştır. Ama, Bi'ri Maune vak'ası, onu içtenlikle üzmüş, canı sıkılmış ve onu beddua etmeye sevketmiştir. Binaenaleyh, günümüzdeki öğretmenlerin, zalimler tarafından şehid edilmeleri de öyledir. Kimisi bekar, kimisi nişanlı, kimisi sözlü, kimisi evli ve çocuklu iken, zalimlerin zulümlerine maruz kalarak, Allah'a yürümektedirler.

Resulullah (sav)'in , Bi'ri Maune öğretmenlerini katleden müşriklere beddua ettiği gibi, bende, tüm zalimlere, soysuzlara, maşalara, satılmışlara aynı şekilde beddua ediyor, zalimlerin hak ettikleri cezayı bulmalarını diliyorum.

Gönlümüz istiyor ki, vatanımız da güllük, gülistanlık olsun.. Kurt, kuzuyla beraber yaşam sürdürsün. Kimse kimseyi incitmesin ve incinmesin!.. Çünkü, bir masum öğretmen niçin hunharca katledilir? Suçu, kabahati, hatası, kusuru ne olabilir ki? Dolayısıyla, günümüzde dillendirilen " açılım" "saçılım" "çözümleme" sürecine ben, pek de inanmıyorum. Çünkü, emperyal güçler, bu güzel düşünceyi ters yüz ederek, yine insan azmanlarını sokağa dökecekler, masum , biçare insanları katletmeye devam edeceklerdir!..

Halbu ki, batılı güçler, Rusya, İran vb. teröre destek verenler, kendi vatanlarında bir hadise olduğu zaman, taş taş üstünde bırakmayıp, olay çıkaran insanı tuzla-buz etmektedirler. Bir kere, imamlar, öğretmenler, eşkıyanın da görevlisi, sade halkın da muallimleridir. Onları katletmek değil, suçsuz yere şehid etmek değil, onların ellerinden ziyade, ayaklarını öpmek bir toplumun esas mes'elesi olmalıdır.

Bu vesile ile, 24 Kasım 2014 " Öğretmenler Günü" nü candan kutlar, ölen veya şehid edilen öğretmenlere dualarımı sunar, hayatta olanlara sağlık, sıhhat, afiyet temenni ederim. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir

Kur'an-ı Kerim
Kopmayan bir ip olan aziz Kur'an'a sım sıkı sarıldığımız zamanlar da, öylesi büyük işler, büyük hizmetler, çalışmalar yapmışız ki, dünya milletleri bu gayret karşısında küçük dillerini yutmuşlar, hayretler içerisinde kalmışlar, isteyerek veya istemeyerek alkışlamak zorunda kalmışlardır. Örneğin, Asr-ı Saadette, kısa zaman sürecinde İslam'ın dünyaya meydan okur hale gelmesi, gönülleri fethederek, İnsanlığın fevç fevç İslam'a koşması bunun apaçık göstergesidir.

"Hep birlikte Allah'ın ipine ( İslam'a ) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız." (Âl-i İmrân sûresi, âyet 103)

Başka örnekler verecek olursam, Bedir, Uhud, Hendek, Malazgirt, İstanbul'un fethi, Mohaç, Niğbolu, Çanakkale, Millî Mücadele vb. kıyamlarda Müslüman millet olarak ayağa kalkışımız, dillerde tekbir, gönüllerde Allah sevgisiyle cihad meydanlarına koşmamız unutulmayacak misallerdir. 

Lakin, ne zaman ki, küçük fikirlere fırsat verdik, başkalarını taklit eder olduk, " İsrailiyat" ve " Ehl-i kitab"ı büyük görür olduk, kendimizi onların yıkıcı, tahrib edici kucaklarına teslim eder olduk, işte, o zamandan bu yana da perişanız, payimalız ve bedbin bir halde sefaleti yaşamaktayız. İsterseniz, bir alıntı ile ile konumuza devam edelim:

" 1- İsrailiyatın İslam kültürüne girmesinin sebepleri:
Kur'ân'ı Kerim'in naklettiği kıssaların pek çoğu Tevratta da geçmektedir. Hem Kur'an-ı Kerim, kıssaların ayrıntıları üzerinde durmazken Tevrat ayrıntılara girmektedir. Çünkü Kur'an-ı Kerim bu kıssaları aktarırken ibret alınacak yönlerine dikkat etmekte, ibret alınmaya konu olmayacak hususlara temas etmemektedir. Okuyucuların bir kesimi özellikle de halk tabakası , alınacak ibretten çok kıssalardaki olaylara takıldılar.
Kur'an'da olayların ayrıntılarını bulamayınca bu isteklerini karşılamak için Ehl-i Kitaba müracaat ettiler. İsrailiyatın İslam kültürüne karışmasının sebepleri konusunda ibnu Haldun şöyle demektedir:
" Araplar ne Kitap Ehli nede ilim ehli idiler. Bedevilik ve ümmilik onlara hakim idi. İnsan nefsinin arzu duyduğu kainatın yaratılış sebebi, yaratılışın başlangıcı, varlığın sırları gibi konularda bilgi sahibi olmayı arzu ettiklerinde onu önce kitap ehli olanlara sorar ve onlardan istifade ederlerdi.
Bu kitap ehli ise, Tevrat ehli olan Hristiyanlar idi. O gün Araplar arasında yaşayan Tevrat ehli de haddi zatında onlar gibi bedevi idiler. Tevrattan bildikleri Kitap Ehli'nden avam'ın bildikleri şeylerdi. İsrailiyatın İslam kültürüne karışmasının diğer bir sebebi de, Ehl-i Kitaptan bazı alimlerin İslam dinine girmiş olmalarıdır. Bu bilginler ya diğer Müslümanların kendilerine müracaat etmeleri sonucunda ya da kendiliklerinden israiliyatı anlatıyorlardı." (V. Selimoğlu)

İşte, o gündür bu gündür, Müslümanlar olarak gerek batı kültürünün, gerekse İsrailiyat kültürünün etkisi altında kalmış, onların ortaya sürmüş oldukları hurafi, efsane yüklü yarım yapalak bilgileri baş tacı etmiş durumdayız. 

İsrailiyat hurafeleri, bid'atleri Müslümanların her alanına nüfuz etmiş, ameli yönlerine, itikadi hallerine varıncaya kadar girilmedik, baskı altına almadık bir husus bırakmamışdır. Evlilik, cennet ve cehennem, dünyanın ömrü, kıyametin ne zaman kopacağı, kader mevzusu, İsa (as)'ın hali, Mehdi ve Mesih çıkmaları vb. binlerce yabancı , İslami olmayan abartı dolu bilgiler, maalesef, hâlâ, camilerimiz de anlatılır, İslam'ın, Kur'ân'ın emirleri imiş gibi, bireylerin bilgilerine sunulur.

İsrailiyatın, hurafenin sonlandırılması için, tüm Müslümanların bilhassa, entelektüel takımın görev üstlenmesi en önemli ve mühim bir görevdir. Çünkü, avamın bu mevzuda şimdilik mes'eleyi kavraması, idrak etmesi zor görünmektedir.

"2- İsrailiyatın tarihçesi ve seyir çizgisi:
Arapların biri yaz, biri de kış mevsiminde olmaka üzere ticaret için iki yolculukları vardı. Nitekim Kur'an-ı Kerim de bundan bahsetmektedir. Kış yolculuğu Yemen'e, Yaz yolculuğu da Şam'a yapılıyordu ve buralarda çoğunluğu Yahudi olan Ehl-i Kitap yaşardı.
Gerek Arap yarımadasında ve gerek bu yolculuklar sırasında Araplarla Ehl-iKitap arasında ki münasebetlerin sonucu olarak Arap kültürüne Ehl-i Kitap kültürünün de karışmış olması tabiidir. Ancak cahiliye döneminde bu etkilenmenin büyük boyutlara ulaştığını söyleyemeyiz. Çünkü Araplar müşrik idiler ve Ehl-i Kitap kültürüne ilgi duymuyorlardı.
Etkilenme daha çok İslam'ın gelişinden sonra ve yukarıda dikkat çektiğimiz sebeplerle olmuştur. Netice Kur'an kıssalarının kaynağı, bizzat Kur'an'ın kaynağını ilgilendiren bir husustur. Kur'an'ın indiği dönemde Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar, Kur'an kıssalarının Tevrattan uyarlama olduğunu iddia etmedikleri halde günümüzde müsteşriklerin bazısı böyle bir iddia ileri sürebilmektedir.
Kur'an'da geçen kıssalarla Tevrat kıssaları arasında yapılacak bir karşılaştırma, Kur'an kıssalarına elde mevcut muharref Tevrat'ın kaynaklık etmeyeceğini açıkça ortaya koyacaktır. Ayrıca Muhammed (s) hem ümmi biriydi ve hem de o dönemde gerek Tevrat, gerekse İncil Arapça'ya tercüme edilmiş değildi. Kaldıki Muhammed (s)'in uslubunu ortaya koyan kendisinden nakledilmiş hadislerin üslubu ile Kur'an'ın üslubu arasında fark vardır.
Bu da kıssalarıyla birlikte Kur'an'ın tamamının Allah tarafından hem lafız hem de mana olarak indirildiğinin delilidir. Kur'an bir beşer tarafından yazılmış bir kitap olamaz. Nitekim indirildiği günden bu yana benzerinin getirilmesi konusunda meydan okumakta fakat bir benzeri ortaya koyulamamaktadır. Kur'an kıssaları hakkında bir delile dayanmaksızın ortaya atılan iddialardan biri de, kıssalarının vakii olmadığı; olay ya da şahısların gerçek olmasını gözetmediği , diğer sanat kıssalarında olduğu gibi kıssalara hayali unsurlar kattığı iddiasıdır.
Bu iddianın da bir dayanağı yoktur. Bu kıssaların bir çoğu anlatıldıktan sonra zikredilen: - Ey Muhammed! sana anlattıklarımız, gayb haberleridir. Bu anlatılanlar gerçek olarak anlatılmaktadır.- gibi ifadeler,kıssalarda hayali unsurların bulunmadığının kesin delilleridir. Bu iddiayı ileri sürenlerin niyeti ne olursa olsun iddialarını ispatlayacak bir delil ortaya koyamamışlardır." (V. Yavuzoğlu)

Dünü gerilerde bıraktığımıza göre, 21'nci asrın Müslümanlarının bu hususlarda çok dikkatli, kılı kırk yarar olmaları, tüm mes'elelerini, sorunlarını yüce kitabımız Kur'an'a havale etmeleri lazımdır.
Elimizde Kur'ân gibi bir ana kaynak var iken, Müslümanların çıkmaz sokaklara sapmaları, oradan, buradan bilgi devşirmeleri yakışıklı, olumlu ve müsbet değildir. Bilhassa, günümüz dünyasında, Kur'ân dışı bilgilere hiç lüzum ve gereksinim bulunmamaktadır. Çünkü, zamanımız akıl, mantık, Kur'ân çağıdır. Kur'ân'la oturup, Kur'ân'la yaşama zamanıdır. Rabbim, bizleri, hurafattan, bid'atlerden, uydurmalardan, yıkıcı, tahrip edici maksatlı bilgilerden muhafaza buyursun!..Âmin!... Selâm ve duâ ile...

Şerafettin Özdemir

Kuran
Kur'an Anlaşılması Zor Bir Kitap mıdır ?

"İnkâr edenler: Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız, dediler." (Fussılet sûresi, âyet 26)

Maalesef, acı , teessüf edilecek bir söz değil mi? "Kur'an Anlaşılması Zor Bir Kitaptır" yanlışı. Oysa, Kur'ân'ı; okumak, anlamak ve yaşamak, ekmek yemek kadar, su içmek kadar, oksijen teneffüs etmek kadar kolay ve rahattır.

Aslında, Başkanlıkça büyük bir kampanya başlatılmalıdır ki, ismi " Herkes Kur'an okuyor" kampanyası olmalıdır. Bunun yanı sıra, Kur'ân'ı anlama ve hayata yansıtma proğramları tatbik edilse fevkalade olur değil mi?

"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini ( hahamlarını); ( Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i ( İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır." (Tevbe sûresi, âyet 31)

Kısaca ayeti kerimenin tahlili:

Yahudilerin Mukaddes Kitaplarını taşıyan sandık bir kaç kez düşmanlarının eline geçmiş, Mukaddes Kitap saldırıya uğramış ve bizzat Hz. Musa'ya verilen levhalar kaybolmuştur. Yahudi din adamları olan hahamlar hâfızalarında kalan bazı âyetleri parça parça yazmışlardır.

Babil esaretinde iyi bir yazıcı olan kâhin Ezrâ, şifahi ve kısmen yazılı olan rivayetleri bir araya toplayıp Yahudi mukaddes kitabını çıkarmıştı. Bu hizmetinden dolayı Ezrâ, İsrailoğullarının saygısını kazanmış, bu saygı zamanla o kadar aşırı bir noktaya varmış ki Yahudiler, Ezrâ'yı Allah'ın oğlu saymışlardır. Zikredilen âyet bu hususa işaret etmektedir.

İşte, Yahudilerin sahte tanrısı Ezrâ'nın, uydurmuş olduğu rivayetler, efsaneler, hurafeler ve İsrailiyat kültürü ne acı ki, asırlardır İslam alemini de çepe çevre sarmış ve yanlış uydurmalarla boğmuştur..

Netice olarak;

Tüm bu yanlışlar niçin olmakta, saf beyinleri, idrakleri, akılları felakete sürüklemektedir biliyor musunuz? Bu yanlışların, uydurmaların altında yapmakta olan en büyük etken, "Kur'ân'ın anlaşılması zor, biz onu kavrayamayız" düşüncesidir.

Yukarı da maddeler halinde peşi peşine sıralanan ve bunlardan başka binlerce yanlışın, hurafenin, uydurmanın bitirilmesi için, hiç zaman kaybetmeden Kur'an'a sarılmak, herkesin, her kesimin, alimin, din adamının, memurun, işçinin, işverenin, ağanın, fakirin, kadının, erkeğin, gencin, yaşlının bütün toplum katmanlarının Kur'an'a sarılmasından başka çıkar yol ve metod bulunmamaktadır.
Tabii ki, bu çalışmanın, faaliyetin, aktivitenin başını başkanlığımız, ilahiyatçılarımız, tüm akademisyenlerimiz, aydınlarımız çekecektir.

Aksi halde, öncü durumunda olan kesimler, bu sakatlıkların yok olması için, ellerini taşın altına sokmazlarsa, gelen tepkilere göğüs germezlerse , vallahi, selam sana Ya Rasulallah!.. Ümmetin görevden kaçmaktadır!.. Demekten başka bir sözümüz olmayacaktır!.. Rabbim!.. Bu uğurda bizlere güç ve kuvvet bahşeylesin!.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir - İslam Ahengi

nali şerif kolye

Nal-i Şerif Kolye Takmak Caiz midir? Nal-i Şerif'in Faziletleri Var mıdır ?

Son zamanlarda piyasada, özellikle dini ürünler satan e-ticaret sitelerinde Nal-i Şerif kolye ve benzeri ürünler satılmaktadır. Aynı firmaların internet sitelerinde, Nal-i Şerif'in Faziletleri yer almakta ve bu kolyeye sahip olanın bir çok nimete sahip olacağı söylenmektedir.

Peki Nal-i Şerif şeklinde kolyelerin taşınması yada Nal-i Şerif resmi bulunan çerçevelerin evlere asılması caiz midir ve faziletleri var mıdır? Konuyla ilgili Diyanet İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı Dini Soruları Cevaplandırma Platformu tarafından,  bu konu hakkında sorulan bir soruya şu cevap verilmiştir.
Kolye takmanın hükmünü eğer erkek olarak kendinizin kolye takması hakkında soruyorsanız belirtelim; Şekli na'l-i şerif şeklinde olsa bile erkeklerin kadınlara benzemek amacıyla kolye takması ve süslenmesi caiz değildir. Zira kolye ve küpe gibi süs eşyası takmak kadınlara mahsustur. Erkeklerin küpe takmasının hükmü şöyledir: Peygamberimiz (s.a.s.) döneminden itibaren bu güne dek kadınlar süslenmek amacıyla küpe kullanmışlardır (Buhari, Libas, 59). Bu itibarla da kulak deldirip küpe takmak, Müslümanların genel örfünde kadınlara ait bir süslenme tarzı olarak kabul görmüştür. Müslüman erkeklerin ise kadınlara has süs eşyalarını kullanmaktan uzak durmaları gerekir. Zira Peygamberimiz (s.a.s.): “Kadınlara benzemeye çalışan erkekler ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlar Allah’ın rahmetinden uzak olsun” (Buhari, Libas, 61-62) buyurmuştur.

Bu ve benzeri uyarılar sebebi ile İslam alimleri, erkeklerin küpe vb. kadınlara özgü takıları takmalarını tahrimen (harama yakın) mekruh saymışlardır (İbn Abidin, Reddu’l-muhtar, VI, 336-337, 388; Nahlavi, ed-Dureru’l-Mubaha fi’l-hazrı ve’l-İbaha, 29). Kadınların kolye takmasını sormak istiyorsanız; Kadınların nali şerif şeklinde kolye takması caizdir, üzerine na'l-i şerif resmi basılı olan kağıtların evlere asılması da caizdir. Ancak na'l-i şerif şeklinde kolye takmanın, takılan kolye veya asılan resimin faziletli olduğunu söylemek doğru olmayacağı gibi ve bunlardan medet ummak da caiz değildir. 

Nal-i Şerif Kolye Takmak Caiz midir? Nal-i Şerif'in Faziletleri Var mıdır ? 

Bu sorunun detayına gelince; Uğur getirdiğine ve bulunduğu yeri her türlü kötülükten koruduğuna inanıldığı için stilize edilmiş na‘l-i şerif şeklindeki kolyeler İslam tarihi süresince olduğu gibi günümüzde de bulunmaktadır. Bu tür na'li şerif şeklindeki kolyelerin takılma amacı Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ayağının tozu olmak, ayağına giydiği na'linin yani ayakkabısının insan üzerinde taşınması Peygamberimizin hatırasına saygı amacına matuf olduğu düşünülebilir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize duyulan saygının tek yolu na'l-i şerif şeklinde kolye takmak veya na'li şerifin fotoğrafını evlerimize asmak değil, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yaşadığı gibi yaşamak yani Allah'ın emirlerine riayet etmek ve yasaklarından da sakınmaktır. 

Bu itibarla nal-i şerif kolyesini takmanın faziletli olduğunu söylemekten ziyade na'l-i şerifin sahibi olan Hz. Peygamber'in ahlakıyla ahlaklanmak ve Peygamberimize layık bir ümmet olmaya çalışmak esastır. Na'l-i Şerif hakkında daha geniş bilgi için Türkiye Diyanet Vakıfı İslam Ansiklopedisi’nin “NA‘L-i ŞERİF” maddesine (c.32, s:346-348) bakabilirsiniz. Kısa yolu şöyledir: 

Hz. Muhammed
Kur'an-ı Kerim’le ilk defa Efendimiz Hz. Muhammed (sav) muhatap olduğu gibi, Kur'anı ilk o okumuştur. Kur'an-ı Kerim onun ruhuna ve kalbine öyle işliyor, öyle etki ediyordu ki şimdiki Kur'an okuyan büyük bir çoğunluk onu görselerdi eğer, aslında hiç okumadıklarının farkına varacaktı. Peygamber efendimizden sonra ilk Kur'an ile tanışanlar bile, Kur'an'ın eşsiz güzeeliğine kapılmış, kalplerinde Allah'ın kelamlarını hissetmişlerdi.

Hz. Ali'nin bir savaş sırasında ayağına saplanmış okun, namaz sırasında çıkartılmasını istemesi ve kıraat halinde Kur'an okurken ayağındaki okun çıkarılmasının ardından hiçbir acı duymaması bu hikmete örneklerdendir.

Şimdi, Hz. Muhammed'in (sav) Kuran'ı okuyuşu ile ilgili sahih kaynaklardan rivayetlere bir göz atalım.

Hz. Muhammed'in Kur'an Okuyuşuyla İlgili Bazı Rivayetler


1- Kendisine Peygamber (sav)’in Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl okuduğunu soran bir sahâbîye Enes b. Mâlik (r.a) : “Peygamber (sav)’in kıraati medli idi (uzatılması gereken harfleri uzatırdı)” cevabını vermiş, ardından ‘bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm’i okuyarak : “Peygamber (sav) besmeledeki bismi’l-lâh’ın lâm’ını,er-Rahmân’ın mîm’ini ve er-Rahîm’in hâ’sını med ile (uzatarak) okurdu[26]” demiştir.

2- Peygamber (sav)’in hanımlarından Ümm-ü Seleme (r.ah) : “Peygamber (sav) Kur’an okuduğunda -âyetleri- ayırırdı. (الحمد لله رب العالمين ) âyetini okur ve dururdu; ardından (الرحمن الرحيم) âyetini okur sonra tekrar dururdu[27]” demiştir.

3- Ümmü Seleme (r.ah) Peygamber (sav)’in namaz ve kıraatini soran birine şöyle demiştir : “Sizin namazınızla O’nun kıldığı namaz arasında o kadar fark var ki! Kıraatine gelince, Allah Resûlü’nün kıraati harf harf (okurken âyetler tefsir ediliyormuş gibi) idi[28]”.

4- Resûl-i Ekrem (sav)’in gece namazına şâhit olan Ebû Zer el-Gıfârî (r.a) demiştir ki : “Peygamber (sav) bir gece namazda ‘Eğer onlara azap edersen onlar senin kullarındır; eğer bağışlarsan hiç şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin’ âyetini[29] sabaha kadar tekrar tekrar okudu[30]”.

5- Huzeyfe b. Yemân (r.a) Resûl-i Ekrem (sav)’in Kur’an okurken yaşadığı hal ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmuştur : “Peygamber (sav) namazda rahmet âyetini okuduğunda Allah’tan ister, azap âyetinde O’na sığınırdı; tenzîh[31] âyetlerine geldiğinde ise Allah’ı tesbîh ederdi[32]”.

6- Berâ b. Âzib (r.a) “Peygamber (sav)’i yatsı namazında Tîn sûresini okurken işittim; sesi ve kıraati ondan daha güzel bir kimse görmedim[33]” demiştir.

7- Hz. Âişe (r.ah)’den gelen bir rivâyete göre, Peygamber (sav) Efendimiz bir gece Âl-u İmrân sûresinin son on âyetini göz yaşları içinde okuduktan sonra buyurmuşlardır ki : “ Bu âyetleri okuyup derin derin düşünmeyen kimseye yazıklar olsun![34]”

8- Resûl-i Ekrem (sav) okuduğu Hûd sûresinin 112. âyetinden[35] dolayı “Beni bu sûre ihtiyarlattı[36]” buyurmuşlardır.

9- Peygamber (sav) Efendimiz her gün Kur’an’dan bir miktar okumayı kendisine vazife edinmişti[37].

10- Ebû Leylâ (r.a) diyor ki : Resûl-i Ekrem (sav) geceleyin nâfile namaz kılarken ben de onun yanında namaz kılıyordum. Azap âyetlerinden birini okuyordu. Âyeti bitirdiğinde buyurdular ki : “Cehennem ateşinden Allah’a sığınırım. Cehennemliklerin vay haline ![38]”

11- Hz. Âişe (r.ah) Allah’ın Nebîsi (sav)’nin Kur’ân’ın hepsini bir gecede (sabaha kadar) okuduğunu hatırlamadığını ifade etmiştir[39].

12- İbn Mes’ud (r.a) diyor ki : “Resûl-i Ekrem (sav) benden kendisine Kur’an okumamı istedi. Nisâ sûresini okumaya başladım. Sûrenin ‘Her ümmete bir şâhid, seni de bunlara şâhid getirdiğimizde durumları nasıl olacak’ âyetine[40] geldiğimde Peygamber (sav)’in gözlerinden yaşlar boşaldığını gördüm[41]”.

Tüm bu rivayetler ve diğer bilgi kaynakları ışığında Hz. Muhammed'in (sav) nasıl Kuran okuğunu maddeleyecek olursak;


Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz ;

1- Kur’ân’ı Kerîm’i tertil üzere (ağır ağır, tane tane) okumuş, harf ve kelimeleri âdeta tefsir edercesine kıraat etmiştir.

2- Tilâveti esnasında medlere ve vakıf mahallerine riâyet etmiştir.

3- Âyetlerin mânalarına yoğunlaşarak okumuştur. Zaman zaman bazı âyetler üzerinde tekrarlar yapmış, derin hakîkat ve hikmet ihtivâ eden bölümler üzerinde uzun uzun tefekkürde bulunmuş, rahmet âyetlerinde Allah’tan istemiş, azap ve inzâr âyetlerinde O’na sığınmıştır.

4- Kur’ân’ı hem kavlen hem aklen hem de kalben tilâvet etmiştir. Dili ile elfâzı tertîl ederken, aklı ile mânaları üzerinde durmuş ve nihayet kalbi ile de Kur’an’dan nasipdâr olmuştur.

5- Gündüzünde olduğu gibi gecesinde de Kur’an okumaya zaman ayırmıştır.

6- Bir oturuşta yahut bir gece sabaha kadar sayfalarca Kur’an okumak yerine, her gün bir miktar tefekkür boyutuyla tilâvet etmeyi tercih etmiş, bazan tek bir âyeti sabaha kadar okumaya devam etmiştir.

7- Kendisine verilen engin hikmet ve fetânet ile okuduğu âyetleri murâd-ı ilâhi doğrultusunda anlayarak tilâvet etmiştir.

8- Başkasından Kur’an dinlemeyi sevmiştir.

9- Okuduğu âyetlerin mânasından etkilenip göz yaşı dökmüştür.

10- Kur’ân’ın kalbî ülfet ile okunmasını, uyku ve rehâvet hali içinde okunmamasını tavsiye etmiştir.

11- Kur’an okumayı en faziletli ve en sevilen amel olarak görmüş, Kur’ânı en iyi okuyan ve bileni yönetici tayin etmiştir.

12- Hülâsa Kur’ân’ı elfâz, ahkâm ve ahlâk boyutuyla tilâvet etmiştir. Elfâzıyla dilin, ahkâmıyla aklın ve nihâyet ahlâkıyla kalbin payını vermiştir; O, hem Kur’an okumuş hem Kur’ân’ı okumuştur.

Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Fatih Çollak

Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *