Şubat 2014

Öfke ve İslamdaki Yeri
   Bir haftalık ayrılıktan sonra, yeniden yazılarımla, internetimle baş başayım. Allahü Teala, hiç kimseyi sağlıkla imtihan etmesin, herkese sağlık, afiyet, dünyada rahatlık ve ahirette de rahatlık ihsan eylesin.

  Öfkeyi yenmek mevzuu, gerçekten ilginç hem de milletimizi en çok alakadar eden bir konudur. Çünkü, her tarafımız öfke, sinir, stres ve hırçınlık saçmaktadır. Sohbetler unutulmuş, muhabbetin yerini gönül kırma, kalp incitme almış, sohbetin, huzurun yerini güncel tartışmalar, lüzumsuz mülahazalar, değerlendirmeler almış yürümüştür.. Nereye uğrasak, hani köşeye çömelsek, camii avlusunda bir banka otursak bile orada-burada toplanmış insanların kendi aralarında kıyasıya tartıştıkları, birbirlerini incitircesine, kırarcasına kırdıkları, birbirlerine yüklendikleri görülmektedir. 
 
  Oysa, kainatın efendisi , evrensel peygamber Resulullah (sav)'e sahabeden biri gelerek "Bana tavsiyede bulun" deyince, Rasul (sav): " Kızma" buyurdu. Adam tekrar tekrar öğüt istedikçe, tekrar "Kızma" cevabını vermiştir. 

  Abdullah bin Amr, Rasûl (sas)'e, "Allah'ın gazabından beni ne kurtarır?" diye sorunca: " Kızma " buyurdu.
"Rasûl (sas), ashabını çoğunlukla gazaplarına hakim olmaya teşvik ederdi. Bunun misali: Rasûl (sas)'in ashabına sordu: "Siz pehlivan diye kime diyorsunuz? Kimsenin yenemediği kişiye deriz" dediler. Rasûl (sas): "Hayır, pehlivan, kızgınlık anında kendine hakim olandır." buyurdu.

  Bu hadiste Rasûl (sas) Müslümanlara gücün yeni bir anlamını öğretiyor; bu anlam, arapların cahiliyye döneminde bildikleri manadan farklı, ahlakî, güzel bir manadır. üç, bedendeki fizikî kuvvet ve başkasını tutup yıkma değil; nefis mücadelesi, gazap tepkisini kontrol etme, gücü yettiği halde gücünü başkasına kullanmamalıdır.

  Rasûl (sas) ashabını, kızgınlıklarını kontrol etmeye teşvik eder, başarana ahirette büyük sevap verileceğini söylerdi: "Kim, gücü yettiği halde öfkesini yenerse, Yüce Allah kıyamet günü istediği kadar huri vermek için onu iyi ahlaklı kişilerin yanına çağırır."

  Rasûl (sas) ashabına, hizmetli ve kölelerini dövmemelerini , sıkıntı vermemelerini tavsiye ederdi. Ebu Musa Bedrî anlatır: Hizmetlimi kamçıyla dövüyordum, arkamdan bir ses duydum. "Bil ki Ebu Mesud" diyordu. Kızgınlığımdan, sesin kime ait olduğunu anlayamadım. Yaklaşınca baktım ki Allah Rasûlü (sas). "Bil iki Ebu Mesud, Bil ki Ebu Mes'ud!" Kamçıyı elimden bıraktım. 

  "Bil ki Ebu Mesud, senin bu çocuğa gücünün yetmesinden çok Allah'ın sana gücü yeter." buyurdu. "Bundan sonra hiçbir köleyi dövmeyeceğim." dedim." (Hadis ve psikoloji, M. Osman Necati, sayfa 92- 93)
Gerçekten, bazan kendi kendime sormadan edemiyorum: Ne oldu bize? Bu milletin sözü dinlenir, sohbetine değer verilir insanlarına, ekabirine, gün görmüşüne, okumuşuna, ehli sohbetine, ne oldu? 

   Elli yıl önce, köylerde, mahalle aralarında bir niza, bir huzursuzluk, bir döğüş, bir kavga olduğu zaman köy ve mahallenin büyükleri devreye girer, söz konusu anlaşmazlığı, nizai, huzursuzluğu daha adli mercilere, polise, jandarmaya düşmeden bitirirlerdi.

  Kabilecilik, nesepcilik, sen-ben kavgaları bu sebeple çok az görülürdü. Haccını yapmış büyüklerimiz, eli öpülesice insanlardı. Sözleri dinlenir, nasihatları bir kanun mesabesinde ve hükmünde idi.. Herkes büyüğünü büyük bilir, küçüğünü küçük bilirdi. Cenaze merasimleri, düğünler, dernekler, toplantılar birlik ve beraberlik içerisinde yapılırdı.

  Ya şimdiler de? Ortalık toz duman olmuş, çirkin çekişmeler, kısır vuruşmalar, kalp kırmalar, incinmeler, incitmeler had safhadadır. Bilhassa, politik mülahazalarla insanların birbirlerine acımasızca saldırması aziz milletimizi, insanlarımızı ürkütmektedir.

  Hasılı, öfkemizi yenemiyor, sinir ve streslerimize bir hiç uğruna hakim olamıyoruz.. Niçin ve neden? Halbu ki, batı ülkelerinde insanlar, kitleler , milyonlar yaşamakta ve huzur, rahatlık mevzu bahistir. Resmi dairelerde, hastanelerde, sokak da, caddede ve evlerde çekişme, tartışma bulunmamaktadır.

  Sanki, batı insanlarının sinirleri tümden alınmış, sinirsiz, öfkesiz, stressiz bir şekilde rahat rahat bir ortamda yaşamaktadırlar. Zaman zaman, hastaneye girip çıktığım, ara sıra bir hafta falan yattığım için, personelin doktordan tutunda hemşiresinden, hasta bakıcısına varıncaya kadar güler yüzlü, sevecen, mesleklerinde alakadar, ilgili, insanlara hizmet etmek için sanki yaratılmış olduklarını gözlemlemekteyim.

  Hastane çıkışlarında, anket yapmak için formüller dağıtılmaktadır!... İyi veya kötü.. Olumlu veya olumsuz sözcüklerle biten anketler.. Keşke!.. Batının insan yetiştirmesi, personel eğitmesi, güler yüzlülüğü dünyanın her tarafında yaşanmış olsaydı, hele bizim ülkemiz bu güzel hallere daha layık bir ülkedir!..Onun içindir ki; 

 "Rasûl (sas) ashabına, kızgınlıklarını nasıl yeneceklerini öğretirdi. Bunu başarmaları için, onlara faydalı bazı ilmî metodları gösterirdi. Bu, Rasûl (sas)'in sahip olduğu büyük hikmete, insanın yapısıyla ilgili derin bilgisine delalet eder. Bilindiği gibi reaksiyon bedende, daha önce işaret ettiğimiz fizyolojik değişikliklere ek olarak, kaslarda gerilme ve sinir sisteminde genel bir gerginliğe neden olur.
Bu yüzden insan, kızgınlık anında, çoğunlukla başkasına, gerek eli gerekse diliyle saldırır. Öfkeyi yenmenin yollarından biri, bedendeki gerilim durumundan kurtulmak için , vücudu gevşeyecek duruma getirmektir. Gevşeme durumu devam edince, kızgınlığı motive eden sebepler ortadan kalkar. Rasûl (sas) ashabına, öfkelendiklerinde, ayaktaysalar oturmalarını, kızgınlıkları geçmediyse, sırtüstü uzanmalarını öğütlediğinde bu gerçeğe işaret etmişti. Rasûl (sas): "Sizden biri gazaplandığında, ayaktaysa otursun; öfkesi geçmezse sırtüstü yatsın." buyurmuştur.

  Kızgınlık anında oturmak veya sırtüstü uzanmak vücudun gevşemesine sebep olur, kızmaya neden olan gerilime karşı koymaya yardım eder. Bu da sonuçta, öfke tepkisinin hafiflemesine, sonra da tamamen kurtulmasına götürür. Ayrıca oturma ve sırtüstü uzanma, insanın düşmana ilgisini azaltır, öfkeyi motive eden duruma, hiddetle kalkmadan ve kendini ileri atmadan, sakin ve güzel bir şekilde karşı koymaya yardımcı olur. " (a. g. e. sayfa 94)

  Netice olarak;

  Hırs, ihtiras, öfke, şiddet, hiddet, stres ve her türlü gerilim dolu haller, toplum hayatımızda iyi neticeler vermemekte, düşmanlık, kırgınlık, gönül kırma, kalp yıkma gibi hallere maruz bırakmaktadır. Tabii ki, bu durumda, toplum hayatımızda yılgınlıklara, çekişmelere, ayrışmalara sebebiyet vermektedir. Çok çok insan tanırım gerek yurt dışında ve gerekse yurt içinde camilerimiz de bile, birbirlerine küsgün , kırgın olan insanlar , camii içlerini bile parsellemişler, birbirlerinin bulunduğu saflara yaklaşmamakta, aynı bölümlerde namaz kılmamaktadırlar.

  Yani, nedir bu kılınan namaz, saflar, hocanın anlatttıkları? Hani, camiler, insanları, Müslümanları toplayıcı mekanlardı, mescidler secde edilen mekanlardı? Acaba diyorum, kıyamda iken, rükûda iken, secde mahallinde iken, gözümüzün bir ucuyla da, sevmediğimiz, küs olduğumuz, tiksinti duyduğumuz insanı mı takip ediyoruz? Dolayısıyla, sahabenin hayatında küsgünlük yoktu, kırgınlık bulunmuyordu. Kur'an Müslümanlığı vardı. Yaşama, tatbikat, ameli salihat vardı. Rabbim!.. Bizlere de aynı his ve heyecanı lütfetsin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir/ Hollanda

islam ve doğa
  "İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır." (Bakara sûresi, âyet 204)

  "O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez." (Bakara sûresi, âyet 205) 

  Maalesef; ekinler tahrip edildi, nesiller bozulmuş durumdadır. Dünyanın en münbit arazisine sahip ülkemiz toprakları, ekin vermez, ürün bitirmez duruma düşürülmüştür. Bu yüzdendir ki, ekinlerin bozulmasından dolayı, nesillerimiz de erozyuna uğramış, sağlıklı, sıhhatlı, bünyesi kuvvetli insanlara hasret kalmış durumdayız.
Evlerde insanımız cılız, hastanelerde her çeşit kronik hastalıklarla boğuşmakta, önü alınamayacak şekilde alabildiğince hastalıkların arttığı, eli bastonlu insanların çoğaldığı, camilerde bile iskemlelerin, oturakların sıra sıra dizildiği bir dönemi yaşamaktayız. 

  Yukarıda zikredilen ayetlerde geçen " ekin ve nesil" olarak tercüme edilen kelimelerin aslı, hars ve nesildir. "Hars , kelime anlamıyla toprağın tohum atılmak için hazırlanması, tohumun atılacağı tarla, yere tohum atmak ve ekim yapmak anlamlarına gelmektedir. Bakara 223'de kadınlar, erkekler için ekin yetiştiren yer olarak zikredilirken. Kalem 22'de ürün, Şura 20'de ise Allah'ın insanlara verdiği her türlü " nimet " anlamında kullanılmıştır. 

  Ayrıca Hars, toplumun üretmiş olduğu ortak kültür için de kullanılmaktadır. Çünkü kültür de bir toplumun ortak katkılarıyla ürettikleri bir üründür. Bakara 205'de de ekin ve nesil birlikte zikredilmiştir. Buradaki mananın zenginliğine bakılınca harsı bozan hem ekileni, hem ekeni hem de toplumun ortaya koymuş olduğu kültürünü bozmaktadır. 

  Bu ise karşılaştığımız gerçeği bütün çıplaklığı ile önümüze koymaktadır. Çünkü genetiği bozulan tohumlar birkaç ekimden sonra ekildiği toprağı da bozduğu verimsiz hale getirdiği bir vakıadır. Nesil, kelime anlamı itibariyle bir nesneden ayrılan şeye denilmektedir. Deveden dökülen tüye nesil denildiği gibi, insandan ayrılan ve soyunu devam ettiren çocuklarına da nesil denmektedir. Bu anlama göre " ekini ve nesli bozmak" demek insanın ekip diktiği tüm ürünleri, ürünün ekildiği tarlayı ve neslini devam ettirecek genç kuşakları, kısaca insanlığın geleceğini bozmak demektir." ( İktibas, Ekim 2009, sayfa 56 )

  Evet, ekin ve nesil bozulmuş, hastalık, kanserin her çeşidi kol kanat sarmış, insanımız ne yapacağını bilmez, şaşkın vaziyette bir korku, tereddüt ve panik içerisinde yaşamaya devam etmektedir. Yaylalarımız, ovalarımız, denizlerimiz, nehirlerimiz, derelerimiz, göllerimiz pislik içerisinde kalmış, Anadolu insanı istemiye istemiye bu alanları kullanmak zorunda bırakılmıştır. Gübreleme, çabuk ürün elde etmek için yapılan çalışmalar, kâr yerine zarara, sağlıksızlığa,, sıhhatin bozulmasına sebebiyet vermiştir. Pazara gidiyorsunuz, pazarda her yapmış olduğunuz alış-verişten bile kuşku duyulmaya başlanılmıştır.

  Hollanda'da, bana yakın bir yerde salatalık üretimi yapılmaktadır. Dört mevsimin hepsinde ürün alınmakta, tüp içerisinde yetiştirilen salatalıklar her defasında kırk beş gün içerisinde ürün vermeye devam etmektedir. Ama, gelin görün ki, salatalık ürünleri ne kadar hormonlu, ne kadar hormonsuz bunu insanların test etmesi, hele bizim milletimizin araştırması, kontrol etme imkanı yok gibidir. 

  Onun içindir ki; "Bu ayetlerin ihbar etmiş olduğu bozulma, tüm zamanları içine alan, bütün zeminleri kuşatan ve her toplumu kucaklayan küresel bozulmadır. Çünkü " ekini ve nesli " bozmak küçük ölçekli bir iş değildir. Yaşadığımız dünyada bu imkanlara sahip olan küresel güçler, insan nesli üzerinde planlı ve proğramlı çalışmalarla yeni kuşakları fikren değiştirmek, ahlaken sefihleştirmek için her türlü imkanı kullanmaktadır.
Bu konuda yazılı ve görsel medya araçlarının her çeşidi kullanılarak, insanlar fikren ve ahlaken istenilen kıvama sokulurken; yerine ve zamanına göre ulusal veya küresel ölçekli ekonomik manevralarla da tarım ve sanayi alanındaki gerekli düzenlemeler yapılmaktadır.

  Yarım yüzyıl önce tarım alanında ortaya atılan " yeşil devrim", " bol ürün" sloganıyla reklam edilerek dünyanın gündemine konulmuştur. İlk yıllarda fenni gübrelerin de desteğiyle bol ürün alınmış. Fakat bu toplumların ikinci yıl ekildiğinde verimli olmadığı için çiftçi her yıl yeni tohum almak için Rockefeller'in ve bir kaç aileden oluşan birliğin üretmiş olduğu tohumları almak zorunda bırakılmıştır.

  Bugün bunlara başta İsrail olmak üzere birçok ülke ve şirket katılmıştır. Çünkü bu işi daha geniş ölçekte ve sürekli hale getirmek için "Moleküler biyolojiden" istifade edilerek bir yıllık ekilebilen kısır tohumlar üretilmiştir. Evet bunlardan bol ürün elde edilmiş ve ürünün dayanıklılığı artırılmıştır. Fakat üründe doğallıktan eser kalmamıştır.

  Ekinin nasıl bozulduğunu görebilmek için, manavdaki sebze ve meyvelere bir göz attığımızda durumun vahameti anlaşılacaktır. Doğallıktan eser kalmamış hepsinin genetiği değiştirilmiş tohumlardan elde edilen, hormon verilerek büyütülmüş yiyecekler olduğu görülecektir.

  İnsan oğlunun bencilleşen hırsını tatmin etmek için giriştiği bu fesat sınır tanımamaktadır. Mısır, pirinç, soya, buğday ve bilumum tohumların genetiği değiştirilerek fıtratı bozulmuştur. Hayvanlara verilen hormon ilaçları ve fenni yem adı altında atıklardan üretilmiş yemlerle beslenen otçul hayvanların da doğallığı bozulmuştur. Fıtratı bozulan bir şey bulunduğu ortamı da bozacağından, tümüyle et ve süt mamullerini etkilemektedir. Teknolojinin atıklarıyla kirletilen kara, deniz ve havanın durumu ise gözler önünde durmaktadır. Fıtrata yapılan müdahalenin karşılıksız kalmayacağı ise muhakkaktır." ( a. g. d. sayfa 56-57 )

  İsterse, hoca efendiler, her gün, her hafta cuma günleri , vaaz kürsüsünden, minberden ve mihrabtan kıyametin koptu kopacağından, alametlerinin zuhur etmiş olduğundan, güneşin batıdan doğmak üzere olduğundan bahsetsinler. Vallahi, ben hissediyor ve anlıyorum ki, insanlığın kıyameti başına kopmuş durumdadır. Toplu ölümler, toplu hastalıklar, ismi, cismi, namı, adı bilinmeyen marazi haller, her gün değişik isimler ve kisveler altında insanlığın karşısına çıkmakta, helak edici dişlerini göstererek, beşeriyetin mahvına sebebiyet vermektedir.

Netice olarak;

  "İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkdı/çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır. (Rûm sûresi, âyet 41)

  Yerde yetişen ürünler bozulduğu gibi, can çekiştiği gibi, havada uçuşan kuşlarda nasiblerini almış, toplu toplu ölümleri yaşamaktadırlar. Sulardaki balıklar ve diğer sürüngenler de söz konusu kıyametten nasibini almış, kendilerinden istifade edilemez duruma gelmiştir.

  Hormonlu üretimlerin yanı sıra, teknolojik atıkların da hayatı zehirlediği gözler önündedir. Tüm bu pislikler neden olmaktadır biliyor musunuz? Maalesef, dünya süperleri sadece para kazanma, insanları sömürme uğruna , bu çirkinliği, söz konusu ahlaksızlığı icra etmektedirler Yani; benlik, hırs, ihtiras, çok kazanma, öfke ve azap uğruna insanlığın ve tüm canlıların toplu ölümlerine sebebiyet verilmektedir. Aslında, dünya insanlığının, tüm canlıların kurtulması için bir tek çare bulunmaktadır. O da nedir biliyor musunuz?

  Kur'an'a dönüş, Kur'anî emirleri hayata geçirme planıdır. İşte, bu öneri ne zaman baş tacı edilirse, günlük hayata intikal ederse, insanda kurtulacak, börtü, böcekde kurtulacaktır. Mevzumuzu şu ayeti kerime ile bitiriyorum, selam ve dua ile..

"Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve "Ben Müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussılet sûresi, âyet 33) Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir/ Hollanda

islam logosu  Değerli ziyaretçilerimiz. İslam Ahengi'ne her geçen gün artan ilginizden dolayı teşekkür ederim. Yazdığımız tüm yazıların ve emek verdiğimiz tüm paylaşımlarımızın daha çok kişiye ulaşması gerektiğini düşünüyorsanız, bizi sosyal medyadan takip edip, arkadaşlarınıza, dostlarınıza, çevrenizdeki insanlara önerebilirsiniz.

  Yakın zamanda Facebook ve Twitter sayfamızda bazı değişiklikler yaptık. Sosyal medya sayfalarımızdaki logo yenilendi. Artık dafa fazla içerik bulabileceğiniz güncel sayfalar haline geldi. Yeni logo ve içerik resimlerimize göz atmak ister misiniz ?



Ebu Eyyup El Ensari Türbesi
  "Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah dürüstleri sever." (Bakara sûresi, âyet 195)

  Ayeti kerimenin izahı şöyledir:  Ayette geçen " ihsan "kelimesi, bir işi tam ve noksansız yapmak, işin hakkını vermek ve dürüst olmak demektir. Nitekim bir hadiste Resûlullah (sav)'a "ihsan nedir?" diye sorulmuş . O da: " Allah'a , O'nu görüyormuş gibi kulluk etmendir, her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor" buyurmuştur. Kulluk umumî bir davranıştır. Bu itibarla hadisteki manayı, özellikle ibadete yöneltmek doğru değildir. 

  Aslında Arapça'da ihsan, işi doğru dürüst yapmaktır. Onun için işinin ehli olana " Muhsin " denir. Tercüme bu anlayışa göre yapılmıştır. Sosyal yardımı ve adaleti de içine alan ihsan ve infakı, " tehlikeyi önleyen tedbir" olarak gösteren âyet, adaletin anarşiyi ve ihtilâli önlediğine de işaret etmektedir.
Bu kısa girişten sonra, İstanbul şehrimizin tapusu, göz bebeği mesabesinde olan, onsuz yaşayamayacağımız Ebû Eyyüb El- Ensârî (ra) 'dan bahsedeceğim. Çünkü, İstanbul onunla mutlu, güzel ve maneviyat yüklü bir şehrimizdir.

  "Asıl adı Hâlid bin Zeyd, künyesi de Ebû Eyyüb olup, Medine'nin iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec'in Neccaroğulları koluna mensuptur. Hz. Peygamber'in (sas), dedesi Abdülmuttalib'in annesi Selmâ binti Amr sebebiyle Benî Neccar ile akrabalığı vardır.

  Ebû Eyyûb el- Ensârî (ra), Akabe biatına iştirak ederek hicretten önce İslâm'a girmiş Medine'ye dönüşünde de başta eşi olmak üzere dost ve arkadaşlarının hidayetlerine vesile olmuştur. Hiicretten önce de her gün Medine dışına çıkarak onun şehirlerine gelmesini beklemiştir. Hicret esnasında Medine'ye girmeden önce Neccaroğlulları ile birlikte şehrin dışına çıkarak Allah Resûlü'nü (sas) korumuştur.

  Hz. Peygamber'in (sas) Medine'ye ulaşmasından sonra Ensar'ın her boyu onu kendi evinde misafir etme yarışına girdi. Onlardan her hangi birini tercih etmesinin diğerlerini üzeceği endişesiyle Hz. Peygamber (sas) devesi Ebu Eyyûb' (ra) evinin önüne çökünce , onun misafir olarak kalacağı ev anlaşıldı. Bu durum, Ebû Eyyûb (ra) ve ailesi için bir şeref vesilesi olmuştur." (Diyanet Aylık Dergi, A. Apak, Haziran 2007, sayfa 62)
Halid bin Zeyd ( Ebû Eyyüb El- Ensarî (ra) 'ın, bir kahramanlığından daha söz edeceğim.. Hem de nasıl bir hasbilik ve kahramanlık... 
  
  Çünkü, günümüz dünyasında, her önüne gelen, diline hadisi şerifleri pelesenk etmekte, mütevatir mi, yoksa mevzumu olduğuna bakmaksızın saf, masum insanların zihinlerini bulandırmaktadırlar. İşte, bu konuda, Halid Bin Zeyd (ra)'ın bir feragat ve fedakarlığını görmekteyiz.

  "Medine döneminden itibaren Hz. Peygamber'den (sas) hiç ayrılmadığı halde Ebû Eyyûb Ensari'den (ra) sadece 150 hadis rivayet edilmiştir. Bunda akla gelen ilk husus, hayatının büyük bir kısmını cihad ile tamamlamış olması, bu sebeple hadis rivayetine pek imkân bulamamasıdır.
Ayrıca onun dindeki hadis rivayetindeki hassasiyeti de rivayetlerinin sayısını düşürmüş olabilir. Nitekim hayatta tek ravisi kalan bir hadisi bizzat rivayet etmek için Medine'den Mısır'a kadar gitmesi onun titizliğini açıkça ortaya koyar.

  Ebû Eyyub'un (ra) Ukbe b. Âmir'den (ra) almak için Mısır'a kadar gittiği hadis " Her kim bu dünyada bir müminin ayıbını örterse, Allah da öbür alemde onun ayıbını örter." rivayetidir.
Ebû Eyyub'dan (ra) hadiis rivayet edenler arasında; İbn Abbas, İbn Ömer, Berâ b. Âzib, Enes b. Mâlik, Câbir b. Semüre gibi sahabiler ve Saîd b. Abdullah, Ata b. Yesâr gibi tabiîler bulunmaktadır." ( a. g. dergi, say. 63 )

  Resulullah (sav) ve ailesi, Mescidin bitişindeki kendileri için tahsis edilen odalar tamamlanıncaya kadar takriben 7 ay gibi bir zaman Halid Bin Zeyd (ra)'ın evinde misafir kalmışlardır. Ev sahibesi hanım efendi Ümmü Eyyûb (ra) aziz misafirlerinin yemek ihtiyçlarını da karşılamış, şerefli misafirlerine iyi bir sahibliği yapmıştır. Bir kaç sene önce idi.. Medine'yi ziyaretim esnasında , Resulullah (sav)'in mihrabında namaz kılma imkanı bulmuştum. İşte , o mihrabtır ki, tarihi rivayetlere göre, Resulullah (sav)'in ilk defa devesinin çökmüş olduğu yer olması nedeniyle, çokça düşündüm, mescid içersindeki inleyen kütüğü, hannane direğini, vb. menkıbeleri hayalimde canlandırarak, bam başka alemlere yürümüş oldum.

  Ayrıca, Resulullah (sav), Halid bin Zeyd'i öyle bir sahabe ile kardeş yapmıştır ki, Uhud onunla güzel, onunla tıpkı Hz. Hamza (ra) nam salmıştır. Bu sahabi Mus'ab Bin Umeyr (ra) idi.. Hani, dini, imanı, Kur'an'ı uğruna, Resulullah (sav)'e ölesiye bağlılığı uğruna dünya malını, melalini, servetini ve her şeyini terkederek, Uhud sarpında kolundan, kanadından ve başından olan kahraman!

  Dolayısıyla, Ebu Eyyûb El- Ensarî (ra) Resulullah (sav)'in bütün savaşlarına iştirak etmiş, daima Resulullah'a bir zarar gelmemesi için kol ve kanat olmuştur. Ayrıca, Aziz kitabımız Kur'an'ı Kerim'i çok güzel okuması sebebiyle, Allah Resûlü'nün katipliğini de yapmıştır.

  Ebu Eyyub El- Ensari (ra) Resulullah (sav)'en sonra, doğru tercihini yaparak, Hz. Ali (ra)'ın yanında yer almış ve bu arada meydana gelen bütün fetihlere, yani Şam, Suriye, Mısır ve Kıbrıs gazalarına da iştirak ederek kahramanlıklar göstermiştir.

  Ama, gelin görün ki, Halid bin Zeyd (ra) , ilerlemiş yaşına, bükülmüş beline bakmaksızın, Emevi kralı Muaviye zamanında , oğlu Yezid'in komutasındaki , İstanbul'u fetih yolculuğuna da çıkmıştır. Evlatlarının, torunlarının tüm ısrarlarını geri çevirerek, İstanbul'a kadar at sırtında gelmesini başarabilmiştir. Ama ne yazık ki, fetih müyesser olmamış, Ebu Eyyub El- Ensari'de surların dibinde hastalanmıştır. Vasiyeti gereğince, surların dibine defnedilmiş ve toprağa verilmiştir. " Emevî donanması İstanbul muhasarasını fetihle tamamlayamayınca geri döndüğünde, zamanın Bizans İmparatoru'nun kuşatmanın ardından Ebû Eyyub'un (ra) mezarını açtırıp cesedini vahşi hayvanlara yedireceğini söylediği rivayet edilir.

  Ancak İslam ordusu kumandanının, şayet böyle bir şey gerçekleştirilirse, buna karşılık Müslümanların yaşadığı topraklardaki Hristiyanların bundan zarar görebilecekleri tehdidi üzerine kral teşebbüsünden vaz geçmiş, üstelik Ebû Eyyûb'un (ra) kabrinin korunacağı teminatını vermiştir. Kaynakların bildirdiğine göre Ebû Eyyûb'un (ra) kabri Hristiyanlar tarafından yıkılmadığı gibi , zamanla onların ziyaret ve dua yerlerinden biri haline gelmiştir.

  Bizans döneminde özellikle kıtlık zamanlarında insanların onun hürmetine yağmur talebinde bulunmaları sebebiyle onun kabri itina ile korunmuştur. Seyyahların da eserlerinde zikrettikleri bu kabrin zamanla çeşitli sebeplerle kaybolduğu anlaşılmaktadır.

  1204 yılında asıl hedefleri Kudüs'e ulaşmak olan, ancak İstanbul'da kalıp burayı işgal eden Haçlıların bu esnada şehri yakıp yıktıkları ve yağma yaptıkları sırada Ebû Eyyûb'un (ra) kabrini de tahrip etmeleri sonucunda onun mezarının kaybolması da ihtimal dahilindedir." ( a. g. dergi, s. 63 )
Netice olarak, Kısaca, Resulullah (sav)'in mihmandarlığını yapan Halid Bin Zeyd diğer adıyla Ebu Eyyûb El- Ensârî (ra)'ın kısaca hayat hikayesi böyledir.

  29 Mayıs 1453 tarihinde, ulu sultan, yenilikçi insan , Fatih'in İstanbul'u fethetmesiyle beraber, Halid bin Zeyd'in kabrinin bulunması da önemliydi. Mikrobun kaşifi, büyük hoca Akşemseddin'in işaretiyle kabri bulunan Ebu Eyyûb El- Ensârî o tarihten bu yana, İstanbul'un dini, Kur'ânî, İmani şuuru olmuştur. Onun içindir ki, tahta çıkan her Osmanlı padişahı, kılıç kuşanma merasimlerini burada gerçekleştirmişlerdir.

  İşte, o tarihten bu yana, İstanbul'un Eyyub semti, bir maneviyat merkezi, bir iman abidesi durumuna gelmiştir. Ümit ederiz ki, zaman içerisinde, türbe çevresinde, türbe içerisinde meydana gelen, bir kısım din bilmez, Kur'an'dan anlamaz kişiler tarafından meydana getirilen bid'at ve hurafeler, türbeden istekler, dilekler, temenniler de son bulurda, Eyyub El- Ensarî mübarek makamında rahat eder. Rabbim, milletimize Kur'ânî bilinç nasip eylesin. Selam ve dua ile..

Hira Cave
" Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. (Alak sûresi, âyet 1, 2)

" Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir." (Alak sûresi, âyetler 3, 4, 5)

 Bilindiği üzere, Alak, insanın yaratılış safhalarından olan aşılanmış yumurtayı ifade eder. Bu sûreye " İkrâ sûresi" de denir. Mekke'de nazil olmuştur. 19 âyettir. İlk beş âyeti , Kur'ân'ın ilk inen âyetlerdir. Onun içindir ki, bu sûrede okumanın, öğrenmenin, tahsil yapmanın fazileti, üstünlüğü insanın yaratılışı , kalemin kıymet, değer ve özelliği, bunların insana Allah'ın bir ihsanı olduğu, insanın bunları tefekkür etmesi, düşünmesi, Rabbine itaat etmesi gerektiği, aksi halde azaba duçar olacağı anlatılır.
 Resulullah (sav) tıpkı atası İbrahim (as) gibi düşünüyordu. Hemde Cebeli Hira'da düşünüyordu. Bu düşünme, bir bakıma normal düşünme dışında bir acı çekme, kasık sancıları çekme durumu idi. Resulullah (sav) neyin sıkıntısını, neyin acısını çekiyordu? Çünkü, Mekke insanı kan ağlıyordu. Kâbe'nin içerisinde alenen fuhuş sergileniyor, çıplak tavaflar yapılıyor, köşe başlarını Lat, Menat, Hübel ve Uzza putları tutmuş, beşerin iliğini, vicdanını kemiriyordu. 

  Irz, namus, iffet, haya, utanma payimal olmuş, kadınların insaniliği, kadın oluşları dumura uğratılmıştı. Mekke sokakları çirkinliklerle dolu, bazı evlerde bayraklar asılmış, babasız, nesebi ğayri sahih çocuklar etrafta cirit atmaktaydı. Resulullah (sav) Hira'da acı çekiyordu. Ümmetinin, insanın, viraneye dönmüş hanelerin acısını çekiyordu. Göğe yöneliyor, Güneş'e, Ay'a, Yıldızlara bakıyor, kainatın yaratıcısını düşünüyor, tefekkür ve tezekkür ediyordu. 

  Resulullah (sav): " Allah'tan hiç bir zaman umudunu kesmemiş, Hira'da çektiği acıları, var oluş sancılarını yüreğinde hisseden, Fazlurrrahman'ın dediği gibi Hz. Peygamber Hira'da acılar çekiyor, var oluş sancıları içinde kıvranıyordu. 

  Allah bu acıya karşılık vahyini gönderdi. Aynı acılar ve sancılar yaşandıkça yüce Allah bunu karşılıksız bırakmayacak, Peygamber göndermek şeklinde olmasa bile âyette geçtiği ibi " nûr'unu" tamamlayacak, vaadi tahakkuk edecektir. Çünkü O'nun vaadi haktır, sünneti değişmezdir." (İs.Yenilikçileri, c1, s 10, R. İ. Eliaçık) Ama, ne hazindir ki, İslam ve Müslümanlar bu gün istenilen konumda, arzu edilen yerde değildirler. Bir inkılap insanı, bir devrim kahramanı Resulullah (sav)'in Hira'da çekmiş olduğu acılar unutulmuş veya terkedilmiştir. Putçuluğun, putların üzerine yürümüş olduğu kıyam sekteye uğratılmış, yep yeni , dip diri meydana getirmiş olduğu inkılaplar, gelenek adına, klasik anlayış adına mahvı perişan edilmiştir.

  "İslam tarihi açısından biraz daha özelleştirerek söyleyecek olursak, örneğin Ebû Cehil'in muhafazakârlığı ve Hz. Muhammed'in yenilikçiliği tipik bir örnektir. Ebu Cehil, Hz. Peygamber'e gerçekte neden karşı çıkıyordu? Ebû Cehil, Kâbe'nin içindeki putlar (âletler ) etrafında bir menfaat, otorite ilişkisi kurulmuş ve bundan nemalanıyordu. Putlar, üzerinden zaman geçip de de-mode olunca yani yürürlükten kaldırılınca Ebû Cehil'in de onlar üzerine kurulu çıkar şebekesi çökeceğinden yapacağı tek şey muhafazakârlaşmak ve yeni söyleme şiddetle karşı çıkmaktı. O da onu yapmış Hz. Peygamber'e " Putları terk edersek Kureyş aç kalır." demiştir.

  Burada Ebû Cehil, Arap toplumunun geçmişinin, kurulu düzeninin, yerleşik gelenek ve törelerinin simgesiyken; Hz. Peygamber, bu topluma yeni değerler getirmenin , geçmişi ve kurulu düzeni sorgulamanın, yerleşik alışkanlıkları değiştirmek istemenin haline gelmiştir." ( a. g. e. sayfa 13-14 )

  Yani, Hira'da çekilen acının yerini bu gün, yeniden sanki eskiye dönüş dönemi başlatılmış gibi, türbecilik, türbe perestlik, türbeden istekler, yatırdan temenniler almış başını gitmektedir. Kur'an, rafa kaldırılmış, yükseklerde öksüz, mahzun, unutulmuş, terkedilmiş bir şekilde dururken, onun yüce emirlerinin yerini mevlid pazarlıkları almış, 4444 sayılı dualar işgal etmiş, 21 yasinler, 40 yasinler ortalığı ve ortamı işgal etmiş durumdadır. 
 
  Yüce Kur'an, hayattan soyutlanmış, kirliliği, pisliği, haram yemeyi, hırsızlığı, yalancılığı, ribayı, tefeciliği, insan kandırmayı, kalpazanlığı, fuhuşu, ahlaksızlığı vb. haramları önleyemez hale getirilmiştir.
Çünkü, gelenekçi anlayış, klasik düşünce bunu böyle istemekte olduğu için, böyle yapılmaktadır. Yani, hadımlaştırılmış, iğdiş edilmiş bir İslam anlayışı, ortamda kol gezmekte, esas Allah'ın emirlerini , buyruklarını yaşanmaz, radikal hale getirmiştir.

  "İslâm düşünce tarihinde gelenekçiliğin kendi özel şartlarına gelince şöyle bir gelişme olmuştur; Mekke'de mülkün ( ülke, toprak ve devlet ) Sahibi Arap/Kureyş topluluğuydu. Hz. Peygamber bu asabiyeti yıktı. Bu nedenle bölücülük ve Arapları zayıflatmakla suçlandı.

Hz. Peygamber'in getirdiği yeni değerlere göre mülkün sahibi topyekün Müslümanlar, yüce değerleri yaşayan insanlardı. Bu nedenledir ki daha önce mülke hiç yaklaştırılmayan, Arap/Kureyş olmayan unsurlar, köleler, kadınlar vs. mülkte söz sahibi oldular. Bu sosyolojik anlamda bir devrimdir. Ancak bu durum Hz. Peygamber'in ölümünden sonra uzun süre sürdürülemedi.

  Devrimin mantığı devletin mantığına uyduruldu. Mülk, Arap/Kureyş asabiyetinin elinde tutuldu. Hz. Osman'la birlikte asabiyet Arap/Kureyş/ Emevi unsuruna iyice kaydırıldı ve bu dayatıldı. Hz. Ali genelde Peygamber'in yeni değerlerine yaslanarak bu dayatmaya karşı çıktıysa da, etrafında oluşan muhalefet Arap/Kureyş/Haşimi temelinde kendini ifade etmek zorunda kaldı.

  Muaviye'yle birlikte bu mülk iddiası devam etmekle kalmadı , kendi ideolojisini de üretti. Temel iddia şuydu: " Arap/Kureyş/Emevi unsuru mülkün asıl sahibidir. Bu İslam'dan önce böyle olduğu gibi İslâmî dönemde de böyledir. Ve bu mülk, bir ilâhî hak olup Allah bunu böyle takdir etmiştir." Burada Kureyş'in eski " Atalar Kültü", İslâmî dönemde " Peygamber'in Kureyşî olması"na dönüşmüştür. Önceleri geçmişteki otorite " atalar" ( gelenek ) iken, İslâmî dönemde " sünnet " ( gelenek ) olmuştur.

  Mülk, sünnet adına elde tutulmakta, korunmakta ve kollanmaktadır. Nitekim Muaviye, Emevî darbesiyle yönetimi ele geçirdikten sonra hemen sonra Medine'ye gelerek yaptığı konuşmada bunu açıkça ifade etmektedir." (a. g. e. sayfa 18)

Netice olarak;

  İşte, Muaviye'nin; Resulullah (sav)'in devrimlerine, inkılaplarına karşı çıkarak karşıt devrim oluşturmasından bu yana , ümmet perişan, zelil ve zillet içerisinde yaşamaktadır. İslamî sosyal denge yok, eşitlik, adalet, hakkaniyet ilkesi çiğnenmiş, otoriter, hanedanlık, saltanat, babadan oğula intikal, krallığa dönüşme o gündür, bu gündür tüm baskısını, darbesini ümmet üzerinde göstermektedir.

  Hasan'ül-Basri, Ebu Hanife vb. binlerce ulema ve alim dipçik altında, tehditle yaşamış, kimi korkuyla ölürken, kimisi de hapishanenin soğuk duvarları arasında zehirlenerek hayata veda etmişlerdir. İşte, o tarihlerden bu yana, Kur'ân ve İslâm'ın bayraktarlığını yapacak, Allah'ın emirlerini, evrensel buyrukları dünyanın her tarafına ulaştıracak alim yetiştirilmemiştir. Batı alemi, göklerde, fezada, uzayda cirit atarken, ümmeti Muhammed'de yeryüzünde mezhepsel kavgalarla birbirlerini kırıp geçirmektedirler. Ne diyelim? Rabbimiz; ümmete bilinç nasip eylesin, ayaklar altında sürünmekten kurtarsın!.. Âmin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir/Hollanda

Allaha yakınlaşmak için ne yapmalıyız
Allah'a Yakınlaşmak İçin İnsanı Vesile Yapmak

" Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz." ( Mâide sûresi, âyet 35 )

  Ayetin izahından şunu anlıyoruz. Kulu Allah'a yaklaştıran yolların (vesilelerin) en önemlilerinden birisi, âyette zikredilen cihaddır. Bunun dışında sırf Allah rızası için yapılan her ibadet ve kaçınılan her yasak insanı Allah'a yaklaştıran yollar, vesilelerdir. Şefaat de ancak bu yollardan geçilerek hak edilebilir.

" Onların yalvardıkları bu varlıklar Rablerine- hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak bir azaptır." ( İsrâ sûresi, âyet 57 )

  Vesile, sözlük anlamı olarak "bir şeye arzu ile ulaşmaya çalışmak" anlamına gelmektedir. Vâsil ise" Allah'a rağbet eden, O'nu arzu eden" demektir.

  Maalesef; bir çok mes'elede olduğu gibi vesile mes'eleside çarpıtılmış, bir takım süslü-püslü giysiler içerisinde çalım satan insanların tekeline bırakılmıştır. İnsanlarımız, vesile aramak deyince, hemen yollara düşmekte, nerede bir şeyh, nerede bir tarikatçı üstad var ise onu aramakta, bulduğu anda hemen onun eteğini, cübbesini, ellerini öperek " Şeyhim, efendim, üstadım, ağabeyim!.. Ne olur beni ahirette kurtar!" diyerek vesile edinmekte, istimdat beklemektedir.

  Oysa, yukarıda zikredilen ayeti kerimelerin içeriğinden şunu anlıyoruz!.. Allah'a yakınlaşmak için aranacak yolu, yani vesileyi Allah'ı hoşnut edecek ameller işlemek, ilim ve ibadetle O'nun yolundan gitmek şeklinde anlaşılmaktadır. Hangi müfessirin, hangi tefsircinin eserlerine müracaat ederseniz, , karşınıza çıkacak taplo, bilgi ve belgeler bunlar olacaktır.

  Yoksa, İstanbul'da falan şeyh hazretleri (!), Adıyaman'da falanca kişi, Bitlis'te falan efendi ağabey düşüncesi, onları Allah ile kul arasına torpil edinmek, zavallılığın, saçmalığın daniskasıdır. Bir kere, vesile arama mes'elesini başta Resulullah (sav)'e , sahabe-i kiramın hayatlarına götürdüğümüz an, vallahi onların hayatlarından irkilecek, böyle bir saçmalığa düşmediklerini göreceksiniz.

"Vesile"nin anlam olarak Allah'a yakınlaşma isteğini gerçekleştirme arzusu, bir şeye yakınlaşmada kendisinden yararlanılan şey olduğu tanımı, her görüş ve düşüncenin kabul ettiği bir bakıştır. Ancak bu tanım üzerindeki görüş birliği" vesilenin nasıl olacağı konusunda tam bir farklılık ve zıtlığa düşmektedir.

  Bir şeyin Allah'a yaklaştırıcı vesile olabilmesi için sahih bir imandan kaynaklanması ve salih bir amel kapsamında yer alması gerekir. Sahih bir imandan kaynaklanmadan ve " salih bir amel " amacına matuf olmaksızın yapılacak herhangi bir şeyin Allah'a yaklaştırıcı vesile olması mümkün değildir.

  Duruma tersinden bakıldığında, söz konusu " sahih" imana ve " salih" amele dayanmayan her iş ibadet ve Allah'tan uzaklaştırmaya vesile olur.

  Tıpkı günümüzde Allah'a yaklaştırsınlar diye ölü veya diri bir takım şahısların, kutsanan bir takım değerlerin aracı/vesile yapılması gibi. Öyle ki tasavvufun mürşit olarak sıfatlandırdığı bu kimseleri vesile edinmekle insanlar Allah'a yakınlaşmak yerine şirke yakınlaşmaktadırlar." ( İktibas, Kasım 2010, sayfa 8 )

  İsterseniz, Anadolu'yu şöyle bir kolaçan ediniz. Bu mevzuda karşınıza neler çıkacak, ne tür şirke bulaşmış hallerle, davranışlarla, yuhalanacak görüntülerle karşılaşacaksınızdır. Kendi İlçem Afşin'da Dede Baba türbesi/yatırı bulunmaktadır. Vallahi, türbe yirmi dört saat açıktır. Yerli, yabancı, genç , ihtiyar, kadın, erkek, hastalıklı, hastalıksız, beli ağrıyanlar, çocuğu olmayan, kısmeti kapanmışlar, felçliler, lumbago ağrısı çekenler, beli tutulanlar, psikolojik rahatsızlıkları bulunanlar hep oradadır.

  Tıpkı, bunun gibi, ülkemiz bir türbeler diyarıdır. Her İl'de, her İlçede, her köyde bile bir "ulu mezar" " ulu yatır" Ulu kabir" bulunmaktadır. Kabirlere mum yakanlar mı dersiniz, çay şekeri ikram edenler mi dersiniz, dilekte bulunanlar, yardım isteyenler, çocuğunun iyi bir işe girmesini isteyenler, kızının bahtının açılmasını isteyenler mi dersiniz, ne derseniz deyiniz, vesile arayanlar, yardım bekleyenler, şirke düşmüşlerle dopdoludur.

Hurafelerden Kurtulmak Allah'a Yakınlaştırır...


  Yıllar önce idi.. Bir türbeli camiye atanmıştım. Emekli olan yaşlı hoca efendi ayrılırken, görevini bırakırken bana bazı tavsiyelerde bulunmuştu. Şöyleki: " Evladım!.. Sizler gençsiniz, idare-i maslahatçılığı iyi öğreniniz, türbeli camilerin bir takım ayrı özellikleri vardır, bunlara vakıf olunuz, örneğin her perşembe akşamları gelen Horoz kurbanlarını, tavuk kurbanlarını geri çevirmeyiniz, insanların maneviyatını kırmayınız" demişti.

  Hakikaten, İlçenin en ücra köyünden bir kaç vatandaş koltuklarında birer horozla, tavuklarla geldiler. Ve dediler ki: " Hocam! Sizden önceki hoca efendi bizim bu tür kurbanlarımızı alır, dua eder, bizlerde türbeyi tavaf ederek, yardım isteyerek ayrılırız" demişlerdi.

  Hakikaten, horoz (!), tavuk (!) kurbanlarını alarak, camii çevresinde bulunan gariban, dul, yetim ve öksüzlere vererek onları sevindirdik ve böylece zaman içerisinde, mes'elenin üzerinde durarak, böyle bir amelin çirkin, günah, şirk olduğunu izah ederek, nerdeyse sıfıra indirmiş olduk.

oruçbaba türbesi  " Geleneksel anlayışa göre " Kur'an ve sahih sünnet'te yer almayan, ancak ibadet bağlamında yapılan şeylerin tamamı sahibini Allah'a yaklaştırmak yerine dalâlete götürür. Geleneksel anlayış böyle söylemekle birlikte, Kur'an ve sünnet anlayışındaki sapkınlığından dolayı bir çok bidat ve hurafeyi de Kur'an ve sahih sünnet bağlamında ibadet kapsamına dahil etmiştir. Diğer bir deyimle geleneksel anlayış birçok bid'at ve hurafeyi Allah'a yaklaştırıcı vesile olarak görmekte ve ibadet olarak yapmaktadır.

  Geleneksel anlayış, indirgemeci ve sınırlayıcı bir yorumla vesileyi hayatın tamamında gerçekleşecek iki şey olmaktan çıkarmıştır. Yaşamı kategorize ederek ibadeti belli başlı şeyleri yapmakla sınırlamış, yaşanan hayatın tamamında geçerli olan bir şeyi dar bir alana indirgemiştir. Dini ruhbanlaştırarak siyaset, ekonomi, ticaret, sanat v.b. alanları ibadet kapsamının dışında bıraktığından, bu alanlarda da Allah'a yaklaştırıcı vesileler olduğu göz ardı edilmiştir. " ( İktibas, Kasım 2010, sayfa 9 )

  Üzülerek ifade edelim ki, vesile, rabıta, şefaat, himmet, istimdat vb. kelimeler bugün çarpıtılmış, tamamen şahıslara, türbelere, yatırlara indirgenerek tamamen Kur'anî emirlerden soyutlanmış durumdadır. İnsanımız, Kur'an'a baş vurmuş olsa, bu mevzularda bilgi sahibi olacak , neyin şirk, neyin bid'at ve hurafe olduğunu öğrenmiş olacaktır.

  Ama, insanların önünde duran Kur'an'ın önünü tıkamış zihniyet sahibi insanlar, kendi oligarşilerini korumak, benliklerinden, otoritelerinden, nüfuzlarından taviz vermemek için, hiç bir zaman insanların Kur'an'a yönelmelerini istemezler, sürekli ve daima kendi etraflarında toplanmalarını, cübbelerini, ellerini, sakallarını öpmelerini isterler.

  Tabii ki, bunlara daha yakın olan simsarlar, uyanıklar, cingözler, sürekli şeyhin kerametinden dem vurarak, vesile arayanları cennete ulaştıracağını vurgulamaktadırlar. Çünkü, şeyh efendi, fani alemden göçtükten sonra, makama oturma, onun yerini işgal etme durumu kendilerine gelecek olduğu için, bu mevzuda bütün şaklabanlıkları gösterirler. " Efendi hazretleri" " şeyhi mübarek" " cennete ulaştıracak kişi" vb. yaldızlı, cafcaflı ifadelerle şeyhe bağlılığını bildirir, insanların çoğalmasını arzu eder.

  " Yine başta şefaat anlayışı olmak üzere peygamberler, şehitler, evliyalar gibi kutsanan şahıslarla, Kâbe, Mekke, Medine, türbeler vb. kutsanan mekânları vesile ederek Allah'a yönelmek, onlardan destek isteyerek, onların yüzü suyu hürmetine Allah'tan bağışlanma dilemek geleneksel anlayışın önemli sapkınlığıdırı.

  Oysa ki, Rabbimiz: "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz." (Fatiha-5); "Mescitler kuşkusuz Allah'ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın." (Cin-18 ) ayetleri başta olmak üzere bir çok ayette açık ve anlaşılır bir şekilde kendisi dışında hiç kimseden ve hiçbir şeyden yardım istenmeyeceğini belirtmektedir. Bu ve benzeri birçok ayete göre Allah'la birlikte nebiler de dahil başka bir kimseye yalvarmak onu Allah ile kendisi arasında vesile yapmak küfür ve şirktir." ( a.g.d.s. 9)

  Netice olarak;

Demek ki, Müslüman kişinin, Allah'a ulaşmak, vesile aramak için baş vuracağı ana kaynak Kur'an olmalıdır. Kur'an'da neyin helal, neyin haram, neyin sapıklık ve sapkınlık olduğu apaçık şekilde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, Müslüman, helallere yapıştığı müddetçe, haramlardan kaçındığı sürece, salih amelleri, sahih emirleri ifa ettiği müddetçe Allah'a ulaşma yolunu yakalamış, vesileyi bulmuş demektir.

  Dolayısıyla, Allah'a yaklaşmanın özel bir ritüeli bulunmamaktadır. Mümin insan, haramlardan kaçarken, Allah'ın emirlerini bihakkın yerine getirecek, iman, ibadet, hac, zekat, infak, cihad, emri bil maruf, ve nehyi anil münker mevzularında görevini bihakkın ifade etmiş olmalıdır. Diğer taraftan, bu günkü tasavvuf çevrelerinin anlamış olduğu " vesile" aramak mevzunun nereden, nasıl, ne şekil kaynaklandığını da bilmesi gerekmektedir. Ayrıca, bu günkü bu anlayış, İslam'ın bünyesine nasıl sızmış, nasıl nüfuz etmiş, ne şekil sarmalamış bunu da araştırmak, dibacesini bilmemiz bir zorunluluktur.

Rabbim!. Bizleri, Kur'an'a yönelmiş, onun emirlerini yaşayan kullarından eylesin!.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir / Hollanda
Etiket: Allaha yakınlaşmak için ne yapmalıyız, Allaha yakınlaşmak, Allah'a yakınlaşma duası

arrafcılık ve falcılık islam'da yeri
" Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz."(Mâide sûresi, âyet 90)

" Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık ( bunlardan ) vaz geçtiniz değil mi?" (Mâide sûresi, âyet 91)

  On günden beri devam edemediğim yazılarıma başlamış bulunuyorum. Çünkü, insanın sağlık ve sıhhatı yerinde olmadığı müddetçe bir kısım kulluk görevlerini, günlük devam ettiği alışkanlıklarını yerine getirememektedir. Bendeniz de, dokuz gün falan hastanede kalmam dolayısıyla, sadece günlük okumalarım dışında yazı, makale ve inceleme gibi hususları aksattım. Bu sebeple, Rabbim, hiç kimseye musibet vermesin. Sağlıklı, sıhhatli günler lütfetsin!.. 

  Epey zamandır, Arrafcılık, kehanet, falcılık gibi rezil şeyler kafamdaydı. Nasib bu güne imiş. İslam ülkelerinin bir kısmını, dünya Müslümanlarının genelini tanımış biri olarak diyorum ki, olmaması, yaşanmaması, tatbik edilmemesi gereken bu tür batıl, sapık, sapkın adetler maalesef, toplumları kasıp kavurmaktadır.
İsterseniz, Anadolu'yu bir araştırınız, mahalllelere giriniz, zavallı, biçare hanım efendileri dinleyinizi, öylesine müthiş hallerle, efsanelerle, mitolojilerle karşılaşacak ve dinleyeceksiniz ki, kahve falımı dersiniz, yitikten haberler mi dersiniz, baht açmak mı dersiniz, her taraf kirlenmiş, her taraf kap kara sislerle örtülmüş göreceksiniz. 

  Beş-on sene önce idi.. Tatil için kendi İlçemdeydim. Bir yakınım hanım kardeş altınlarını çaldırmış, bir telaş, bir heyecanla oraya, buraya koşuşturuyorlardı. Ben, Emniyeti tembih ettim, diğer insanlar ise, falan köyde bir Cinci hoca (!) olduğunu, fala baktığını, yitikleri bulduğunu söylüyor, kayba uğrayan insanların zihin dünyaları tamamen allak bullak ediliyordu.

  Netice de, çok uzak bir köyden cinci, yitikci bir hocanın geldiğini, ücret bakımından anlaşıldığını söylediler. Mahalle toplanmış, kadınlar böylesi bir sahtekarın etrafında toplanmış, onun öğütlerini, altınları kimin çaldığını, iz ve işaretlerde bulunduğunu, çalan kişinin boyunun, endamının , giysisinin bile tarifini yapıyordu.
Benim canım sıkıldı, cincinin toplantısına katıldım. Hanım kardeşler, keşke beni tanıtmasalardı daha iyi olacaktı ama, erken davranıp benim din görevlisi olduğumu söylediler. Adamcağız, hemen tasını, tarağını toplayıp ben bu ortamda çalışamam diyerek, toplantıyı terketmek zorunda kaldı. Hasılı, onun gibi, nice şarlatanın kapısı çalındı, her birinden bir tavsiye, öğüt, tembih alındı ama, kaybolan veya çalınan altınlar bir türlü bulunamadı.

  Onun içindir ki, 21 nci asırda yaşayan Müslümanların bu türlü ahmakça hususları Kur'an filtresinden geçirmesi gerekmektedir. Çünkü, bizler, ne devri cehaletteyiz, ne Ebucehil dönemindeyiz, nede As İbni Vail veya Ebu Lehep dönemini yaşamaktayız. Günün, Müslümanları, asırları devirmiş, böylesi hallerin çıkmaz sokak olduğunu, haramla koyun koyuna yatmak olduğunu bilmeleri lazımdır. 

Cahiliye Dönemine Geri mi Dönmek İstiyoruz !


  Resulullah (sav)'den önce , cahili Araplarda çok yaygın bir şarap içme alışkanlığı bulunduğu için Allah Teala ilk Müslümanları tedrici olarak, yavaş yavaş içki yasağına alıştırmış, önce onun zararının faydasından çok olduğunu bildirmiş, sonra içkili namaz kılmayı yasaklamış ve en sonunda bu ayetle kesin olarak sarhoşluk veren içkileri içmeyi haram kılmıştır. 

  Yine cahiliyye devrinde, Araplar on adet ok sapı ile bir nevi kumar ve şanş oyunları oynarlardı. Bunların yedisinde bazı paylar yazılı idi, üçü de boştu. Güvenilir bir kimse, bir torbanın içinden bunları, katılanlar adına teker teker çekerdi. Dolu çıkanlar maldan hisselerini alır fakirlere verirlerdi. Boş çıkanlar ise bu malın parasını öderlerdi. 

  Kumarların belki de en nezihi olmasına rağmen İslam bunu da yasaklamış, ortaya mal ve para konarak, oynanacak hiç bir şans oyununa izin vermemiş, fukaraya yardım edilecekse bunu herkesin , helal kazancından ayırarark etmesini istemiştir. 
putlar ce cahiliye
  Ayet içki, kumar, falcılık yasağının en önemli sosyal , ahlakî ve Kur'anî hikmetlerini açıklamıştır. Tabii ki, ilgili mütevatir hadisler ile ilim, bunlara ekonomik ve sağlık sebepleri de eklemiştir.
"... kehanet ve falcılık cehalet devri anlayışı olduğu gibi bazı tabiat olaylarından manalar çıkarmak da aynı şekilde cahiliyye anlayışıdır ve gerçekle bir ilgisi yoktur. O cehalet devrinde ay ve güneş tutulmasının yeryüzünde önemli bir kişinin öleceğine veya öldüğüne, ya da büyük bir zarar olacağına inanılırdı. 

  Peygamberimizin oğlu Hz. İbrahim , vefat ettiği zaman tesadüfen güneş tutulmuştu. Halk cehalet devrinden kalma bir anlayışla güneşin tutulmasını , oğlu Hz. İbrahim'in ölümünü bağlamışlardı. Peygamberimiz bu yanlış akideyi ortadan kaldırmak için " Güneş ve ay Allah'ın Allah'ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar hiç bir kimsenin ne ölümünden ne de ne de yaşamasından dolayı tutulmazlar." buyurdu.

  Kehanet ve falcılık konusuna yeterince yer verilmesinin iki sebebi olduğunu , bunlardan birincisinin halkın cahillik devrinde kalma bu konuda bir alışkanlıkları bulunduğunu ve bununla ilgili bazı rivayetleri nakletmiş bulunuyoruz. İkinci sebep ise, o devrin insanı peygamber denilince ondan bu çeşit şeyleri bekliyordu. Bazan ondan, gaybden haber vermesini bazan da sihir ve kehanet yolu ile tabiatı etkisi altına almasını arzu ediyorlardı.." ( Diy. Aylık Dergi,Şubat 2001, L. Şentürk, sayfa 50 )

  Netice olarak;

  Devri cehalet de yaşamıyoruz. Kur'an Müslümanlarının, her şeyden önce akıl ve Kur'an'a baş vurarak neyin yanlış, neyin çirkin, neyin faydalı olmasını bilmeleri gerekir. Falcılık gibi bir çirkin adet, şakadan da olsa, Müslümanlar o yanlışa kat'iyyen düşmemelidir.

  Onun içindir ki, falcılık, kehanet, yitikten haber vermeler ekseri hanım cemaatler arasında yaygındır. Örneğin, üç beş hanım bir yerde toplanıp sohbete başladıklarında, kahve falını da hiç ihmal etmezler. Kendi aralarında bir üç kâğıtçı, hemen başlar gelecekten haber vermeye, baht açmaya, gelecek musibet ve faydalardan dem vurmaya başlarlar.

  Böylesi, şarlatanlıklar, maalesef, ülkemizde haddinden fazla görülmekte ve yaşanmaktadır. Taharet yapmasını bilmeyen nice zavallılar, bir takım eğri-büğrü yollarla insanların yolunu şaşırtır ve menfaat temin ederler.

  Yıllar öncesi idi.. Afganistan ülkesi , Ruslar tarafından işgal edildiği gün, güneş veya ay tutulması da yaşanmıştı. Gariban Afganlı ne yapmalı idi?.. Ay'ın tutulmasına sebep olan cinleri, şeytanlarımı kovsun, yoksa, Ruslara karşı vatanlarını mı müdafaa mı etsinlerdi?.. Tabii ki, onlar, Rus işgalini bir tarafa bırakıp, Ay'ın tutulmasına sebep olan, cinleri, şeytanları, ecinnileri kovalamak için, tas, tabak çalmışlar, havaya tüfeklerle, silahlarla ateş açmışlardı. 

Rabbim!.. Bu mevzuda akıl, basiret, tefekkür ve bilinç nasip eylesin.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir/ Hollanda

denizlerin karismamasi - cebelitarik
  Kuran-ı Kerim'de Rahman Suresinin 19. ve 20. ayetlerinde ve bazı surelerde geçen denizlerin birbirine deniz sularının birbirine karışmaması olayını  baz alarak ateizm, deizm ve agnostisizm düşüncelerini savunan insanlar, bu durumun İslam dininde bir mucize olmadığını ve günümüzde, bilimsel çalışmalar sonucu bu olayın çürütüldüğü görüşünde fikir beyan etmektedir. 

  Yine Kur'an ve bilimi baz alarak deniz sularının birbirine karışmaması ile ilgili bu konuyu ve doğrularını açıklamaya çalışalım.


Denizlerin Birbirine Karışmaması Olayı


Söz konusu ayetler şu şekilde;

"İki deniz bir değildir. Birinin suyu tatlı ve kolay içimlidir; diğeri tuzlu ve acıdır. Her birinden taze balık eti yersiniz; takındığınız süsler çıkarırsınız; Allah'ın lütfuyla rızık aramanız için gemilerin onu yararak gittiğini görürsün. Belki artık şükredersiniz." (Fâtir Suresi, 12)

 "O, birinin suyu lezzetli ve tatlı, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da görünmez bir perde ve karışmalarını önleyici bir engel koyandır." (Furkân Suresi 53. Ayet)

"Yahut yeryüzünü karar kılma yeri yapan, içinde nehirler akıtan, onun için oturaklı dağlar yapan ve iki denizin arasına bir engel koyan mı? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var? Hayır, onların çoğu bilmiyor!" (Neml Suresi, 61. Ayet)

"(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.
(Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar." (Rahmân Suresi, 19-20)

  Ayetler'de denizlerin birbirine karışmaması olayı açık bir şekilde belirtilmiştir. Bu olay kısaca, deniz sularının tuzluluk seviyelerinden kaynaklanan özkütle / yoğunluk farkından dolayı, yüzey gerilimi oluşması ve bu nedenle farklı iki özellikteki suyun moleküllerinin birbirine bir itme uygulaması şeklinde. Burada tatlı ve acı olarak nitelendirilen olay, tuzluluk farkın ithafen söylenmiş kelimelerdir. Bu olayı daha net anlamak için şu videoyu izleyebilirsiniz.



  Kaldı ki Allah Kur'an-ı Kerim'de bizim bilmemizi istediği olayları, muhteşem bir şekilde en öz haliyle anlatmıştır. Yani yüce Allah'ın, Kuran'ın indiği dönemde, İslam'ın tebliği sırasında insanlara bu olayı onların anlayacağı şekilde anlatması kadar doğal birşey yoktur. Kuran'ın en önemli özelliklerinden birisi anlaşılabilir bir dille, sadelik içinde muhteşemliği sahip olmasıdır. Bunu mantık çerçevesi içinde düşündüğünüzde de, eğer art niyetli değilseniz gayet anlaşılabilir bir durum olduğuna hak verirsiniz.

  Bilimin gelişmediği bir dönemde insanlara bir din tebliğ edilirken, onlara bilmesi gereken ve böylelikle ibret alıp kendini düşünmeye sevketmesi gereken olayların sade yalın bir şekilde anlatılması kadar doğal birşey elbette yoktur.


Kuran'dan Önce Denizlerin Karışmaması Olayı Biliniyor muydu ?


  Deniz sularının birbirine karışmaması olayına yukarda izlediğiniz videodaki yoğunluk farkı prensibine, deniz veya nehir gibi sular için de örnek olarak gösterebileceğimiz birkaç videoyu alttan izleyebilirsiniz.

 

…Denize bir borudan akar gibi karışan tatlı suyun özellikleri daha da ilginç ve harikadır. Çünkü suda hayret edilecek özellikler vardır. Kendisi daha ağır olan deniz suyu, kendisinden daha hafif olan tatlı suyu üzerinde taşır. Dolayısıyla tatlı su, deniz suyundan hafif olduğu için deniz suyuna karışmaz ve denizin üzerinde yüzer. (Gaius Plinius Secundus, Naturalis Historiae II, CVI 224)

  Gaius Plinius Secundus Maior MS 1. yüzyılda yaşamış İtalyan bir Yazar ve Filozoftu. O dönemden kaldığı bahsedilen Naturalis Historiae eserinde, yukarıdaki alıntının var olduğu idda edilmektedir. İddia diyorum çünkü, ateist, deist ve agnostik insanların çoğu, deniz sularının karışmaması olayından bahsederken, mutlaka Plinius'un bu alıntısından da bahsetmektedirler. Açıklamasınıda, Kuran'dan yüzyılllar önce, denizlerin karışmaması olayı biliniyordu şeklinde yapmaktadırlar. Burada dikkat çekilmesi gereken noktalar şunlar. 

1- Kuranın değiştirildiğini, insan eliyle yazılıp günümüze kadar değişime uğrayarak geldiğini söyleyenler, eğer yukarda bahsi geçen kitap varsa (!) bu kitabın değiştirilmediğine nasıl bu kadar emin olabiliyorlar.

2- Bu kitabın her asırda bilim insanlarının elinden geçtiğini bile bile (Naturalis Historiae'nin 18. yy'da tüm bilim adamlarınca itibarsız kabul edilip, 19. yy'da tüm bilim adamlarınca başyapıt bir edebi eser olarak lanse edilmesi) objektif düşünerek, kitabın değiştirilmediğini kabul edip nasıl kaynak gösterebiliyorlar.

3- Diyelim ki bu olay, Kuran'dan yüzyıllar önce bilinse (!) bile, Kuranda bu olayın yer alması ve açıklanması doğruluğundan birşey kaybettirir mi ?

Tatlı Sudan Mercan veya İnci Çıkar mı  Çarpıtması !


  Fatîr Suresi'nin bulunan "İki deniz bir değildir. Birinin suyu tatlı ve kolay içimlidir; diğeri tuzlu ve acıdır. Her birinden taze balık eti yersiniz; takındığınız süsler çıkarırsınız; Allah'ın lütfuyla rızık aramanız için gemilerin onu yararak gittiğini görürsün. Belki artık şükredersiniz." ayetini baz alarak, inanmayan insanlar "Tatlı sudan mercan çıkar mı ?" diye dini lekelemeye çalışmaktadırlar. Burada özellikle diyanet işleri başkanlığının tefsirini kullandım. Çünkü kendilerinin özellikle onca tefsir arasından seçtiği ve daha rahat eğip bükebileceği tefsirde "Her birinden" ifadesi yerine "Her ikisinden de" ifadesi kullanılıyor. 

Rahman suresi deniz suları karışmaz ayeti
  Bundan dolayı burada "her iki denizden de yani tatlı ve tuzlu sudan da mercan ve inci çıkar" ifadesini çıkarıyorlar. Tamamen kelime oyununa dayanan bu iddiada eğer art niyetli değilseniz, ayeti okuduğunuzda 2 deniz suyununda genellenip, içinden çıkan nimetlerin vurgulandığını anlayacaksınız.  

  Özetlemek gerekirse, Allah'ın Kur'anda onca mucizesi varken, tek tük kelime oyunlarına ve safsatalara dayanarak çirkin iftiralar atmaya çalışan ateist, agnostik, deist insanların bunu neden yaptığını anlamak oldukça zor. Evrenin oluşu, evrenin genişlemesi, yörüngeler, çiçeklerin çiftleşmesi, insan embriyosu, atmosferin yapısı, atmosferin dünyayı koruması, dağların görevi, parmak izi, kıtaların hareketi ve daha sayamadığım pek çok konuda Kur'anda delil olarak gösterilebilecek mevzu varken "Deniz suyunun karışmaması yalandır!" gibi saçmalıklarla İslam'ı karalamaya çalışmak kelimenin tam manasıyla işgüzarlıktır, ahmaklıktır. 

  Ne denilirse denilsin, her iddialarının cevaplarını Kur'anda bulabilecekken, devamlı açıklarını arama umuduyla iftiralar üretmek, kendi deyimleriyle insanların seçim hakkına saygı duymamanın ta kendisidir. Kuran'ın kendisi başlı başına bir mucizedir ve hep öyle kalacaktır.
Etikletler: deniz sularının karışamaması, denizin karışmaması olayı, cebelitarık deniz suyu karışmıyor mu, atlas okyanusu suyu karışmıyor, acı tatlı su karışmaz, mercan tatlı suda çıkar mı, tatlı sudan mercan çıkmaz, rahman suresi 19. ayeti, ateist deist ve agnostik yazı tezleri çürüyor, ateizm deizm ve agnostisizm, okyanus akıntıları,

Sami Yusuf'un mezhebi
  Son zamanlarda ziyaretçilerimizin birkaçından Sami Yusuf'un mezhebi nedir ? gibi soru mailleri aldık. Sami Yusuf Şii midir? Sami Yusuf Sünni midir ? gibi soruların cevabını Sami Yusuf röportajında açıklıyor.

Sami Yusuf'un Mezhebi 


  Sami Yusuf'un Mezhebi Sünnidir. Sanatçı, birkaç röportajında her ne kadar sünni olsa da İslamı kalbinde hissetmenin ve yaşamanın ve bu düşünceyle müslümanların birbirine bağlanmasının mezhepten daha üstün olduğunu düşünüyor. Sami Yusuf'un tüm şarkı sözlerinde, parçalarında ve albümlerinde, İslam dininin evrensel bir din olduğu ve İslamın en iyi şekilde hissederek yaşanması gerektiği sıklıkla dile getirmektedir.
Kaynak: Wiki Answers

*( Sami Yusuf ile ilgili diğer paylaşımlarımıza buradan ulaşabilirsiniz.)


Müslüman olan ateist Avustralyalı Genç
   Çok uzun bir zaman önce Avustralyalı bir gencin, yaşam amacını sorgulaması ve bunun sonucunda çeşitli dinleri araştırması ve İslam'ı tanımasıyla devam eden hikayesini internetten izlemiştim. Bu videonun birçok insan için ilham kaynağı olması açısından yararlı olacağını düşünüyorum.

Avustralyalı Ateist Gencin Müslüman Oluşu


   Bu ilham verici hikayenin sahibi Rubin. Kendisi Avustralya'da üniversite döneminde başına gelen birçok kötü olaydan sonra hayattaki amacını sorguluyor. Bu sorgulama, onu çeşitli dinleri araştırmaya yönlendiriyor. Hristiyanlık, musevilik, hinduizm, budizm gibi birçok dini araştırıyor. Bu dinleri araştırması sırasında İslam dinini araştırma gereği duymuyor. Sebebini ise İslam dininin teröristler ve kafa kesen adamlar gibi kötü insanlardan oluştuğunu, böyle insanların içinde bulunduğu dininde kötü olduğunu düşündüğü şeklinde dile getiriyor. Tüm bu cevap aradığı soruların ardından, birgün bir Cami'ye giriyor ve hayatı o andan itibaren değişiyor ve İslam Ahengi onu da buluyor. Hikayenin geri kalanına aşağıdaki videodan ulaşabilirsiniz.



Not: Ateist insanların savundukları fikirler ve bunlara verilen cevaplara buradan ulaşabilirsiniz.

İslam Dini Duvar Kağıtları
   Dini, İslami duvar kağıtları kategorisinde yayınladığımız yüksek çözünürlüklü duvar kağıtları paylaşmaya devam ediyoruz. Şura Suresi'nin 28. ayetini içeren İslami, Dini wallpaper (Duvar Kağıdına) aşağıdan ulaşabilirsiniz.
Umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren, rahmetini yayan O'dur. O, övülmeğe layık olan dosttur. (Şura Suresi - 28. Ayet)

 Resimi Yüksek Çözünürlükte Görmek İçin Tıklayınız


İslam Ahengi'nde yayınlanan, Kuran-ı Kerim'den çeşitli ayetleri kullanarak hazırladığımız ve beğeniceğinizi düşündüğümüz İslami Duvar Kağıtları paylaşımlarımıza buradan ulaşabilirsiniz.


Abdullah b. Revâha
   " Şairler (e gelince), onlara da sapıklar uyarlar." (Şuarâ sûresi, âyet 224) 

   " Onların her vâdide başıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?" (Şuarâ sûresi, âyet 225-226)

    " Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çok çok ananlar  ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuarâ sûresi, âyet 227)

    Mütevatir hadis kitaplarında yer alan bir çok hadisten de anlaşıldığı üzere, çirkinlik ve kötülüğü ifade etmeyen ve iyi niyetle, iyi maksatla kullanılan şiir, yukarıda kötülenen şair ve şiirden istisna edilmiştir.

    Nitekim ashâbı kiram arasında Resulullah (sav)'in takdirlerini kazanmış bir çok şairler bulunmaktaydı. Örneğin, Hz. Peygamber'in, Hassan bin Sâbit'e, Abdullah b. Revâha'ya, "Müşrikleri şiirlerinle hicvet, bil ki muhakkak Cebrail de seninle beraberdir."  buyurduğu rivayet olunmuştur. 

Abdullah Bin Revâha


    Abdullah b. Revâha, şair, komutan, Resulullah (sav)'e candan, iyi niyetle, ölümüne bağlı bir kahramandır.  Akabe biatından sonra, iman ederek Allah ve Resulüne biat  vererek, şehid düşünceye kadar hiç bir zaman  bu kutlu yolculuk ve yürüyüşten ayrılmamıştır. Onun içindir ki;

     " Etkili bir şair, hatip, aynı zamanda büyük bir asker olması sebebiyle Abdullah b. Revâha (ra), yaşadığı dönem boyunca Hz. Peygamber (sas)'in hususi teveccüh ve itimadına mazhar olarak ashabı kiram arasında temayüz etmiş, bu özellikleri sayesinde mühim görevler üstlenmiştir. 

    Nitekim Mekkeli Müslümanlar ile Medineliler arasında büyük siyasi ittifak alamına da gelebilecek ikinci Akabe Biatı'nda Medine'yi Hz. Peygamber (sas)'in nazarında temsil edecek 12 nakip (temsilci) arasına o da dahil edilmiştir. 

    Bu gelişme onun Resulullah (sas) yanında olduğu kadar, Medineliler arasındaki saygın mevkiine de işarettir. Abdullah b. Revâha (ra), Akabe'de gerçekleştirilen ikinci biat esnasında Hz. Peygamber (sas)'i: " Ya Rasulallah! Sana 12 Havarinin İsa'ya (as) biat ettiği şekilde biat ediyorum" demiştir." ( Aylık Diy. Dergi, A. Apak, sayı 221, sayfa 59 )

    Bir kaç sene önce idi.. Akabe biatının yapıldığı alanda hacılarıma bilgi verirken, Resulullah (sav)'e biat eden 12 Havari misali insanları düşündüm. İşte, bu 12 iki arasında kahraman insan, iman dolu yürek Abdullah b. Revâha (ra) vardı..O anki, mevcut ortamdan sıyrılarak, söz konusu 12 kahramanın hayali ile, biatları ile yüzyüze geldim. His ve duygularıma hakim olamadım..

    Hakikaten, bizler, 21 nci asırda yaşayan  Müslümanlar, Asr-ı Saadet insanlarını rehber, öncü, kılavuz edinmiş olsak, bu günkü, kaostan , ayak altı olmaktan kurtulmuş oluruz. Çünkü, onların yaşamış oldukları İslam farklı idi, bizim içerisinde alabildiğince yuvarlandığımız geleneksel İslam tamamen farklı farklıdır. 

    Bizler, mevlid okumayı, okutmayı ibadetleştirirken, Kur'an'ı mezarlıklara taşırken, anlamsız, anlaşılmaz hatimleri peşpeşe sıralarken, onlar, azıcık sayıları ile ülkeler fethine çıkıyorlardı. Emperyal ülkelerin İslam topraklarında ne işleri olabilir? Binlerce mazlum, masum Iraklı Müslüman hanımların ırzlarına tecavüz edilmiş, mes'ele, hiç sorguya, hiç bir soruşturmaya tabi tutulmadan öylece gündemden düşmüştür.

    Beş on sene önce vukubulan , Bosna-Hersek katliamları nasıl unutulabilir? Sadece Müslüman oldukları için, tarihin, asrın en amansız, zalim, vahşiyane zulmüne giriftar olmuşlardır. Bosna- Hersek'in, yanı başındaki süper devlet Almanya'nın, İtalya'nın, Fransa'nın, İngiltere'nin bu vahşetten keyifleri çatmıştır.

    Abdullah b. Revâha ve parçaladığı bir put!..

    " Medine'de Ebû'd-Derda (ra) henüz İslam dini ile müşerref olmamıştı. Onun çok ihtiram gösterdiği bir putu vardır. En yakın arkadaşı Abdullah b. Revâha (ra) ise onun putlardan yüz çevirip imanın huzuruna  kavuşmasını çok arzu ediyordu.

    Bu amaçla dostunu ısrarlı bir şekilde İslam'a girmeye davet ettiyse de bunda bir türlü netice alamadı. Fakat Abdullah (ra) bu konuda ısrarını sürdürdü. Nihayet bir gün arkadaşının evinden ayrıldığını görünce, onun putunun yanına giderek bir balta ile parçaladı.

    Ebu'd-Derdâ (ra)'nın hanımı Abdullah (ra)'ı engellemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Kısa bir süre sonra evine döndüğünde hanımının ağladığını gören Ebu'd-Derdâ (ra) ilk anda Abdullah (ra)'ın yaptığına çok içerledi. Ancak daha sonra , " Putta bir marifet olsaydı, kendisini savunur, korurdu." dedikten sonra hadisenin müsebbibi Abdullah b. Revâha (ra)'nın yanına giderek onun huzurunda Müslüman oldu." ( a.. dergi, s. 59 )

    Resulullah (sav)'in, bütün harekatlarında blunan Abdullah b. Revâha (ra), hayatı boyunca Kur'an ve Sünnet çizgisinden kat'iyyen ayrılmamış bir yiğit Müslümandır. Allah korkusu, müttakilik, kendini Müslümanların hizmetine sunma gibi hasletler onun en büyük şiarıdır.
    Günahsız, masum bir elçi şehit edilir mi?

    Resulullah (sav) , hicretin 8 nci yılında  Ashab'tan Hâris b. Umeyr el- Ezdî'yi (ra) , İslam'a davet mektubu ile birlikte Busra valisine göndermişti. Gassanî Emîri Şürahbil b. Amr, Medine'den gelen elçi Hâris (ra) yakalayıp katletti. Bu durum, Resulullah (sav)'in çok çok gücüne gitti. Bunun üzerine, Zeyd b. Harise (ra) komutasında bir orduyu Şam topraklarına doğru harekete geçirdi.

    " Diğer taraftan Hz. Peygamber (sas)'in elçisini öldüren Gassânî emiri Şurahbil Müüslümanların kendi bölgesine doğru yürümekte olduklarını haber alınca  durumu Bizans imparatoru'na  bildirmişti. Bunun üzerine bölgede bulunan Lahm, Cüzâm, Behrâ, Belî gibi Arap kabilelerinin dahil olmalarıyla birlikte 100 bin kişilik bir Bizans ordusu Müslümanlara karşı  harekete geçirildi.

    Her iki taraf Şam bölgesinde Belkâ şehrine bağlı Mûte mevkiinde karşı karşıya geldiler. Hicrî Cemaziyelevvel 8 ( Eylül 629) yılında gerçekleşen muharebede Müslümanların ilk iki komutanı sırasıyla şehit düştüler. Bunun üzerine Abdullah b. Revâha (ra) sancağı eline alarak İslam ordusunun yönetimini üstlendi.

    Ancak kısa bir süre sonra o da şehitler kervanına dahil oldu. Bu sırada Medine'de bulunan Hz. Peygamber (sas) göz yaşları içinde komutanlarının peş peşe şehit oluşlarını ashabına aktarmış, sonunda Hâlid b. Velîd (ra)'ın idareyi ele alarak başarılı bir ric'at hareketiyle Müslümanları hezimetten kurtardığını haber vermiştir." (Aylık Diy Dergisi, A. Apak, sayı 221, s 61)

    Netice olarak;

   Zeyd b. Harise, Cafer b. Tayyar ve Abdullah b. Revâha'nın şehid oluşlarını, Resulullah (sav) sanki karşısına bir ekran kurulmuş, seyredercesine tüm olup bitenleri bir bir haber veriyordu. Büyük komutan Halid b. Velid'in ustaca taktikleriyle, kıvrak davranışları ile, eşsiz harp tekniği sayesinde Müslüman askerleri geri çekerek, bir bakıma üstünlük kazanılmış oldu.

    Cafer b. Tayyar'ın şehid edilişi hane halkanı çok çok üzmüş oldu. Evde, ağıt, feryat, sızlama ve çocukların inleyişleri Müslümanları derinden derine üzmüştü. İşte, o tarihten bu yana, Müslümanların taziyelerinde bu usül takip edilmekte, ölü evine yemekler, sofralar götürülmektedir.

    " Ashab arasında şairliği ile meşhur olan Abdullah b. Revâha (ra)'ın Arap edebiyatı kaynaklarında bir divanından bahsedilmez. Onun şiirleri daha ziyade İbn Hişâm'ın es-Sire'si başta olmak üzere, çeşitli siyer, tarih, meğâzî ve tabakat kitaplarında dağınık vaziyette bulunur. Daha sonra onun kaynaklarda dağınık şekildeki şiirleri Dîvânu Abdullah b. Revâha adıyla bir araya getirilip yayımlanmıştır." (a. g. d.)

    Rabbim!.. Bizleri, Abdullah b. Revâha gibi kahramanlara komşu eylesin. Onların Kur'anî anlayışlarını bizlere de lütfetsin!.. Amin.. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda 


kuran ve islam
 " Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: " Rabbim! der, beni geri gönder;" (Mü'minûn sûresi, âyet 99)

   " Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım." Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır." (Mü'minûn sûresi, âyet 100)

    Yani, sözlükte geçen " engel " manasına gelen " berzah ", ölüm ile başlayıp, yeniden dirilmeye kadar geçen süreyi ifade eden dini bir terimdir.  Hani, gelenekçilerin, kabirler üzerinde, oyalanması, ölmüş kişiye telkinler vermesi, işte, gelenin, gidenin ayak seslerini işitmesi gibi bir hezeyan içerisine düşmesi de garip, tutarsız, dayanaksız, delilsiz, hüccetsiz bir söylemdir.

    Onun içindir ki, bu saha, istismarcıların, dini kullananların, Kur'an'ı ücretle okuyan pazarlamacıların , en güzel para kazanma, devşirme, söğüşleme alanıdır. Tabii ki, bu alanın, hiç bir zaman ellerinden gitmesini arzu etmezler, gitmemesi içinde her an, her gün, cemaatlerin karşısına yeni bir hadisle, yeni bir uydurukça rivayetle çıkarak, insanımızın oraya akmasını temin ederler. 
     " Bildiğimiz ve iman ettiğimiz gibi, Yüce Allah insanlara ilk vahyini, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem vasıtasıyla ulaştırmış, ilahi vahyin son ve en mükemmel halkasını teşkil eden Kur'an'ı Kerim'i alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed aracılığı ile bizlere iletmiştir.
Rabbimizin son mesajı olan bu kitap, O'nunla biz kulları arasındaki kopmaz ilahi bir bağdır. Bu Kur'an'ın cazibe ve aydınlığı ile milyarlarca insan yollarını bulmuşlar, O'nun sayesinde ortak gaye etrafında birbirlerine ve Allah'ın bütün yaratıklarına saygı duymayı öğrenmişlerdir.
Bazı insanlar da yaratılış gayesini anlayamamış, yeryüzüne ve içindekiler, yaratıcısından dolayı sevgi duymayı öğrenememiş ve kendilerine verilen dünya nimetlerini hakkıyla değerlendirmeyi bilememiş ve bir ömrü heba etmiştir." ( Diy. Aylık Dergi,, H. Çeliker, Ağustos 2004, sayfa 36 )

    " İnmemiştir hele Kur'ân, bunu hakkıyla bilin,
       Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için." ( M. Âkif )


  • "Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir." (Enfâl sûresi ayet 2) 
  • "Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir." (Enfâl sûresi, âyet 3)
  • "İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır." ( Enfâl sûresi, âyet 4 ) 

    Maalesef, üzülerek, teessürle ifade edelim ki, bu gün Kur'ân, yalnızlığı, terkedişmişliği, anlamından, gayesinden başka alanlara kaydırılmışlığı yaşayan bir kitaptır. İctimai hayatımızdan koparılmış, sokaklar Kur'an'sız, meydanlar Kur'an'sız, evlerde, mescidlerde kalıbı, kılıfı var ama, emirleri terki diyar edilmiş bir kitaptır. 

    İsterseniz, bizzat araştırınız, tetkik ediniz, Kur'an'ı Kerim, hangi insanın hayatında makes bulmuş, o insan, onun emirlerini yaşayarak Sırat-ı Müstekim yolunu bulmuştur? Kesinlikle ve kat'iyyen iddia ediyorum ki, Müslümanlar, yeterince Kur'ânî emirlerden müstefit değillerdir. Sadece, mescidlerde, evlerde, kabirlerde okunmakta, akabinde, ölülerin ruhlarına hediye edlmesinden ibaret kalmıştır. 

    " İslam tarihine bir göz atacak olursak, nice kişiler vardır ki, onlar Kur'an'ı dinlemiş ve onun ilahi mesajından etkilenmiş olmalarına rağmen onu anlayamamışlardır. Bu husus Hz. Peygamber döneminden vereceğimiz şu iki örnekle daha iyi anlaşılmış olacaktır.
    Mekke'de Hz. Peygamber İslam'ı tebliğe başladıktan sonra, Efendimiz (sas)'i kabul etmedikleri gibi, küfrün de başını çeken şahısların en önde gelenleri Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Ahnes b. Şerik idi. Kur'an'ı gündüzleri inkar etmelerine ve var güçleriyle İslâm'a ve o'nun yüce peygamberine karşı çıkmalarına rağmen, bu üç şahıs Hz. Peygamber, Kâbe'nin yakınında bulunan evinde gece namaza durup da, nazil olan ayetleri seslice okuduğunda, birbirlerinden habersiz olarak farklı yerlere sinmiş bir vaziyette, Kur'an ayetlerini büyük bir hayranlıkla sabaha kadar dinlemekten kendilerini alamıyorlardı.
    Yine Hz. Peygamber'e karşı amansızca muhalefet edenlerin ilk sıralarında sayılan Velid b. Muğire, Efendimiz (sas)'in ağzından Kur'an'ı dinledikten sonra etkilendiği ve onun insanların ve cinlerin sözüne benzemediğini itiraf ettiği halde, kibri ve inadı sebebiyle küfründen dönmemiştir. Yüce Allah, Ona olan azabını ve azabını öncelikle açıklamıştır." ( a.g . dergi, sayfa 38 )


    " Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda, kibirini yenemeyip sırt çevirdi de: " Bu ( Kur'ân )dedi, olsa olsa ( sihirbazlardan öğrenilip ) nakledilen bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir." ( Müddessir sûresi, âyetler 21, 22, 23, 24, 25 )

    Yukarı satırlarda da ifade edildiği gibi, Velid b. Muğire'nin, Resulullah (sav)'in okuduğu Kur'an'ı dinleyince çok etkilendiğini öğrenen Kureyş müşrikleri, " Eyvah! dediler. Velid dininden dönmüş. Artık ona bakarak bütün Kureyş dininden dönecektir!"

    Bunun üzerine yeğeni Ebu Cehil , Velîd'e gidip kibirine yedirmeyeceği sözlerle onu ikna etti. Sonra, birlikte müşriklerin yanına geldiler. Velid onlara, Hz. Muhammed (sav)'e " mecnun", " kâhin", " şair" ve yalancı lakaplarıyla hitap etmenin tutarlı olmayacağını anlattı; nihayet uzun uzadıya düşünüp taşındıktan sonra, " Olsa olsa, o bir sihirbazdır. Görmüyor  musunuz: Kişiyi ailesinden, evladından, kölesinden ayırıyor" dedi.

    Müşrikler bu sözleri çok beğendiler ve Hz. Peygamber'e " sihirbaz " diye hitap etmeye başladılar. Tabii ki, bu söz, Resulullah (sav)'e çok çok dokunmuştur. Onun içindir ki, Kur'an'a dünkü saldırılar benzeri  hücumlar aynen devam etmektedir. Müslümanlar, Kur'anî bilgilerle donanımlı, yüklü, bilgili olmak zorundadırlar. Kur'an'ı, ölülerden ziyade, mezarlara götürüp , mezar taşlarına çarpa çarpa okumaktan öte, dünyası kararmış, maneviyattan bihaber, bomboş, tamtakır kişilere okuyarak, onun ölmüş ve ölmek üzere olan damarlarına Kur'an suyunu dökmek lazımdır.
    Dolayısıyla, " Asıl olan Kur'an'ı bizzat okumak, okuyamıyorsa güzel okuyandan dinlemek, onun sunduğu ilahi mesajı alarak gerektiği gibi hayatımızı düzenlemek ve onun nasıl anlaşılması gerekiyorsa o şekilde anlamaktır. Yine İslam tarihinde bunun sayısız örnekleri vardır. İşte onlardan biri: Mekke'de İslâm'ı tebliğin 3. yılında Hz. Peygamber, Kâbe'nin önünde " el-Hakka" sûresi'nden bazı ayetleri okuduğu bir sırada, henüz Müslüman olmayan ve Efendimiz (sas)'e sataşmak maksadıyla gelmiş olan Ömer b. Hattab (ra), Kur'an ayetlerini dinledikçe kendisinde bir rahatlama ve kalbinde yumuşama hissetmiş, bir müddet bu şekilde kaldıktan sonra sessizce orayı terk etmişti.
    Bununla birlikte kısa bir zaman sonra Ebu Cehil'in kışkırtmalarına uyarak; Hz. Peygamber'i öldürmek niyetiyle yola çıkmış, ancak yolda kız kardeşi ve eniştesinin de Müslüman olduğunu duyunca , ilk planda eniştesinin evine gitmeye karar vererek oraya yönelmişti. Eve vardığında içeriden gelen Kur'an sesinin, ruhunu derinden okşadığını kalben hissediyordu. Kapıdan içeri gösterdiği o acımasız ve sert tepkinin yerini bir müddet  sonra sükunet alıyor ve Ta-Ha sûresi'nin bulunduğu Kur'ân sahifeleri  okundukça rahatlıyordu.
    Hz. Peygamber'i  öldürmek için yola koyulan ve ardından büyük bir hınç ile kız kardeşinin evine giren Hz. Ömer, dinlediği Kur'ân âyetlerinin etkisiyle bambaşka bir hâle giriyor, kâfir olarak girdiği evden, Allah'ın lütfuyla mü'min olarak çıkıyordu. Doğruca Safa tepesinin eteğinde bulunan Erkam'ın evine gidiyor ve orada Hz. Peygamber'in önünde diz çökerek imana geliyordu." (a. g. dergi, sayfa 38 )

    Netice olarak;

     İşte, Kur'an budur. Kararmış kalpleri, paslanmış yürekleri, cilalamak, onu yepyeni bir mümin olarak hayata kazanmak için vardır. İbni Mse'ud (ra) da şunları söylemiştir: " Kur'an-ı Kerim, hükmüyle amel edilmek için nazil olmuş iken, onlar yalnız okumasını amel olarak kabul etmişlerdir. Bazi kimseler Fatiha'dan itibaren hiç yanılmamak şartıyla Kur'an'ı sonuna kadar okudukları halde, hükmü ile amel etmezler." (Gazali)

    Halbu ki, çağımız, bir inkar, mülhid, ateizm, nihilizm ve satanizm çağıdır. Ne kadar, inanca mugayir, imana ters düşen akımlar, sapık düşünceler var ise, bunların yoğunlaşması, çoğalması, günden güne artması çağımızda daha yaygın olmuş ve hala da hızla artmaya devam etmektedir.

    Örneğin, Hristiyanlık alemi bu gün, bir dinsizlik, imansızlık devresi geçirmektedir. Bakmayın siz, bir kısım emperyalist politikacıların cafcaflı sözlerine. Onların kendileri bile, bir inanca mensup olmayıp, sadece İncil, İsa, Mesih ve kutsalı sömürülerine payanda olarak kullanmaktadırlar.

    Hal böyle iken, alemi İslam'ın bir silkinmesi, bir kendine gelmesinin zamanı gelmiştir ve geçmektedir. Yüce Kur'an'ı tüm yaşayan insanlara sunması, " İşte, Kur'an budur!" demesi, insanlığı uyarması, tebliğ ve uyarıcılık görevini yapması bir zorunluluktur. Akıl ve nakili birlikte çalıştırıp, insanlığın hizmetine koşan kullarından eylesin. Selam ve dua ile..




Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *