2013

kuran okuma seferberliği
Ülkemizde Kuran-ı Kerim Okuma Seferberliği Nasıl Gerçekleştirilebilir ?
 " Biz onu, Kur'an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye ( âyet âyet, sûre sûre ) ayırdık; ve onu peyderpey indirdik. " ( İsrâ sûresi, âyet 106 )
    " De ki: Siz ona ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere o ( Kur'ân )  okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar. " ( İsrâ sûresi, âyet 107 )
    Bu ayetin izahı şöyledir: Kur'an'ın indirilmesinden önce "kendilerine ilim verilmiş olanlar" daha önce indirilen kitapları okuyup vahyin ne olduğunu bilenler, peygamberlik alametlerini öğrenen ve hak ile batılı ayırdedecek bir güce sahip bulunmuş olanlar ya da Resulullah (sav)'in peygamberliğini önceki  kitaplarda anlatılan sıfatlarından anlamış olanlardır. Çağlar oldu, Kur'anî seferberlikten, hareketten yoksun bir şekilde, hissiz yığınlar halinde yaşayıp gitmekteyiz.

 Bu ahvalimizi ne sorgulayan, ne soran, nede sorduran bulunmaktadır. Her şey kendi kaderine, kendi yörüngesine terkedilmiş, bir Allah kulu çıkıp da "bizim bu halimiz ne olacaktır?" sorusunu sormamaktadır.
    Camilerimiz, mescidlerimiz desek hakeza aynıdır. Kur'an Kurslarımızda, İHL'lerimiz de bir canlılık, bir kıpırdanma göze çarpmamaktadır. İlahiyatta hocalarımız, Başkanlığımız, " böyle  gelmiş, böyle gider" hesabıyla günleri tüketmekte, yılları harcamaktadır. Şimdi, şu satırlara dikkat çekmek istiyorum:
     Dine, din istismarcısının verdiği zararı hiçbir şey vermemektedir. Bunu Müslümanların çoğu, Hristiyan engizisyonlarının insanları din dışı ilan etmelerinde, papazların günah çıkarmalarında çok iyi görür. Fakat aynı göz ne yazık ki kendi istismarcısının insanları cehennemlik ilan etmesinde, Kur'an'a ilave din oluşturmasında aynı hassasiyeti göstermez.
    Evet, Hristiyan papazlar nasıl dini kendilerinin tekeline almak için insanlara zulmettilerse, aynı zulüm bizim dinimizde  de olmuştur. Falanca papazın kerametleri, üstünlükleri, o yüzden dinlenmeleri gerektiğinin hikâyeleri nasıl Hristiyanlıkta anlatılmışsa; bizde de falanca şeyhlerin, imamların, evliyaların kerametleri, üstünlükleri , rüyalarında  Allah'ı bile gördükleri, bu yüzden onlara uyulması gerektiği anlatılmıştır." ( tevhidnesli[.]de)

    Allah'a hamdolsun ki, ülkemiz de  yüz bine yakın camii ve görevli bulunmaktadır. Ama, ne hazindir ki, eksik tarafımız, yanlışımız, geri plana attığımız husus şu olmaktadır. Aziz kitabımız Kur'an'ı Kerim'in okunmasının  hemen akabinde, milletçe anlaşılması ve yaşanma gerçeğinin olmamasıdır. Tabii ki, bu tek taraflı anlamadan okunma durumundan en çok aziz milletimiz zarar görmektedir. Niye zarar görmektedir? İsterseniz, Allah rızası için bir tetkik ediniz, 21 Yasin, 40 yasin, 52 Yasinlerin peşinden yapılan dedikoduları, ölüleri, nasıl cennete yolladıklarını bir dinleyiniz. Hakikaten, bu eksikliği, bu noksanlığı taa yüreğinde, gönlünde hisseden bizler, İslam'da bir reform taraftarı kat'iyyen değiliz.

    Ama, şöyle bir reform taraftarıyız ki, Diyanet, Müftüler, Vaizler ve İmamlar , ister kabullensinler, isterse kabullenmesinler, yüce dinin içerisine girmiş, çöreklenmiş ne kadar hurafe ve bid'at varsa tamamının ayıklanmasını istemekteyiz. Bunun adı da reform ise, reformdur, temizlikse temizliktir diyelim.  Dolayısıyla; Türkiye açısından olaya bakarsak Sünni ağırlıkta olan Diyanet kurumunun düzenlenmesi en önemli şart olarak gözükmektedir. Ne yazıktır ki sorulara Kur'an'a dayanarak değil, Sünni fıkhına, mezheplerin İslamına dayanarak cevap veren Diyanet'e göre hurafe deyince akla türbelere bez bağlamak, türbelerde mum yakmak gibi şeyler geliyor. Kendisi gırtlağa kadar hurafelere boğulmuş kaynaklara gönderme yapan Diyanet'in, hurafe deyince sırf bu tarz şeyleri anlaması ne acı!

    Ayrıca İmam hatip liselerinde ve ilahiyat fakültelerinde Sünniliğin Hanefi kolunun hegemonyası  ağırlıktadır. Bu mezhepçi anlayış ise kitlelerin Kur'an'la arasına mezhep duvarı örmektedir.  İmam hatip liselerinde yetişen Sünni Hanefi din görevlileriyle bu mezhepsel anlayışın devamı sağlanmakta ve Hanefi imamlarla en ücra köylere kadar Kur'an'ın dini yerine; ilmihal kitaplarından, mezheplerden öğrenilen din yayılmaktadır. Diyanet kurumundan, ilahiyata, imam hatiplere kadar her yer tek yanlı Hanefi mezhebinin öğretileriyle doludur.

    Bu yüzden başta bu kurum ve kuruluşların değişikliğe uğraması zorunludur. Yoksa daha uzun yıllar hurafe deyince bez bağlanan, mum yakılan türbelerden başkasını anlamayacağız. Ülkemizin ikinci büyük mezhebi ise Aleviliktir. Camii ile aynı manaya gelen ve aynı kökten türeyen " Cem evi " terimiyle bu mezhebin ibadet yeri bile değiştirilmiştir." ( tevhidnesli[.]de)

    Ülkemiz de, Hanefilikten sonra, ikinci büyük mezhep mensuplarının Aleviler olduğundan bahsedildi. Hakikaten, yukarı satırlarda da arzettiğim gibi, yüz bin yetişmiş elemanın bulunacak, İlahiyat fakülteleri bulunacak, Profesörler, Doçentler, mesleki kariyer sahibi insanlar boy gösterecek, ama, aynı dinin insanları, bir noktada buluşamayacak, ne namaz, ne oruç, ne kıyam, ne ruku, ne secdeler!..

    Aleviler kesimi, yeterince dini tahsil yapmamış dedelerin önünde iradesizce diz çökecekler, körü körüne, onlara taparcasına yerlere eğilip,  şuursuzca tazimde bulunmakta ne demektir? Oysa, Aleviler Müslümandır diyoruz.. Tabii ki, Müslümandırlar.. Lakin, asırlardan beri işin yanlış tarafı mezhepçilik olmuş, Ali tarafgirliği, Muaviye sempatizanlığı olmuştur.

    Halbu ki, Kur'an tarafgirliği olsaydı, İslam taraftarlığı olsaydı,  bu gün yaşamakta olduğumuz, kör düğüm olan keşmekeşlik  bulunmayacaktı. Ne olacaktı biliyormu sunuz? Mabed tek. Ezan tek, Kur'an tek, İslam tek, Kabe tek olacaktı!.. Ama, olmadı, halen de olmamaktadır.. Sorumluları, mes'uliyet sahiplerini Allah'a havale ediyoruz!.. Sözün burasında, H. Onat hocayı dinleyelim:
    " İnsan, yaratılışı gereği inanan bir varlıktır. Din olgusunun insanla birlikte varoluşu  insanlığın tarihi akışına damgasını vurmuş olması, sürekli inanacak bir şeyler aramaktadır. Bu arayışların merkezinde, Tevhid ilkesi vardır; bütün peygamberler, insanları Tevhid çizgisinde tutabilmenin mücadelesini vermişlerdir    Tek tanrı inancına ulaşmayanlar, önlerine çıkan her şeyi kolayca putlaştırabilmektedirler. Öyle ki korkulan ve sevilen şeylerin putlaştırılmasının yanında, arzu ve heveslerin bile putlaştırıldığını görmekteyiz. Her putlaştırma olayı, insan özgürlüğünün adım adım yok edilmesi demektir. Gerçek özgürlüğe açılan kapı, tek Tanrı inancından geçmektedir. " ( 1. Kur'an Sempozyumu, H. Onat, sayfa 418 )
    Netice olarak;

    Ülkemiz de; acilen bir Kur'an'ı anlama seferberliği başlatılmalıdır. Hem de, tezden, tez elden, yarından da yakın olmak şartıyla.. Camilerimizde, Kur'an Kurslarımız da, İHL.ler de, İlahiyatlarda yeniden bir yapılanmaya gidilerek, Kur'an'ı okuma, anlama ve yaşama ağırlıklı çalışmalar yapılmalıdır.. Yoksa, bu kör gidişin önünü almamız mümkün olmayacaktır. Camilerimiz de, evlerimiz de ve her yerde Kur'an'ı az okuyacağız, ama, bihakkın okuyacağız. Tıpkı, Hz. Ebubekir (ra)'ın okuduğu, tüm sahabe-i kiramın okuyup, anlayıp, yaşadığı gibi..

    Günde, bir sayfa Yasin okuyacağız, akşamları mihrabiye olarak, Amener-Resulü'nü okuyacağız, ama, ne buyurdu, ne buyuruyor, anlam çalışmasına döneceğiz. Yani, takdir edilecektir ki, herkesin bihakkın arapça lisanının öğrenmesi mümkün değildir. Ama, görülen odur ki, meal çeşitleri, tefsir çokluğu bu ihtiyacımızı karşılamaktadır. Onun içindir ki, milletçe var mıyız Kur'an'ı anlama seferberliğine?.. Rabbimiz.. Bu uğurda, bizlere kolaylık, esenlik versin, müşkülat vermesin!.. Selam ve dua ile..

islam ve doğa
İslami Esaslara Göre Allah'ın Varlığı
     " Bedeviler " İnandık " dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama " Boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."  ( Hucurât sûresi, âyet 14 )
    Ayeti Kerime'nin nüzul sebebi şöyledir: Esed oğullarından bir topluluk, bir kıtlık yılında Medine-i Münevvere'ye gelerek  iman ettiklerini söylemişler ve Hz. Peygamber'e "Sana yüklerimiz ve ailelerimizle geldik. Seninle falan kabile gibi savaşmadık" demişler, sadaka istemişlerdi. Ayet onların bu durumunu tahlil ederek, onların kalpten tasdik etmediklerini, sadece dilden teslimiyetlerini belirttiklerini ifade etmektedir. Biz bir kimsenin imanını ölçemeyiz.

Bir kimse ' ben inanıyorum' demek suretiyle de başkasının imanını düzeltmesine imkân yoktur. ' Subjektiftir' dedik. Kalple ilgilidir. Metafizikî bir meseledir. İlim objektiftir. Aslında ilmi yapan akıl o da metafizikî bir varlıktır. Ama temas ettiği konu doğrudan doğruya objektif olduğu için herkes bunu kontrol edebilir.

    ' İlim, ilmin yanlışını ortaya koyabilir. İman, imanın yanlışını ortaya koyamaz' dedik. İmanın yanlışını ancak ilim ortaya koyabilir. Bunun için Kur'an ' fa'lim ennehü La ilahe illallah'. Buhari bile ayet-i kerime'yi ele alarak diyor ki:  el ilmu kable'l-kavli ve'l-amel' ( İlim imandan ve amelden öncedir ). Bu, İmam Buharî'nin bu ayeti kerimeden istinbat ettiği mânâdır ve doğrudur.

    İşte  bunun için, şimdi bu benim değerlendirmeme itiraz edenlerin, başkasının dinlerine taarruz etme hakları yoktur. Çünkü, ben Kur'an-ı Kerim'e dayanarak bunu iddia ettiğim zaman başkasının dinlerinin de doğru olup-olmadığını söyleme hakkını elde etmek istiyorum.
    Bu da Kur'an'ın davasıdır. Çünkü Kur'an insanların imanını düzeltmeye, ıslah etmeye gelmiştir. Kur'an-ı Kerim insanların imanını tenkid ediyor. Bir bakıma da değer veriyor. Tabii hangi bakımdan değer verdiğini anlatma imkânım olmadı. " ( 1. Kur'an Sempozyumu, H. Atay, sayfa 454 )
    Evet, inkar dünyasından, şirkin, riyanın bataklığından kurtulup yüce Allah'la hemdem olmak ne güzeldir değil mi? Gönül evinde, O'ndan başkasının yer almaması, benlik, hırs, ihtiras, makam-mansıb, mal, ucub, gurur,kibir, dünyaya bağlanmak gibi iğreti şeylerden uzaklaşıp, bilerek, imanın tahsilini yaparak, düşünerek, kainatı tefekkür ederek Rabba bağlanmak ne demektir? Bundan âlâ, bundan erdemli bir haslet olabilir mi? Maalesef, küfür ve şirk dünyası, çevremizi, evimizi, şahsımızı, ailemizi, çocuklarımızi, ülkemizi, milletimizi öylesine sarmalamıştır ki, kurtulmak için çırpınıyoruz, çırpındıkça daha aşağıya, daha gayyaya doğru batmaktayız. Çünkü, yaşantımızda Kur'anî değerler yoktur, Resulullah  (sav)'in imanı gibi, sahabe-i kiramın anlayışı gibi bir anlayışa sahip değiliz de ondan.

    Bu gün kendilerini İslam'a nisbet eden insanlar hayatlarında birçok şirk veya şirk bulantısı olduğu halde Kur'an'a yöneliyor ve ondan istifade etmeye çalışıyorlar. Oysa Kur'an'ın temel hedefi şirki ve şirk amellerini yok ederek insanları aydınlığa, yani şirksiz bir hayata sevk etmektir. Sahabe Kur'an'a yönelmeden önce imanı öğreniyor, hangi şeylerin imana zarar verdiğini iyice idrak ettikten sonra Kur'an üzerinde yoğunlaşıyorlardı.

    Cündüb b. Abdillah şöyle der:
    " Bizler ergenlik çağında iken üç-beş genç olarak Peygamber (sav)  ile beraber bulunduk. Biz Kur'an'ı öğrenmeden önce imanı öğrendik. Ondan sonra Kur'an'ı öğrendik. Bu sayede  de imanımız arttı." Abdullah İbn-i Ömer (ra)'ın üstte nakledilen rivayeti destekler nitelikteki şu mükemmel tesbitini çok iyi düşünmek gerekir.
    " Uzun bir ömür sürdüm. Bizim her birimize Kur'an'dan önce iman veriliyordu. Sonra öyle zamanlar gördüm ki, onlara imandan önce Kur'an veriliyor, o da Fatiha'dan sonuna kadar onu okuyor, ama ne emrettiğini , neleri yasakladığını ve nelerin bellenmesi gerektiğini bilmiyor."
    Sahabe böyle idi. Kur'an okyanusuna dalmadan önce imanı ve imanla alakalı meseleleri güzelce öğrenir, sonra Kur'an okyanusuna dalarak onun derin manaları içerisinde yüzerlerdi. Bu nedenle bir insanın Kur'an'a yönelmeden önce " Acaba benim hayatımda şirk var mı? Allah'ın razı olmadığı bir inanışa sahip miyim?" diye kendisini iyiden iyiye hesaba çekmesi  gerekmektedir. Bunu yaptığında Allah onu mutlaka doğruya iletecek ve kendisine -şayet varsa- şirklerini göstererek tevbe etme imkânı verecektir." ( arzusucennetolanlar[.]com) 

     İşte, hidayet yurdunun imanlı erleri böyle olmalıdırlar. Uydurma, otomat tipler değil, taklitçi bir iman değil, gerçekten, araştırarak, analiz yaparak, düşünerek, tahkiki bir imana sahip olmalıyız. Hem Allah'a inanacaksın, hem Kur'an diyeceksin, hem din-İslam diyeceksin, hemde, hurafeye, batıla, uydurma şeylere kendini kaptıracaksın. Sihirle meşgul olmak, büyü yaptırmak, cinciye, cindara gitmek, türbe kapılarını aşındırmak, yatırlara kurban adamakda nedir? Daha olmadı, 21 Yasin, 40 Yasin okuyarak mezarlara, kabir kapılarına koşmak, ölülerin mezarları başında inlemek, inlemek bir oyalama, bir kandırma, bir Kur'an'dan kaçış ameliyesi değil de nedir öyleyse?

    " .. Bakınız benim anlayışıma göre ilim statiktir. Bir şeyin doğru-yanlış olduğunu söyler. İman söylemez. İman hareket ettirir İman bir dinamodur. İnsan bir şeye inandığı zaman, niyet ettiği zaman iman onu hareket geçirir. Bunun için Kur'an-ı Kerim imana ehemmiyet veriyor.  Bildiğini yapabilme gücü vardır imanda. İman inandığı zaman bu işi yapar. Bu bakımdan imanın kıymeti var.

    Fakat iman ilme dayandığı zaman da İslâmî iman olur. İlme dayanmadığı zaman da hristiyanî iman olur. Çünkü 1140 yıllarında ölen St. Anselmus diyor ki: ' Ben inanırım, ondan sonra ilim yaparım'. Kant da aynı şeyi diyor, imanı kurtarmak için ilmi inkâr ediyor. Bu Hristiyanlıktır.." ( 1. Kur'an Sempozyumu, H. Atay, sayfa 454 )

    Netice olarak;

    Hissiz, inançsız yığınlar olmaktan kurtulmak için, imana dönüş yapma zamanındayız. Hem de kuvvetlice, kalbimize, önlümüze, kelime-i tevhid düşüncesinden, inancından başka bir şeyi sokmamak üzere. Onun içindir ki, Hristiyan aleminin içerisinde yaşadığı kabus ve kaotik durum, manzara böyledir. İsa'nın kul oluşu, nasıl doğduğu, kimden dünyaya geldiği, bir insan Allah'ın oğlu ola bilir mi? Papazların, rahibelerin dindeki etkinlikleri ne olmalıdır? Kilise insanlığa neleri vermektedir? gibi soruları kendilerine soramadıkları için mağduriyeti, yüreklerin viran oluşunu yaşamaktadırlar. Hristiyan kesimlerde, his yok, imani heyecan yok, itikadî, vicdanî bir ürperti bulunmamaktadır. Hatta, genç yaşta ölmüş evladı, yer işgal etmesin diye yakılırken bile, en küçük bir üzüntü, en ufak bir  teessür  emaresi görülmemektedir.

    Çünkü, kuru ve ruhsuz bir alem onlara böyle bir şey dememektedir. Yemek, içmek, şehvet, her türlü iğrençlik, çılgınlık, rezalet onların kapısında beklemektedir. Lutîlik denilen ahlaksızlık, aleniyete dönüşmüş, resmîleşmiş, yasallaşmış durumdadır. Son söz olarak, iman gereklidir, hem de bir Allah'a iman etmek!.. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda

islam ve bilim ilişkisi
Aklın Görevi İlim Yapmak ve İlim Üretmektir
" Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün  birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip  de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için ( Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) bir çok deliller vardır."( Bakara sûresi-164 )
    Ayette zikredildiği gibi, " düşünen bir toplum"'dan mevzu bahis edilmektedir. Gerçekten ümmet olarak, millet olarak bu emirler karşısında lakayt kaldık, düşünmeyi, düşünceyi bir tarafa iterek, Kur'an dışı şeyleri din zannettik, bu sebeple de perişan ve bedbiniz. Şayet, yüce Kur'an'ı, onun yüce emirlerini baş tacı ederek Allah'ın istediği şekilde amel ve harekette bulunmuş olsaydık, bu gün, ümmet batının karşısında, onun bunun yanında sığıntı olmaz, her halükarda kalkınmayı, gelişmişliği, teknik ve teknolojiyi yakalamış, semadaki uçan envaı çeşit uçaklar, ilim, bilim her türlü yenilik, icad kendisinin eseri olacaktı. Ama olmadı!.. Şu alıntımız bu mes'eleye biraz katkıda bulunacaktır!

    Kur'an ayetlerinde 'evrensellik' kavramı 'Alemlerin Rabbi' kavramı ile başlar. Bu kavram Kuran'da yaklaşık altmış yerde geçer. Bu bağlamda yüce Allah insanlığa 'bir' olduğunu evrenin ve dolayısıyla insanlığın yöneticisi, eğiticisi olduğunu öğretiyor. İnsanlıktan istenen O'na yönelmesidir. O, mutlak olarak her şeyin Allah'ıdır. Hiç kimsenin , kendisine ait bir tanrısı yoktur. İnsanlar arasında kulluk bakımından bir ayrılık, yaratılışın doğası açısından bir farklılık ve tek ilaha yönelişleri bakımından bir ayrıcalık söz konusu değildir. Bu açıdan Yahudiler kendi ırklarına özgü kavmi bir bir tanrı kavramını ortaya attıklarında, evrensellik kavramını akıllarından söküp atmış oluyorlar.

    Kur'an evrenselliğin keyfiyetini gerçekleştirmeye koyulduğunda baştan itibaren insanlar arası ilişkiler için birtakım değişmez temeller koyar. Bu temeller, insanın insana saygı göstermesi üzerinde yükselirler. Aklına duygularına ve eğilimlerine saygı... Varlıklar arasında olumlu etkileşim meydana getiren yapıcı diyalog esasına dayanır. " ( Haksözhaber[.]net/kuran-ve-pozitivizm )

    Meseleye, Kur'anî ve aklî açıdan yaklaşırsak görürüz ki, bu gün, tüm insanlık bir mağduriyeti, bir inançsızlığı yaşamaktadır. Halbu ki, tüm dünya insanları, bir Allah'a inanmaya mecbur, Kur'an'ın evrenselliğini bilmek zorundadır. Tabii ki, Ben, İslam alemindeki bilginleri, ilim adamlarını suçlamaktayım. Neden ve niçin? Çünkü, Kur'an'ın evreselliğinin erdemine ulaşmış, tüm insanlığı kurtaracak, felaha erdirecek bir hamle içerisinde değildirler. Küçük mes'eleler, meşrep, mezhep fobileri, cemaat, ekol yanlışları ilim sahiplerini bir araya getirmemekte, danışma, şura, tesanüt denilen kutsi kavramlardan uzak yaşamaktadırlar.
      Onun içindir ki, 25 yıldan beri Batı ülkesinde yaşayan bir olarak müşahade ediyorum ki, Müslümanlık, Kur'an, din adına bir aktivite, bir gayret içerisinde değiliz. Kılıyoruz beşi, hemencecik dağılıp, lokallare çekiliyor, oradan-buradan, tarladan, bahçeden, arabadan bahsetmeye başlıyoruz.  Halbuki,
    "... Peygamberlerin üstlendikleri görevi  zihnimizde canlandırdığımız zaman, bunun evrensel bir görev olduğunu, dar bir çerçeveyle sınırlı olmadığını görürüz. Nebevî davet, tevhid ve hayra yönelik bir davettir. Bu bağlamda Hz. İbrahim'in evrensellik kavramının genel çizgilerini belirginleştiren bir örnek olduğunu biliyoruz." ( a. g. dergi)
    Bir kere, yüce Kur'an, Hristiyanlığın dar kalıplar içerisine sokmuş olduğu İnciller değildir, Yahudilerin, bölgesel, ırksal, kavimsel mes'eleler arasına hapsettiği Tevrat hiç değildir. Resulullah (sav)'in Mekke hayatına baktığımız, Medine devrini incelediğimiz zaman görürüz ki, Kur'an'ın evrenselliği kendiliğinden tezahür edecektir. Kur'an, akla, akılla insana hitap etmektedir. Akılsızı, beyinsizi, mecnunu, meczubu nazari itibare almamaktadır.
    Onun içindir ki, ".. Evrensellik kavramının ayrıntılı açılımını ise, Hz. Muhammed'in (s) şahsıyla irtibatlı olarak Kur'an'da belirginleştiğini görüyoruz. Çünkü Hz. Muhammed  bütün insanlığa gönderilmiştir. İnsanlık için bir rahmet olarak gönderiilmiştir. Onlardan öç almak veya onların başına bir azap olmak için değil. Bu yüzden İslam daveti, ilk andan itibaren evrensel bir davetti. Bu temellere dayalı olarak da çeşitli kabileler ve halklar arasında hızla yayıldı." ( a. g. Dergi )  
 Şimdi, şu ayeti kerimeyi birlikte  tetkik edelim:
    " Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler  kovanlar ) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet ( bal ) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır." ( Nahl sûresi, âyet 68-69 )
    Durum ve realite böyle iken, bizler ne yapıyoruz?  Tabii ki, mezhepçilik yapıyoruz!.. " Her mezhebin güzel yaptığı bir şeyi de unutmayalım. Her mezhep diğerinin hatalarını, diğerinin eksiklerini çok iyi anlamaktadır. Sünniler, Şiilerin mezhep imamlarını masum ilan edip onlara körü körüne tabi olanlarını çok mantıklı eleştirirler. Fakat sonra kendi imamlarını, Hanefi'yi, Şafii'yi, Malik'i, Hanbeli tartışılmaz kıldıklarını, din diye Kur'an yerine onlara tabi olduklarını unuturlar.
    Bir mezhebe göre bir farzı yerine getirenin, diğer mezheplere öre haram işlediği birçok husus ortaya çıkar ve sen Hanefi isen doğru, Şafii isen şu,  Hanbeliysen öbürü doğru derler ve Allah'ın indirdiği din bir iken bir sürü din oluştururlar.
    Şiiler'in mezhep imamlarını yüceltmelerini çok iyi alılayan göz ne yazık ki kendisi de aynen bir imam blup ona tabi olmuştur, ama aynı göz onu farkeder, kendini farketmez. Ona sapık der, kendisine ise yegane kurtulacak olan fırka, mezhep diye bakar. Evet, belli kişilere tabi oluyorsanız , nedir sizin farkınız? Çoğunuza göre kendi tabi olduğunuz kişi en üstün kişi, diğerleri ise sapıktır. Peki, hangi kritere ve neye göre? Kriteri Kur'an alsaydınız, zaten Kur'an dışında dini otorite, dini hüküm koycu  aramamanız gerekirdi. Sorun da zaten burada, Kur'an'ı dinin tek kaynağı yapmıyorlar. Birbirlerini kınayıp, aynı hataları kendileri yapıyorlar." ( tevhidnesli[.]de )

    Hollanda'da, akşamları TRT, Diyanet kanalında sorulu-cevaplı şekilde devam eden dini bir programı zaman zaman dinlemekte ve izlemekteyim. Güzel... Ama, tuhafıma giden husus şu olmaktadır!.. Şu mezhebe göre şöyledir, falan mezhebe öre böyledir, Ebu Hanife şunu demiştir, İmam Şafii'nin bu hususta kavli şöyledir.. ve böylece " dedim" "dediler" " Kaviller" " rivayetler" böylece uzayıp gitmektedir. Ama, tuhafıma giden husus şu olmaktadır. Kur'an'ın emri şöyledir, şu ayet şöyle buyurmaktadır denilmemesi.

    Netice olarak;

    Müslümanların kafaları, düşünceleri ha bire çalışmak, bilgi üretmek zorundadır. Akıl, düşünmezse, bilgi üretmezse , taklitçilik yaparak yaşarsak, onun bunun kapısından kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Çünkü, nice medeniyetlere imza atmış bir milletin çocukları olarak, günümüz dünyasında, gelişen ilerlemeler karşısında apışıp kalmanın bir anlamı bulunmamaktadır.

   Aziz atalarımız bilgiye, bilgine, ilim sahibine ne kadar değer vermişlerse yükselmiş, denizlerde, okyanuslarda ve karalarda ordular karşılarında duramamıştır. Örneğin, Fatih Mehmed'in, o zamana  kadar görülmedik şekilde yeni yeni toplar icad ederek, Bizans surlarını yıkması, çağ açıp çağ değiştirmesi, Yavuz'un, İstanbul'dan yürüttüğü ordunun Çaldıranda, Mercidabık'ta, Ridaniye'de  güçlü ordular mağlub etmesi, Kanuni Süleyman'ın muhteşem ismini alması, konumuza en güzel verilecek cevaplardır.

    Ama, ne zaman ki, ordu, asker, rahat ve rehavete kapıldı, hamam sefaları yapmağa, sokaklarda nara atarak gezmeğe başladı, külhanilik, kabadayılık yapmaya başladı, işte, o andan itibaren, Viyana'den yüz geri edilmişiz, Lale devri başlamış, sonunda ise, koca cihan imparatorluğu , ezeli ve ebedî düşmanlarına pes etmiş, başkent İstanbul'da onların bayrağını dalgalanır görmüşüzdür. Rabbim, verilen akla bilgi ürettirmeyi, düşünmeyi, düşünceyi müyesser eylesin. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda

mahmet akif ersoy
     Malumdur ki, iman şairimiz Mehmet Akif Ersoy; 27 Aralık 2013 günü vefatının 77. yılında  dualarla anılacaktır. Makamı cennet olsun. Akif'i unutmak, onun şiirlerinden feyiz almamak mümkün değildir. Akif merhumu daha iyi tanımak için, onun bizlere bırakmış olduğu safahat kitabını  baş ucu eseri olarak tutmak lazımdır. Çünkü, o, bir Kur'an insanıydı, Kur'an konuşur, Kur'an anlatır, Kur'an yaşardı. En çok nefret ettiği hususların başında tembellik, miskinlik, yanlış tevekkül anlayışı, çalışmamak gelirdi. Merhum üstad Akif, kör kaderciliği, mezhepçiliği, tefrikayı, ikiliği, bölünmeyi asla kabul etmeyen bir yapıya ve imana sahipti. Şu müthiş şiiri bize bunları pekala anlatmaktadır:


    " Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan!
       Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan!
       Ne Araplık, ne Türklük kalacak, aç gözünü!
       Dinle Peygamber-i Zişan'ın ilahi sözünü
       Türk Arapsız yaşayamaz. Kim ki " yaşar " der,
       Delidir! Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
       Değilmi ki cephemizin sinesinde iman bir,
       Sevinme bir, acı bir, gaye aynı , vicdan bir;
       Değil mi ki koşan Çerkez'in Laz'ın, Türk'ün
       Arap'la, Kürt ile bakidir ittihadı bu gün." ( Safahat )

    Mehmet Akif, Küfe başlıklı manzumede de, İstanbul'un kenar mahallelerinden birinde geçen bir sefalet taplosu çizer. Mağdur olan yine çocuktur. Babanın erken ölümü, okul çağındaki çocuğu evin yükü ile karşı karşıya bırakır. Anlatıcı-şair, sokaktaki su dolu çukurlara basmamak için dikkatle yürürken önüne eski, büyükçe bir hamal küfesi gelir.

     Küfeyi on üç yaşında bir çocuk hışımla tekmeler. Bu tekme, babasını  sekiz yıl boyunca yüküyle altında ezen küfeye savrulduğu kadar kendisini okul, oyun gibi imkanlardan mahrum bırakacak kaderine de savrulur. Sokaktan geçen-anlatıcı şair, çocuk ile onu sakinleştirmeye çalışan annesinin konuşmalarına şahit olur.

   Adının Hasan olduğu bildirilen çocuk, anlatıcı-şairin de devreye girmesiyle yatıştırılmaya çalışılır. Hasan " zihni açık " bir çocuktur, hamallık yapmak değil, yaşıtları gibi okula gitmek ister. Oradan uzaklaşan anlatıcı-şair, günün ilerleyen saatlerinde kızını biraz dolaştırmak üzere dışarı çıkardığında, Hasan ile bir kez daha karşılaşır. Hasan'ın sabahki tekmelediği küfe, şimdi sırtındadır. 
   " Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak.. / Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!/ Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer/ Düğümlü alnının üstünde sade bir çember./ Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad/ Nazar değil o bakışlar, dümû-ı istimdad/ Bu bir ayaklı sefayet ki yalnayak, baş açık;/On üç yaşında buruşmuş cebin-i sâfı, yazık." ( Türk Yurdu Dergisi, sayı 268, sayfa 22, N. Özcan )
    Ya merhum Akif; günümüz dünyasını, ikiciliği, tefrikayı, sağ-sol meselesini, alevi-sünni atışmalarını, cem evi,-camii ikilemlerini, Türk, Kürd vb. kargaşalara şahit olsaydı acaba tepkisi ne olurdu?  Tabii ki, Okullarımız da yaşanan kaostan, sıkıntıdan, taşlaşmadan bizar olup, " Yuh olsun!" " Yazıklar olsun!" demekten kendisini alamazdı. Mehmet Akif Ersoy, hayatı boyunca lüks içerisinde yaşamayı sevmeyen, cebinde bulunan üç-beş kuruşu bile anında fakire, fukaraya tasadduk eden bir mücahid idi. Hani, meşhur İstiklal Marşı şiirinden dolayı alacağı 500 TL'lik ödülü bile kabul etmeyerek başka bir yere verilmesini rica etmiştir.

   Onun dünyasında yer tutan mazlumlar, sahipsizler, garibanlar vardı. Şiirlerine dikkat edilirse, sefalet manzaralarının, yoksulluğun, miskinliğin, yanlış tevekkül anlayışının, çalışmamanın, tembelliğin olduğu sürekli göze çarpar. Örneğin; Mehmed Âkif Ersoy kaynağını İslam tarihinden alan iki manzumesinde de müstakil olarak sefalet manzaralarını işler. Kocakarı ile Ömer başlığını taşıyan manzume, sahabeden Abbas'ın ağzından naklediliyormuş gibi verilir.

    Manzumede, Hz. Ömer'in halifeliği zamanında yaşanan bir olay hikâye edilir. Medine dışında çocukları ile birlikte bir çadırda yaşayan kadın, tebdili kıyafet dolaşan Hz. Ömer'e çektikleri açlığı anlatır. Çocukların boğazından günlerdir lokma geçmemiştir. Halifeye neden hâlini bildirmediği sorusuna kadın:
    " Gidipde söyleyeyim ha? Dilencilik yapamam!" cevabını verir. H. Ömer'in emri üzerine zahire anbarından un-yağ getirilir. Sonuçta manzume kalıcı bir çözüm sunmamakla beraber Âkif'in diğer sefalet konulu şiirlerinden farklı olarak müsbet biter. İkazlar ve ihtarlar ise yöneticilere kadının ağzından yöneltilir:
 " Niçin hilafeti eylemişti kabul?/ Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbul?/ Zavallının işi çokmuş! Nedir, muharebe mi?/ İşitme sen  de civarında inleyen elemi,/ Medîne halkını üryan bırak, Mısır'da dolaş.../ Gazâ! Gazâ! diye git soy cihanı, gel paylaş!" ( A. G. dergi, sayfa 25 )
    Netice olarak;

    Zaman zaman o yüce ruh Âkif'in hayatını okudukça, kendimi asr-ı saadet devrinde bulurum. Onun çocukluğu, sürekli kira evlerde idame-i hayat edişi, kış günleri paltosuz gezmesi, bizim kavrayışımız dışında bir cömertlik anlayışına sahip olduğunu gösterir. Söze sadakati, vefalı oluşu, gösterişi sevmemesi, israfın, lüksün karşısında bulunuşu ilginç, dikkat çeken hususiyetleridir.

   Kur'an karşısındaki imanlı tavrı, cehaleti, geriliği, bağnazlığı, taassubu, yobazlığı sevmemesi, ayrı bir özelliğidir. Onun içindir ki, günümüz dünyasında yaşamış, bir kısım gelenekçiler, merhum Âkif'in, geniş çevresinden, sevenlerinin çokluğundan , İstiklal Marşı yazarı  oluşundan korkmasalar, sanırım, ona saldıracaklar, ağız dolusu kinlerini kusacaklardır. Çünkü;

   Mehmet Akif, zamanımızda, 19-20 nci asırda yaşamış bir sahabe neslidir. Hani, Hz. Ebubekir (ra) vefat ederken, ekstra bir kefen bezinin alınmamasını, israf olacağını, sırtındaki cübbenin kefen olarak kullanılmasını tembih etmiştir.

    İşte, merhum Âkif'de o yolu izleyen, o çığırı takip eden, Kur'an konuşan, Kur'an soluklayan bir kahramandır. Rabbimiz!.. Cenneti âlâda bizleri ona komşu eylesin!. Âmin!.. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda

kuranı anlayarak okuma
Kuran-ı Kerim'den Niçin Uzaklaşıldı ?
 " Hatırlayın ki, Tûr dağının altında sizden söz almış: Size verdiklerimizi kuvvetlice tutun, söylenenleri anlayın, demiştik. Onlar: İşittik ve isyan ettik, dediler. İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi dolduruldu. De ki: Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler şeyler emrediyor!" ( Bakara sûresi, âyet 93 )
    Yahudiler Tevrat'tan edindikleri bilgilere göre peygamber geleceğini düşünerek ondan faydalanmanın planlarını yapıyorlardı. Ama, bekledikleri peygamber Araplardan gelince onu inkâr ettiler. Onlar aslında Hz. Musa'ya da hakkıyla inanmış değillerdir. Bakara sûresi, 92 nci ayette ifade edildiği gibi Hz. Musa nice mucizeler getirdiği halde o Tûr'a gidince buzağıya taptılar.

    Mevzuma, bu ayeti kerimeyi referans  olarak almamın sebebi şudur:
Yanudiler, Hz. Musa (as)'ın tüm emirlerini, Tevrat'ın arı duru nehiylerini, helallerini  yapılması gerekenleri baştan sona çarpıtmışlar, kendi keyif ve arzularına göre bir din algısı, bir anlayış şekli ortaya koymuşlardır. Ben, aziz milletimizi böyle bir benzetmeden, teşbihten azade tutarak, diyorum ki; bin yıllık Türkiye tarihimize bir kere nazar atfettiğimiz zaman görülecektir ki, Kur'an'ın okunmasının, ezberlenmesinin, zihinlere, kafalara nakşedilmesinin yanı sıra, anlaşılması, anlamının kalp ve gönüllere de işlenmesi, toplum hayıtımızda uygulanması hususunda, bilerek veya bilmeyerek bir tembellik yaşanmıştır.

    Bunun sonucunda ise, bu gün gelmiş olduğumuz nokta her şeyi ayan-beyan ortaya sermektedir. Okumuş olduğumuz bin bir hatimlerin, mukabelelerin bir tek cümlesini bile anlamadan okumakta, okuduktan hatimleri bitirdikten sonra da, hoca efendilere, ölmüşlerinin ruhlarına ulaşması için uzun uzun hatim duaları gönderilmektedir. İsterseniz, bu mevzu ile ile alakalı olarak, muhterem H. Atay hocayı konuşturalım:
    " ..Bence Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'an kurslarına başlarken insanlara Kur'an'ın anlamsız okunmaması gerektiğini anlatmalıdır. Küçük öğrenciye de bunu söylemelidir, kafasına bunu sokmalıdır. Bir de şunu söyleyeyim. Bu mezun olanlardan bir kısmı güzel sesli olunca da ondan para kazanmaya başlıyor, gelip benim yanımda anlamını öğrenir mi? Öğrenmez. Bir kısmı da öğreniyor. Tamam ona bir diyeceğim yok. Yalnız hepimiz Kur'an'ı öğretirken anlaşılsın diye öğretmeliyiz.
    Ebu Hanife'nin fetvasını anlatayım. Biliyorsunuz Ebu Hanife'nin İranlılara verdiği bir fetva var: ' Anlamla okumak'. Aslında Farsça okumak değil, anlamla okumak. Ben şöyle düşünüyorum. Serahsî'nin o bölümünü de bir kaç defa okudum. Bu konularla ilgili olarak anlatılmak istenen şey budur. Ebu Hanife döneminde Kur'an-ı Kerim'in i'cazının, yani Kur'an-ı Kerim'in Kur'an-ı Kerimliğinin neresinde olduğu tartışılıyor. Özünde midir, yani anlamında mıdır, biçiminde midir,- başka bir ifadeyle- ifade şeklinde midir?

    Ebu Hanife'nin görüşü i'cazın özünde,  anlamında olduğu şeklindedir. Fakat şu bir vakıadır ki Kur'an-ı Kerim hem özdür, hem biçimdir. Ama öyle bir yer gelir ki özü mü öne almak gerekir, biçimi mi öne almak gerekir? İşte o noktada Ebu Hanife 'özü öne alın' diyor

    Tabii ki Kur'an-ı Kerim'de Kur'an-ı Kerim'in Arapça bir kitap olduğu da söyleniyor. Diyorum ki Ebu Hanife'nin fetvası ' Arapçasının anlamını bilinceye kadar, anlamıyla namaz kılma' şeklinde anlaşılmalıdır. İmam Muhammed'in , İmam Ebu Yusuf'un da ezanla ilgili görüşlerinden de benim anladığım budur. Eğer namazda okuduğunuzun anlamını bilmiyorsanız anlamla kılınız, ta ki okuduğunuzun anlamını öğreninceye kadar. Bunun çok zor bir şey olduğu düşünülebilir. Ben çok zor bir şey olduğu kanaatinde de değilim. İnsanın namazda okuduğu şeylerin anlamını bilmesi ya da asgari şeyleri anlaması zor bir şey değildir.

    Benim çocuğum beş-altı yaşındadır. Krakerin her türlüsünün ismini biliyor, bisküvi çeşitlerinin hepsini biliyor, çikolataların hepsinin  ismini biliyor. Çünkü ilgisi var. İnsanın ilgisi olursa, asgari olarak Fatiha suresinin anlamını bilmelidir diyorum. Fatiha yedi cümledir. Bunu herkes öğrenebilir. Çiftçilere gidin gübre çeşitlerinin hepsini biliyorlar, neye yaradığını biliyorlar. Niye bir Fatiha'nın hangi anlama geldiğini bilmesinler? Benim bu anlattıklarımdan Türkçe ibadetin caiz olduğu, anlamla ibadetin caiz olduğu çıkarılmamalıdır. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Benim anlatmak istediğim anlaşılarak yapılmasıdır. Fatiha okunuyorsa en azından asgari olarak Fatiha öğrenilmelidir. Netice itibariyle önce anlamı öne almak gerekir sonra kalırsa mahreçler üzerinde duralım." ( 1. Kur'an Sempozyumu, H. Atay, sayfa 452 )

    Gerçekten, bu tavsiyeler, böylesi  önemli tembihler yerine getirilmiş olsa, yani Fatiha suresinin içerisindeki," ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz" cümlesi, cemaatlerimizin, gençlerimizin, hanımlarımızın belleklerine işlenmiş olsa idi, gidipte türbelere sırtlarını sürerek, onlardan yardım, himmet, şifa; oğluna iş, kızına baht dileğinde bulunurlar mıydı?  Üniversite sınavlarına katılacak gençlerimizin anneleri, babaları ve yakınları, çocuğun başarılı olması için , türbe kapıları aşındırmakta, iniltili seslerle türbelerden, yatırlardan yardım istemektedirler.

    Elbette, takdir edilecektir ki, tüm bu ve benzeri sapkınlıkların altında yatmakta olan etken, Kur'an'ı bilmemektir, Kur'an'ın ayetlerini anlamamaktır. Onun içindir ki, her zaman ifade ettiğimiz gibi, " Kur'an'dan niçin uzaklaşıldı?" sorusu kendiliğinden cevabını bulmuş olmaktadır. 

Örneğin; Mevlid dinleştirilmiş, dini hüviyet kazanmış ise, bu sapmadan herkes kendisini sorumlu hissetmelidir. İsterseniz, mevlid kitabında bulunan peygamberimizin (sav) doğum bahrini, Mi'raç bahrini bir tetkik ediniz, bir inceleyiniz. Neler, neler göreceksiniz.. Aman Ya Rabbi!.. Uydurma, abartı, neler, neler bulunmaktadır!..

    Netice olarak;

    Kur'an Müslümanlığını hakim kılıncaya kadar, bu tenden bu can çıkmadıkça anlatmaya, yazmaya, konuşmaya ve  korkusuzca hareket etmeye devam edeceğiz.. Çünkü, bu aziz millet, Kur'an'dan uzaklaştırıldı! Neden ve niçin? Çünkü, Kur'an'dan, onun yüce mesajlarından korkulmaktadır da onun için. Kur'an, her kesime , her kitleye, en ümmi cemaatten tutunda, en üstün bilgi sahibine kadar herkes, Kur'an'la hemdem olursa, imamlar, müftüler oligarşisisi sona erecektir. Herkes, her mümin, her Müslüman kürsüdeki konuşanı zorlayacak, mihrapta namaz kıldırmakta olan hocayı pelesenk döndürecektir.

    Çünkü, zamanımıza kadar, hep imamlar, mevlid okumakla, kırk yasin okumakla, 52 nci gece tertip etmekle zaman geçirdiler. Tabii ki, bundan da kârlı çıkanlar, ücret alanlar oldu, dinleyenler havasını aldılar. Ölü mezarlarına kopyacı telkin verenlerin işi bitecektir.  Ne zaman bitecektir? İnşaallah!.. Kur'an anlaşıldığı zamandır.

    Binaenaleyh, Kur'an'da, tüm bu saydıklarımızın hiç biri bulunmamaktadır. Kur'an'da bulunanlar, helal ve haramlar, evlilik, nikah, miras, vasiyet, boşanma, iman, ibadet, ilim, bilgi, ahlak, kıssalar, tebliğ, irşad, hüküm, hüküm çıkarma, vb. binlerce mesele bulunmaktadır.

    Rabbim!.. Kur'an'dan uzaklaşmayı değil de, ona yaklaşmayı, ondan kaçmamayı nasibi müyesser eylesin. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir / Hollanda   

islamda kuran anlayışı
Müslümanların Kafasındaki Kur'an Anlayışı
    " O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." ( Nahl sûresi, âyet 89 )
    Yazımızın başlığı ilginçtir değil mi? "Müslümanların kafasındaki Kuran anlayışı. Söz konusu mevzuyu iki dönem için araştırmak, incelemek durumundayım. Çünkü, aziz kitabımız Kur'an, saadet asrında vahyedildiği gibi yaşanmış, Emeviyye ile birlikte ise şirazesinden çıkarılarak, emirleri saptırılmış, böylesi saptırma, ters uygulama günümüze değin gittikçe yoğunlaşmıştır. Zaten, Kuran'ın emirleri uygulanmış, yaşanmış, evrenselliği korunmuş olsaydı, bu gün, beşeriyetin ekser kesimi Müslüman olmuş, batılın şerrinden, musibetinden korunmuş olurdu.

    Ama ne acı ki, uydurulan din ile indirilen dini  ayırt etmedeki yöntemimiz, indirilen dini ( Kur'an'ı ) ve uydurulan dini ( hadisleri, mezhepleri, şeyhleri )inceleyerek gerekli delilleri çıkartmaktır. Allah'ın istediği gibi aklı işletmek ve beyyine yani açık delil üzere olarak mevcut yapı değiştirilmelidir. Bunun aksi körü körüne taklit olur ki o da bizi karşı olduğumuz yapıyla aynı noktaya götürür.

    Uydurmaları açıklayıp dini Kur'an'ın denetimine teslim ederken, adeta putlaştırılmış, tartışılmaz  sanılan kişilerin hegemonyasından dini kurtarmak gerekir. Bu sağlanmadan Sünni ile Alevi, Şii ile Hanefi, Şafii ile Caferi kucaklaşamaz. Daha doğrusu herkes putlaştırdığı, tartışılmaz gördüğü insanlardan dinini kurtarıp, tek tartışılmaz olarak Kur'an'ı ilan edecektir ki herkes Sünniliğinden, Aleviliğinden, Şiiliğinden, Hanefiliğinden kurtulup bir tek Müslüman olabilsin." ( tevhidnesli[.]de )

    Evet, Asr-ı Saadet devrinde, Kur'ân İslâm'ının hakim kılmak için her sahabi, say'ü gayret gösteriyor, tüm cahili adetlerin, törelerin, geleneklerin, yaşam ve yaşantıların bitmesine, evlerin, sokakların, devletin, yasaların, Kur'an'a göre, Kur'an tarafından olması için, çaba sarfediliyordu. Onun içindir ki, kutlu döneme, kutlu insanlara sahabe, asr-ı saadet, altın dönem, gül devri , mutlu çağ denilmiştir. Sahabe-i Kiram, hakikat iklimine doğru kanat açmış, pervaz ediyordu. Uydurmadın, sahte tanrıların üzerine, küfür ve şirkin üzerine üzerine korkmadan, yılmadan, tedirginlik göstermeden gidiliyordu.

    Manzaraya bakınız ki, 23 yıllık gibi kısa bir sürede, arzedilen tablo gerçekleşmiş, insanlık arzu ettiği, rüyalarında tahayyül etmiş olduğu mutluluğu yakalamıştı. Kâbe'nin içerisi putlardan,  pisliklerden temizlenmiş, nefret uyandıran bir tarzda yapılan tavaflar bitmiş, Beytullah'ın tepesinde , Bilal-i Habeşi'nin yankılı  sesi duyuluyordu. " Allahü ekber, Allahü ekber" nidaları yankı yapıyordu.

    Onun içindir ki, " Hz. Peygamber'in sağlığında, ne siyasî ve itikadî mezheplerden, ne fıkhî-amelî mezheplerden söz edebiliriz. Mezhepler, Hz. Peygamber'in vefatından çok sonraları teşekkül etmeye başlamıştır. İlk ortaya çıkan mezhep, Hariciliktir. Daha sonra, Mürcie, Şia, Mutezile gibi itikadî yönü ağır basan mezhepler oluşmuştur.

    Fıkhî mezheplerin oluşumu ise, hicrî II. asra ve daha sonralara rastlamaktadır. Ehl-i Sünnet ise, Haricilik, Mürcie, Şia, Mutezile gibi büyük mezheplerin görüşlerini sistemleştirip, Müslümanların çoğunluğundan farklı olduklarına inanıp farklı oldukları hususları açıkça ortaya koymalarından sonra, geride kalan, ancak çoğunluğu teşkil eden Müslümanların ve düşüncelerinin sistemli  bir biçimde ifade edilmesi sonucu ortaya çıkmıştır.
    Bu haliyle Ehl-i Sünnet'in Haricilik, Şiilik gibi bir mezhep olarak telakki edilmesi, doğrusu biraz zor görünmektedir. Ehl-i Sünnet'in, bir anlamda Hz. Peygamber'in ilk vahyi almasıyla başlayan İslâm toplumunun oluşma süreci doğrultusunda, çeşitli yönlerden ana Bünye'yi temsil ettiğini söylemek mümkündür. ( 1. Kur'an Sempozyumu, H. Onat, sayfa 416 )
    Yani, bu gün yaşadığımız ortam , Emeviyye'den sonraya göre daha çarpık, daha nefret edilecek bir yaşam biçimidir. Mezhep uğruna intihar saldırılarının, hergün alabildiğince çoğalması, yüzlerce insanın körü körüne ölümleri, mescidlerin Sünnilik, Şiilik namına havaya uçurulması ,sanırım,  yaşanan bozuk düzen ortamı gözler önüne sermektedir. "Yani Sünni olanlar Ebu Hanife'yi, Şafii'yi, Malik'i, Hanbel'i kutsallaştırıp, din kurucusu haline getirmekten kaçınmalılar," Ebu Hanife'yi 99 defa Allah'ı rüyasında görecek kadar büyük insandı.." şeklinde hezeyanlardan kurtulmalılar.

    Bu arada bu mezhep imamlarıyla beraber Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud ve diğer hadisçiler de eserleriyle Kur'an'ın önünde oluşturdukları kalabalığa son vermeliler. Şiiler de bizim imamlarımız masumdur, onlar hiç hata yapmazlar deyip adeta imamlarına Peygamber'in ve Kur'an'ın vasıflarını veren hareketlerinden vazgeçmeliler, Kur'an dışında kaynak, Peygamber dışında din önderi tanımamalılar.
    Aleviler de kutsallaştırdıkları dedelerini değil, Kuran'ı dini kaynak olarak önlerine almalılar, Peygamber'in soyundan olmanın kimseye bir üstünlük getirmediğini bilmeliler." ( tevhidnesli[.]de)
    Netice olarak;

    Günümüz Müslümanları acilen, hem de acilen kafalarındaki Kur'an anlayışını değiştirip, asıl amacına yönelmelidirler. Bilhassa, mezar başlarından, kabristan kapılarından kurtarıp, ölüleri kurtarmaktan ziyade, dirileri kurtarma yoluna, yöntemine gidilmelidir.

    Elbette, ölmüşlerimizi, ruhlarını Allah'a teslim etmişlerimizi kat'iyyen unutmayacağız!.. Ama, onlara ücretli, pazarlıklı hatimler, mevlid merasimleri göndererek değil de, onların ruhları için, ruhlarını taziz etmek için, sadakalar vererek,  bol bol dualar ederek, Allah'tan mağfiret talep etmeliyiz.

    Diğer taraftan, bu gün sokaklarımız da, aileler kavgası yaşanırken, bizler, Kur'anî emirleri yaşama geçirme yerine, muska, büyü, sihir, fala bakma,  baktırma işlerine yönelirsek, bu saçma uygulamadan, Rabbimiz razı olmaz, Resulullah (sav) incinir, melekler de bizar kalırlar. Ayrıca,

     Resulullah (sav)'in güncel ibadetlerini az görerek, ibadetlerimize eklentiler yapılıyorsa, bu da doğru bir uslüp olmayacaktır. Hatta, sevap yerine, bilakis günah kazanılacaktır. Selam ve dua ile..


    Şerafettin Özdemir/ Hollanda

 İman, Bilgi ve Ahlak
" İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyle sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları , sonra yine hakkıyle sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyle sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde ( haram kılınmadan önce ) tattıklarından dolayı günah yoktur. ( önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır ). Allah  iyi ve güzel yapanları sever." ( Mâide sûresi, âyet 93 )
    Ayeti  kerime ve hadisi şerifler ışığında, " İman, bilgi ve ahlâk" başlıklı, önemli bir yazımla karşınızdayım. Çünkü, iman denilen mes'ele, kalpleri, yürekleri titretmiyorsa, yapılan ibadetlerde bir mutmainlik meydana getirmiyorsa, yapmış olduğumuz namaz, oruç, zekat ve hac vb. ibadetlerimizde nakısa, bir kuruluk, bir gevşeklik var demektir.

    Sahabe bildirisine göz gezdirdiğimiz vakit görürüz ki, onların hayatlarında hakikat iklimleri esmekte, rahmet rahmet sevinç yağmurları yağmaktaydı. Onların kutlu yürüyüşleri, aziz çabaları, kurak ve çorak Arabistan kumsalını sevince boğuyor, yer yer evlerde, Kur'ân sadaları semayı çınlatıyordu.  Onun içindir ki; " iman, kâinatta en büyük hakikattir. İslam'da her şeyden önce  iman gelir. İman, her Müslüman'ın öncelikle sahip olması gereken bir özelliktir. İman çok önemli olduğu için Kur'an'da Mekke döneminde inen âyetlere  baktığımızda tamamen inançla ilgili prensibleri açıkladığını görmekteyiz.

    Mekke döneminde hüküm âyetlerinin çok az olduğu, hükümle ilgili âyetlerin genellikle Medine'de inmeye başladığı görülmektedir. İnançla ilgili prensibler açıklanıp da insanların kafaları batıl inançlardan ve hurafelerden temizlendikten sonra Medine döneminde ibadetlerle ilgili âyetler inmeye başlamıştır." (kuranihayat[.]com)

    Gerçekten, 13 yıllık Mekke dönemine nazar atfettiğimiz zaman görmüş oluruz ki, Habbab bin Eret'in, Ammar bin Yasir'in, Bilali Habeşi'nin, Sümeyye annenin imanları uğruna cefa çektikleri, mihnete uğradıkları, kızın kumlara yatırıldıklarını, tertemiz, narin vücudlarının kargılandığı görülmektedir.

    Şöyle abdest aldıkları, bu kadar namaz kıldıkları, aylarca oruç tuttukları  hakkında her hangi bir ifadeye rast gelmek mümkün değildir. Lakin, onların arzuları, imanın baş tacı edilmesi, putçuluğun, şirkin, Allahsızlığın hüküm sürdüğü bir ortamın imana dönüşmüş olması idi..

    Hal böyle iken, günümüz ortamına göz gezdirdiğimiz zaman, ortalığı kasıp kavurmakta olan hurafe ve batıl inançların yayılma, neşvü nema bulmasının asıl saikleri, sebepleri kendiliğinden anlaşılacaktır!.. İman zaafiyeti, bilgisizlik ve ahlâksızlık..

    Bir tarafta yüce Kur'an, diğer tarafta mütevatir Nebevî haberler dururken, tüm bunlara rağmen hâlâ Müslümanlar falcılıkla, fala bakmakla, sihirle, büyü ile, rüya ile, muska yazdırmakla, cin kovalamakla , suya bakmakla , domuz nüshaları dizdirmekle meşgulsa, demek ki, imanlar zayıf, inançlarda bir eksiklik var demektir.

    Dolayısıyla, " Kur'an'ı Kerim'i incelediğimizde birçok âyette, iman ile salih amelin beraberce zikredilmekte olduğunu görmekteyiz. " İman ve salih amel " ( âmenû ve amilu's-salihat) ifadesi, Kur'an'ı Kerim'de 52 defa geçmektedir...

    ...açıkça görüldüğü üzere iman ile salih amel arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur'an'ı Kerim'in bir çok âyetinde iman ile salih amel yan yana zikredilmiş, müminlerin salih amelleri işleyerek maddî-manevî gelişmelerini sağlamaları ısrarla istenmiştir.

    Çünkü düşünce ve kalp alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman, meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü artırması salih amellerle mümkün olabilir. Ayrıca imanın olgunluğuna ermek, imanı üstün bir dereceye getirmek ve böyle iman sahiplerine Allah'ın vaat ettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için  de amel gereklidir.

    İnsan sadece inanılması gerekli şeyleri  tasdik eder, ameli umursamayan bir tavır sergileyip yasakları çiğnerse; dine, Allah'a ve Hz. Peygamber'e olan bağlılığı yavaş yavaş azalır, günün biinde kalbindeki iman ışığı da sönüp gider. O halde amelin, hem imanı güçlendirmede üstlendiği rol, hem de müminin cehennem azabından kurtularak ilahî nimetlere ulaşmasına aracı olması ve Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi çok büyüktür." (kuranihayat[.]com)

    Hal böyle iken; sokakta, çarşıda, kahvede, çay ocaklarında nice talihsiz, nice bahtsızlarla karşı karşıya geliriz. Adamın imanı zayıf olduğu için, kalbinde iman alameti, emaresi bulunmadığı için, " Allah'a küfreder, Kur'an'a hakaret eder, imanına, mezhebine küfreder" görürüz. 

    Aman Allah'ım!.. Nedir  bu rezalet, çirkinlik, edepsizlik ve hayasızlık?!.. Kudurmuş fil yavrusu gibi, kör Develer gibi oraya-buraya saldırmak, iman yurtları olması gereken anları, yerleri, neden zebaniler barınağı haline getirir ki?
Aziz peygamberimiz (sav), hadislerinde:
    " Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."  ( Mâlik b. Enes, el- Muvatta, Hüsnü'l-Huluk). Veya diğer bir hadislerinde: " Kim bir namaz kılar da, o namaz kendisini açık ve gizli kötülüklerden alıkoymazsa o namazın, o insana, kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir katkısı olmaz" buyurmuştur.
    Netice olarak;

    İman, bilgi ve ahlak mes'elesi üzerinde gerçekten durulması, düşünülmesi gereken bir mevzuudur. Çünkü, nice insanlarımız vardır, namaz kılarken, oruç tutarken, hacc esnasında gafil, sorumsuz ve biçaredir. Örneğin, namaz esnasında, ikide bir ağzını açıp açıp esnemesi, manevî bir sorumsuzluğun alametidir.

    Ama, nice kırık gönüllü müminler vardır ki, sanki " Allah'ı görüyormuşçasına"  ubudiyette bulunurlar. Toplum içerisinde nice Hak aşıkları mevcuttur ki, münkir bir dünya karşısında, kendini görevli hisseder, boşa yaratılmadığını anlar, kalbî mes'uliyetlerini  müdriktirler.

    Demek ki, imanın bilgi ile, bilginin ahlâkla hemdem olması için Kur'an'ın, Kur'anî bilgilerle mücehhez olunması gerekmektedir. Rabbimiz!.. Ümmeti Muhammed'i kalpsiz, hissiz, beyinsiz eylemesin. Kalbi imanla dolu, ahlakî  ilkeleri bayraklaştırmış kullarından eylesin! Âmin!.. Selâm ve duâ ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda

sami yusuf live feed philippines hope survives
   Sami Yusuf, Filipin'de geçtiğimiz aylarda meydana gelen Haiyan tayfunundan sonra oluşan felakete dikkat çekmek için Hope Survives adlı parçasını dinleyenlerine sundu. Geçtiğimiz yıl, Birleşmiş Milletler Gönüllüsü seçilen Sami Yusuf, Birleşmiş Milletler Gıda Programı işbirliğiyle başlattığı "Live Feed Philippines" adlı kampanyaya bu parçasıyla ilgi çekmeyi ve bağış toplamayı hedefliyor.

   Sami Yusuf'un başlattığı bu kampayaya destek olmak ve Filipinlerde zarar görmüş afetzedelere yardım etmek için, Birlemiş Milletler Dünya Gıda Programı resmi sitesini ziyaret edip bağışta bulunabilirsiniz.

Sami Yusuf - Hope Survives
Sami Yusuf Hope Survives parçasını bilgisayarınıza indirmek için aşağıdaki bağlantıdan "Click Here Download" yazısına tıkladıktan sonra e-mail adresinizi girmeniz yeterlidir. İndirme linki e-mail adresinize gönderilecektir.

islamda ictihad
 İslam'da İctihad Kapısı Kapanmamıştır !
    " Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar, halbuki onu, Resul'e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz." ( Nisâ sûresi, âyet 83 )    " Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun." ( Nahl sûresi, âyet 43 )

    İctihad kapısı niçin kapansın? Dip diri ruhlar halinde insanlar yaşıyorken, insan imanla, iman hayatla bütünleşmişken, kutlu bir yürüyüşü ve devamı olan ictihad kapısının kapalı oluşundan bahsetmek, bu hususta illada direnmek abesle iştiğaldir. Çünkü, "ictihad kapısı kapalıdır"  demek, düşünceye, düşünce dünyasına, Müslümanların zihin, idrak, izan ve dimağlarına, çalışma alanlarına pranga vurmak demektir. Bir kere, düşünmeyi, düşünceyi buz dolabına koyup dondurursanız, Müslümanların hayatları sona ermiş, nefes alıp vermeleri bitmiş , nihayete ulaşmıştır demektir.

    Nassların sübûtu veya delaleti zannî  olup, kesinlik ifade etmez veya âyet ve hadislerde çözümü bulunmayan meselelerle karşılaşırsa, reyle ( ictihad ) hareket edileceği, bizzat Rasulullah (sav) tarafından, Muâz bin Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken açıklanmıştır. Hz. Peygamber (sav), Muâz'a  Yemen'de ne ile hükmedeceğini sormuş; Muâz, " Allah'ın Kitabı ile" cevabını vermiştir. Hz. Peygamber (sav) " Allah'ın Kitabında bir hüküm bulamazsan?" buyurunca; " Rasulünün sünnetiyle" demiştir. "Onda da bulamazsan?" sorusuna ise Muaz, " Reyimle ictihad ederim" cevabını vermiştir.

   Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
    " Rasulünün elçisini , Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun." ( Tirmizi, Ahkâm 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Şafii , el- Ümm, VII, 273 )
    Demek ki;  hakkında " açık bir hüküm veya nass/ delil olmayan bir konuda, Kitap ve sünnetin genel hükümlerinden hareketle, Kitap ve sünnetin genel anlayışına  aykırı olmayan çözümler üretmektir. Nihai olarak varılan sonuç doğru da olabilir yanlışta. Ortada kesinlik ifade eden bir şey yoktur. Tüm içtihadlar o çalışmayı yapan âlimin kendisine göre en doğru  olduğunu zannettiği zannı galibidir. Bu durum tüm insanlar için böyledir. Ebu Hanife'nin şöyle dediği rivayet edilir:

    " Bu görüş Ebu Hanife Numan bin Sabitin en son ulaştığı içtihaddır. Benim görüşüm bana göre doğrudur yanlış olma ihtimaliyle beraber. Başkalarının görüşleri de bana göre yanlıştır doğru olma ihtimaliyle beraber. Dileyen alsın dileyen bıraksın " der. Bu insanlar hiç kimseyi kendi görüşlerini kabul etmeye mecbur etmemişlerdir. Onlar, yaşadıkları asrın insanının müşküllerini çözmeye çalışarak o günün fıkhını oluşturmuşlardır.

    Bizler de Allah'ın dinini yaşamak istiyorsak aynı şeyi yapmak zorundayız. Ebu Hanife mezarından kalkıp da bize fetva verecek değildir. Bu nedenle İslam ile hayatı bütünleştirmek ve ona göre yaşamak için problemlerimizi Kur'an ve sünnet ışığında ele alarak bu günün şartlarına göre çözüme kavuşturmak zorundayız. Bu gün yapılması gereken budur. Müçtehit âlimlerin yaptığı gibi . Bizler de yaşadığımız zamanın fıkhını oluşturmak zorundayız.

    Fıkıh din değil, dinden anlaşılan ve hayata aktarılandır. Bu nedenle yanlış anlama ve anlaşılma her zaman mümkün olmuştur. Dünün ve günün doğrularının Kur'an ile sağlamasının yapılması gerekir ki, yanlışların yanlışlığı doğruların da doğruluğu yeniden onaylanmış olsun." ( İktibasdergisi[.]com )

    Hal böyle iken, günümüz dünyasındaki problemler, içinden çıkılmayacak gibi görünen mes'eleler binlercedir, her zamanda alabildiğine birikmektedir. Durum böyle iken ne yapılması lazımdır? Ebu Hanife (ra) döneminde yaşamıyoruz ki, her fetvamızı, içinden çıkılmaz mes'elemizi ona götürelim de, o mübarek müçtehid bir kahve içimliğinde hallediversin.

    Evet, Ebu Hanife (ra) yok ise, onun bizlere bırakmış olduğu izden, çığırdan gitmekte olan yüzlerce, binlerce kariyer sahibi ilim ve Kur'an adamlarımız bulunmaktadır. Yeter ki, alınlar terlesin, çalışmalar yapılsın, çabalar gösterilsin. Yeter ki, Kur'an ve mütevatir sünnet takip edilsin. Maşallah!.. İlahiyat fakültelerimiz, din işleri yüksek kurulumuz, her an, her daim harıl harıl çalışmaktadırlar.

    Tabii ki, bu uğurda çalışma yapan veya yapacak hocalarımız bir kısım taklitçi, gelenekçi zihniyet tarafından tu-kaka dışlanacak, hücumlar yapılacak, zan altında, töhmet altında bırakılacaklardır. Çünkü, geçmişteki büyük müçtehitlerimize aynısını yapmışlardı, onlara da hücumlar edilmiş, olmadık iftiralar, haklarında zan ve uydurmalar ortamı kasıp kavuruyordu.

    Ama, buna rağmen, tüm cahili kesimlerin saldırılarına, hücumlarına binaen, onlar yılmadılar, ölümü göze aldılar, çalıştılar, çabaladılar ve sonunda, "mezhep kuruyoruz" da  demediler ama, bizlere, cilt cilt eserler bıraktılar. Hatta, zindanlara düştüler, aç bırakıldılar, kamçılandılar, tüm bunlara binaen, yılmadılar, hiç kimseye, hiç bir otoriteye " eyvallah" etmediler.

    Ahmed bin Hanbel böyle gitti, İmam Malik aynısını yaşadı, Ebu Hanife'de Hakk'a yürürken, pervasızdı. Evlad-ı Rasule yapılan çirkinlikler karşısında, onlara yapılan haksızlığı, zulmü, baskıyı sinelerine çekmediler. Haykırırcasına, sesleri çıktığı oranda, dünya makamlarını ters yüz ederek, kabullenmeyerek , ehl-i beytin  haklı olduklarını söylediler. Makamları cennet olsun.

    Netice olarak;

    Taklitçilikle dini emirler, Allah'ın emirleri yaşanmaz. Kur'an yerine, mütevatir sünnet yerine, bir takım hurafeleri din diye yaşamak, ümmeti mutlu etmeyecektir ve zaten etmemiştir.

    Çağıl çağıl akan ırmaklar misali, Kur'an'a hizmet eden kahramanlar ortaya çıkmalıdırlar. Hamdolsun, düne göre zamanımız, en verimli, en üretken çağını yaşamaktadır. Dünkü, mızraklı ilmihal bilgileri ile, Karadavut hikayeleri ile, Envarul Aşıkin mev'izeleri ile va'z verenler, bu gün nerdeyse "Kel Aynak kuşu"  misali kalmışlardır.

    Başkanlık, bir kaç yıl içerisinde, büyük bir reforma giderek, bünyesinde yetişen civan mertleri ile, Kur'an konuşup, Kur'an soluklayacaktır. Yeter ki, beşerî idrakimizi çalıştıralım, zaaf ve korkulardan uzak bir şekilde, karşımıza bin türlü engelde çıkmış olsa, mes'elelerimizi, problemlerimizi Kur'an'a götürelim.
 
    Donup kalmış bulunan, düşünce ve düşünce yapılarını buz dolabına hapseden, bir kısım zavallıları da uyaracağız. Onları taklitçilik girdabından, kaosundan kurtaracağız. Özlediğimiz, arzuladığımız selam yurduna doğru şehbal açıp uçmalıyız. Taklitçi bir topluluk olmaktan kurtulup, kutlu birer Kur'an erleri kitlesi olmalıyız. Rabbim!.. Arzuladığımız böylesi muştulu anları, zamanları lütfetsin! Her türlü taklitçilik zilletinden masun ve muhafaza eylesin!.. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda  

online kıble öğrenme
Kıble Yönünüzü Kolaylıkla Bulun !


Değerli İslam Ahengi okuyucuları. Bildiğiniz üzere kıble yönü bulma çoğu müslüman için bazen sıkıntılı olup, hatta bazen haberlerde gördüğünüz, camii inşaatlarında bile yapılan kıble yönü tespiti yanlışıyla, cemaatine büyük bir zorluk yaratmaktadır. İşte bu gibi durumlardan muzdarip müslümanlar için aşağıdaki haritada kıble yönünüzü bulmak artık çok kolay. Yapmanız gereken tek şey, aşağıdaki haritanın üzerindeki "Konumunuzu Girin" bölümüne oturduğunuz yerin adresini (sokak adı, mahalle adı, ilçe veya il adı) yazmak. Ardından oluşacak kırmızı çizgi size bulunduğunuz yerin kıble yönünü göstercektir. İslam Ahengi farkıyla kıble yönünüzü kolaylıkla bulduracak programa aşağıdan ulaşabilirsiniz.




modern islami ilham
Modern Dünyada İslam Vahyi !
     " Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir." ( Şûrâ sûresi, âyet 51 ) 
    Ayeti kerimeye göre, vahyin geliş şekillerinin belirtildiği bu ayete göre vahiy, kalbe ilham veya Cenab-ı Hakk'ı görmeksizin perde arkasından konuşma ya da vahiy meleği ( Cebrail )  aracılığıyla kelam işitmek suretiyle de gerçekleşmektedir. Bilindiği üzere, insanlar 21. asırda, modern çağda da yaşamış olsalar, bundan sonra da daha ileri ilerlemelere imza atılmış olsa da, bir Allah'a inanma, ona kulluk yapmak zorundadırlar. Çünkü, Allah'a ubudiyette bulunmayan kitlelere bakıyoruz da bir çetrefilin, bir ızdırabın, bir boşluğun içerisinde mahvı perişan bir şekilde, kör-topal yaşayıp gitmektedirler.

    Ama, Allah'a inanan, hakkıyla ona kulluk yapanlar öyle değildir. Gönülleri açık, kalpleri mutmain, zihinleri berrak, evleri huzurlu, ailevi münasebetleri dengeli, düzenli bir şekilde yaşayıp gitmektedirler. Bir Allah'a ( Tevhide ) inanmış beşeriyet, her alanda, işinde, gücünde, yolunda, yönteminde, metodunda başarının üstündedirler.

    Çünkü; yukarı da arzettiğim gibi, insanlık, hangi dünyada, hangi çağda yaşarsa yaşasın " .. vahiysiz bir aydınlanmanın mümkün olup olmadığı bir yana, mümkün olsa bile, bunun İslami olma vasfını elde edip edilemeyeceği tartışılmalı. Bu yüzden Kur'an, vahyin amacını " İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarma."olarak ortaya koyar."

    Diğer bir ifadeyle " Vahyin iddiasını ispat ettiği ilk muhatap Resulullahtır. Resulullahın şahsında gerçekleşen  ilahi inşa, nasıl bir zeminde gerçekleşmiştir? Bu sorunun cevabını ararken, vahyin, ilk muhatabının tasavvurunu inşa etmenin yanında, onu tanıttığına da şahit oluyoruz." ( mustafaislamoğlu[.]com)

    Bu noktadan hareket edecek olursak, şunu demek zorundayız. Asr-ı Saadet döneminde vahyin inşa ve ihya etmiş olduğu insanlık, cahillikten, cehaletten, şirkten kurtulan beşeriyet, nasıl saadete ermişse, günümüz dünyasında da, şartlar, zaman, zemin ne kadar değişirse değişsin, vahiy, aynı şekilde inşa etmeye, ihya etmeye muktedirdir.

    Yeter ki, insanlar,  vahyi doğrular ışığında aklını çalıştırsınlar, düşünce, tefekkür, tedebbür durumlarını vahye yöneltsinler, onun nurlu hüzmeleri arasında dolaşsınlar ve hayatlarında uygulasınlar.
    " Şibli Şümeyyil ( ö.1917 ) adlı ünlü bir Arap doktor, Reşid Rıza'ya yazdığı mektupta " Allah'a ve vahye inanmayan, Onu peygamber olarak tanımayan biri olarak bana göre, Muhammed, senin Onu Allah Resulü olarak gördüğünden daha büyüktür." ( yeniümit[.]com/A. Tekineş)
    Vahyin göstermiş olduğu hedefler, bir bir gerçekleşirse, görülecektir ki, insanlar huzur bulacak, rahat ve saadete erecektir. Yeter ki, onu anlayıp okumalı, bilinç ve bilgi sahibi olunmalıdır. Yani, vahyi, Allah'ın ve  Resulullah'ın bir teberrükü gibi idrak edip düşünmek, çok yanlış bir düşünce olup, bir faydası da dokunmayacaktır. Onun içindir ki, şu alıntımız, mes'eleyi detaylı şekilde aydınlığa kavuşturacaktır:
    ".. Kur'an'a gidelim. Kur'an'a gitmezsek ne olur? Kur'an'a gitmezsek ne olacağını da bize Kur'an göstermiştir. Bizim Kur'an'ın bu sorulara getirdiği cevaptan bile haberimiz yok. Çünkü hiç okumuyoruz. '
 Kur'an'a gitmezsek ne olurun cevabı var Kur'an'da. Onu bir anlasak yerimizden kalkmaya başlayacağız. Ne olur? Eski dinleri gösteriyor. Ne olacak efendim işte Hristiyanlığa bakın, en yakını odur. En çok ondan örnek veriyor. Ne olacağını, gösteriyor orada. Ne olacak? Din ya konsüllerin ya da reformatörlerin ikisi de dinin başına beladır- tasarrufuna girecek ve tevhidi şirke götürecek.

    Şimdi biz son derece şeytanî bir tuzakla karşılaştık, uzun zamandan beri. Biz bütün hayatımızda 'Dini Kur'an'a teslim edelim, reform kargalarına söz hakkı kalmasın' dedikçe, ' Kur'an'a gidelim' dedikçe, ' bunlar reform yapacak' diye şeytan uşağı gibi etrafta fesad yaydılar.  Bizim hayatımız bununla mücadeleyle geçiyor.

   Yani Müslümanın başına şeytanın iki kolundan kaynaklanan, iki başlı bir oyun tezgahladılar. Birisi hurafeyi din zanneden, Kur'an'ı dinin  dışına çekerek boğmak isteyen din yobazlarından geliyor. Biz ' dini hurafeden temizliyelim' dedikçe, ' bunlar reform yapacak' diyordu. Reformu sen yaptın da Allah'ın dinini bu hale getirdin. Şimdi onu temizliyelim, Allah'ın kitabı temizlensin! Bütün söylediğimiz bu." ( 1. Kur'an Sempozyumu, Y. N. Öztürk, sayfa 410 )

    Vahyin içerisinden, bid'at ve hurafeleri temizlemek ayrı, reform denilen rezilete tenezzül etmek ayrı ayrı  hususlardır. Tabii ki, bir kısım, mutaassıp, bağnaz, hurafeci kesim, uydurukça şeylerin üzerine ne kadar gidilirse gidilsin, bunu tersine çevirip, reformdan bahsedecektir. Çünkü, çıkarlarına, dünyevi menfaatlerine ters düştüğü içindir.

    Netice olarak;

    " Hz. Peygamber'in ahlaki niteliklerine ve dehasına inanan inanmayan bir çok araştırmacı, temas etmiştir. Ancak vahiyle irtibatı ve metafizik yönü sürekli ihmal edilmiştir. Halbuki klasik İslimi kaynaklarda " Peygamberler, üstün akıl bir akıl gücüne ve mükemmel bir ahlaka sahiptirler. Hatadan korunmuşlardır, fiilleri vahiy kaynaklıdır." şeklinde anlatılır.

    Üstün bir akıl gücü, güzel ahlak, doğruluk ve insanlarda güven uyandıran kişiliği Hz. Peygamber'in Cahiliye Dönemin'de de bilinen insanların takdir ettikleri nitelikleridir. Onun nübüvveti, anılan özelliklerinin yanında gayb alemiyle  olan irtibatı ile mümkün olmuştur. Onun peygamberliği, İlahî vahiyle irtibatı ve korunmuşluğu ( ismet ) olmaksızın, tamamlanmış olmaz.

    Dolayısıyla Onun gerçek mahiyetinin manevi ve kudsi nitelikleri bir tarafa bırakılarak yalnızca  dünyevi özellikleri üzerinde durularak anlaşılması mümkün değildir. Zira Schoon'un da ifade ettiği gibi " Hz. Muhammed, asla kuşku duyulamayacak beşeri dehasından dolayı değil, özü itibarıyla İlahî bir sonuç peygamberlik vazifesi ile görevlendirilmiştir." ( yeniümit[.]com ) Dolayısıyla;

    Günün Müslümanları, vahyin ışığında, inkılap insanı olmalıdır. Vahyi kendi çağlarında yaşadıkları gibi, çağlar ötesine berrak, arı-duru bir şekilde, insanlığı mutmain edecek şekilde ileriye taşımalıdır. Aksi halde, geleneğin içerisinde boğulup kalmak, bir fikir kısırlığıdır. Beyinsizliktir, vahye karşı kalpsizliktir. Rabbim!.. Ümmete bu uğurda şuur ve idrak lütfetsin!.. Derin uykulardan uyandırsın!.. Âmin.. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda

kuran tesbih resmi
Kuran'ın Hükümleri Kıyamete Kadar Geçerlidir - 7
    " Onlara: Allah'ın indirdiğine ( Kitab'a ) ve Resul'e gelin ( onlara baş vuralım ), denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün." ( Nisâ sûresi, âyet 61 )
    Batılı düşünürlerin sözleriyle bir mevzuya başlamak moda olduğu için, ben de bu günkü yazıma, batılı bir mütefekkir olan Fransız filozoflarından Alexis Louvasonne'nin , peygamberimiz (sav) ve Kur'an hakkındaki bir sözüyle başlamak istiyorum: Der ki: " İnsanlığın hidayeti için Hz. Muhammed'e vahyolunan Kur'ân, hikmetle dolu parlak bir eserdir. Hz. Muhammed'in hakikî bir peygamber ve âlemin mkadderatına hâkim Yüce Varlığın gönderdiği gerçek bir peygamber olduğunda şek ve şüphe yoktur.

    Hz. Muhammed cihana öyle bir kitap bırakmıştır ki, bir nâdire-i belagat, bir mecelle-i ahlâk ve bir kitab-ı mukaddestir.

Yeni fennî keşifler yahut ilim ve irfanın yardımıyla hallonunan veya halline uğraşılan meseleler arasında bir mesele yoktur ki, İslâmiyetin esaslarıyla çelişsin! Bizim Hristiyanların Hristiyanlığını tabii kanunlarla bağdaştırmak için harcadığımız  çalışmalara mukabil, Kur'ân ve talimatlarıyla tabiî kanunlar arasında tam bir ahenk görülmektedir." ( Alexis Louvasonne)

    Bir batı ülkesinde yaşadığım için, zaman zaman, tanış Kilise görevlisi dostlarımla, bir kısım aydınlarla, entelektüel insanlarla din-iman üzerine fikir teatimiz  olmaktadır. Emin olun ki, bu insanlar, Kur'an'a hasret, imana hasret kalmış insanlardır. Çünkü; Batı ülkeleri evlerinde, fertlerinde maneviyat, uhrevi düşünceler bulunmamaktadır. Bir Allah'ı inkar, yeniden dirilmeyi kabul etmeme, sekülerizm denilen illet, herkesin beyin hücrelerinin her tarafına, dimağlarına kadar yerleşmiş fikirlerdir.

    Sadece düşündükleri, yaşadıkları bir kaç günlük, haftalık eylem bulunmamaktadır. Ye, iç, sarhoş ol, evlen, cinsel ihtiyaçlarını tatmin eyle, tatil yap, iyi arabaya binmekten başka bir husus yoktur. Ama, ne zaman ki, bir düşünürle, bir din adamı ile karşılaştıkları zaman, akıl ve mantıkları ikna edilirse, konuştukları insanı bir daha unutmaları, geri plana itmeleri mümkün değildir.

    Zaten, Hristiyan dünyası, Kur'an'ın önünü açmış olsalar, vallahi, hangi kesim insan olurlarsa olsunlar, Kur'an'ın  emirleri karşısında pes edip, teslim olduk diyeceklerdir. Ama, ne yazık ki, Hristiyan alemi, bu imkanı Müslüman aydınlara vermemektedir.  Onun içindir ki;

Şu alıntımız, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğunu izah etmekte, açıklamakta ve bizlere bilgi sunmaktadır:
    " Kur'an İslâm'ı evrenseldir; bütün zamanların ve mekânların dinidir. İslâm'ın bu özelliği, onun her zaman diliminde, çağın getirdiği birikimden de yararlanılmak suretiyle yeniden anlaşılmasını ve yorumlanmasını bir anlamda zorunlu hale getirmektedir.
    Ne var ki bu her zaman böyle olmamıştır. Müslümanlar, özellikle hicrî III. asırdan sonra, ' ictihad kapısının kapandığı ' ya da ' ictihad yapacak ehil kimselerin bulunmadığı' şeklinde birtakım İslâm'ın özü ile bağdaşmayan görüşlerin arkasına sığınarak, İslâm'ın evrenselliğine zarar veren anlayış biçimlerinin içine düşmüşler ve belli bir zaman diliminde oluşan anlayış biçimini evrenselleştirerek daha sonraki asırlara taşıma yoluna gitmişlerdir.
    Böylece İslâm, anlayış planında, kısmen de olsa dondurulmuş olmaktadır. İslâm'ın belli bir zaman diliminin özelliklerine göre şekillenmiş olan anlaşılma biçimi, sadece o dönem insanını mutlu kılabilir. Bunu diğer asırlara taşımak, ister istemez, dinin özü ile bağdaşmayan çarpık oluşumlara yol açmaktadır. Çünkü, dondurulmuş olan anlayış biçimi, sosyal değişme olgusu ile izah edilebilecek yeni oluşumlar karşısında yetersiz kalmak durumundadır." ( 1. Kur'ân Sempozyumu, H. Onat, sayfa 426 ) 
   Bazı zamanlar düşünmeden edemiyorum. Niçin Müslüman bilginler yüce Kur'an'a dalıp, imbikten geçirip, emirlerini, hükümlerini, helallerini, nehiylerini, günümüze ictihad yaparak taşımıyorlar diye? Emin olun ki, günümüz dünyasın da olup da, bundan 1200-1000 yıl önceki devirler de olmayan bir görüş, bir soru, bir fikir, bir olgu karşımıza çıkmaktadır. Ne yapalım bu yeni mes'eleler karşısında? Elbette ki, bu yeni mes'eleler, mezhep imamları devrinde yoktu, sahabe devrinde bulunmamakta idi, Resulullah (sav)'in ağzından bu hususta bir mütevatir hadiste bulunmamaktadır. Peki, bizler ne yapalım? Elbette ki, yüce Kur'an karşımızda, sanki, yeniden nazil oluyormuş gibi durmaktadır. Hemen, besmele çekip ona koşmalıyız, onun ilelebet emirlerini inceleyip, bir hüküm, bir fetva bulabilmeliyiz.

    Aksi halde, hayat yaşanmaz olur, zor problemler karşısında ellerimizi oğuşturmaktan başka bir şey yapamayız. O zaman ne olur? İşte, o zaman, fikirler, düşünceler, zihin ve hafızalar durmuş, buz dolabına konulmuş olur. Tabii ki, bundan da, bu tembellikten de Müslümanlar zarar görür, Kur'an'ın yüce hükümleri işlevsiz kalır!..

    Netice olarak; 

    Kur'an'ın hükümlerinin kıyamete kadar geçerli olması için, kolları sıvayıp, alınların, beyin ve dimağların çalışması, zorlanması gerekmektedir. Yoksa, büyük mazinin, Asr-ı Saadet altın devrinin nesilleri olarak,  imanın gücünü, aşkın gücü  ile sentez yapamazsak, Kur'an'ın takva ölçüsünü referans alarak yarınlara, yeni ufuklara koşmassak, yarın ki nesiller, evlatlarımız bize kahrederler, onlara rehberlik, liderlik, kılavuzluk yapamadığımız için, bizlere beddua üstüne beddua edeceklerdir.
     Onun içindir ki, hayat devam ettiğine göre, nefeslerimiz çalıştığına binaen, Allah'a doğru koşmalıyız. Kutlu bir topluluk olarak, 21 nci asrın Müslümanları olarak, iman dolu göğsümüzle, dip diri ruhlar olarak, yarınları fethetmeye, geleceği " İslâm Asrı" yapmaya koşmalıyız.
    Vehimlerin, şüphe ve tereddütlerin esiri olmadan, acabalardan kurtulup Kur'an'a koşmalıyız. Çünkü, insanlık bunu istemektedir, çağımız buna hasrettir. Rabbimiz!.. Böylesi kutlu bir yolculukta bizlerin, yâr ve yardımcısı olsun. Selâm ve dua ile..
    Şerafettin Özdemir/ Hollanda

islam ahengi google blog
Kuran'ın Hükümleri Kıyamete Kadar Geçerlidir - 6
    " ( Yahudiler ) Allah'ı bırakıp bilginlerini ( hahamlarını ); ( hristiyanlar ) da rahiplerini ve Meryemoğlu Mesîh'i ( İsa'yı ) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır. " ( Tevbe sûresi, âyet 31 )
    Zikredilen âyeti kerime'ye göre, Yahudilerin Mukaddes Kitaplarını taşıyan sandık birkaç kez düşmanlarının eline geçmiş, Mukaddes Kitap saldırıya uğramış ve bizzat Hz. Musa'ya verilen levhalar kaybolmuştur.

  Yahudi din adamları hâfızalarında kalan bazı âyetleri parça parça yazmışlardı. Babil esaretinde iyi bir yazıcı olan kâhin  Ezrâ, şifahi ve kısmen yazılı olan rivayetleri bir araya toplayıp yahudi mukaddes kitabını meydana çıkarmıştı. Bu hizmetinden dolayı Ezrâ, İsrailoğullarının saygısını kazanmış, bu saygı zamanla o kadar aşırı bir noktaya varmış ki yahudiler, Ezrâ'yı Allah'ın oğlu saymışlardır.

    Aziz kitabımız, yüce Kur'an'da zikredilen kıssalar, tüm bunları bizlere anlatmakta, izah etmektedir. Söz konusu kıssalara bizler, bir hikaye gözüyle, öykü nazarıyla bakmamalıyız. Okuduğumuz kıssalardan, ibret almalı, hayatımızda örneklendirmeliyiz. Onun içindir ki; Hindli bilginlerden Süleyman Nedvî şöyle der:
" Tevrat bir şeriat kitabıdır. Ahlâk ve mev'izaları muhtevî değildir. İncil ahlâk ve mev'izalarla doludur, fakat içinde şeriattan eser yoktur. Zebur kalbi münacatlardan, ilahilerden, dualardan mürekkeptir, fakat diğer sıfatları haiz değildir.

    Hz. Mesih'in İncil'i, güzel hutbeleri muhtevi olmakla beraber, insanları derin derin düşündürecek, insanların fikir ve nazarlarını açacak ufuklardan mahrumdur. Benî İsraillerin kitapları birçok itibarlarla doludur, fakat onlarda hikmetin incelikleri, imanın sırları görülmez. Dünyada ancak ilahî bir kitap vardır ki; şeriat, ahlâk ve mev'izalarla, dua ve münacat ile doludur ve  bütün eski kitaplarını faziletlerini fazlasıyla toplamıştır. Hitabelerin en kuvvetlisi, fikir ve nazarı açacak ufukların en genişi, inceliklerin ve hikmetin, iman ve amelin sırlarının hepsi bu kitabın içindedir.

    Sonra, öteki semavî kitabların hepsi tahrif ve tağyire, çeşitli tercümelerle tebdile uğradığı halde; her türlü tahriften mahfuz ve masun kalan ve vah yolunduğu asıl lisan ile elde bulunan yegâne ilâhî kitab Kur'ân'dır. Bu kitabın hiçbir ayeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası değişmemiştir. Bu kitap, bu suretle, bekâsını kâtiplerin kalemlerine de medyun değildir. Çünkü, bu kitap her devirde yüz binlerce mü'minin kalbinde, hafızasında men kuştur.  Kur'ân, dünyanın her tarafında aynı harfler, aynı harekelerle; bizzat Peygamber (as) tarafından okunduğu gibi, bizzat Hz. Cibril (as) tarafından vahyolunduğu gibi okunmaktadır. Diğer semâvî kitaplar hiçbir veçhile Kur'an'ı Kerîmle kabili kıyas değildirler. Çünkü, diğer kitaplar mânâ itibarıyla vahyi ilâhî olduğu halde, Kur'ân hem lafzı, hem mânâsı cihetiyle vahyi Rabbânîdir. Halbuki, Tevrat'ın ve İncil'in vahyolundukları diller, ölü diller sırasına geçmiş bulunuyor. Çünkü, Tevrat'ın aslî dili olan İbrânice, Buhtunnassar'ın ateşleriyle yok olmuş ve Arâmî ile Süryânî dillerine tahavvül etmişti. Birkaç asır sonra, Hz. Üzeyr, İbrânice'yi ihyaya teşebbüs etmişti.

   İncil'e gelince; bugüne kadar onun hangi dille vahyolunduğu ve ilk önce hangi dille yazıldığı malûm değildir. Hali hazırda elde bulunan en eski İncil nüshası Yunanca ile yazılmıştır. Hz. İsa (as)'ın zamanında Filistin'de konuşulan dilin Yunanca olduğu muhakkak değildir. Kur'ân'ı Kerim'e gelince; bu kitap lafzen ve ma'nen nazil olduğu dil ile mahfuz olan yegâne kitapdır."( resulullâh[.]org ) Böylesi,  güzel bir alıntımızda ifade edildiği gibi, işte, yüce kitabımız Kur'an'ı Kerim budur. 15 asırdır insanı, insanlığı, aşka susamışları, Tevhide gönül vermişleri sulamakta, sulamaya devam etmektedir. Yeter ki, istek sahipleri, iştiyakı olanlar, ona koşsunlar, ona yol bulsunlar, onun yüce hükümleri ile hemdem olabilsinler.

    Diğer taraftan, Kur'an'a, sadece Müslümanlar muhtaç değildir. Tüm insanlık muhtaçtır. Çünkü, onun nüzulü Afrika'yı da, Asya'yı da, Avrupa'yı da, Amerika'yı da, Avustralya'yı da kapsamaktadır. Nerede bir akleden, düşünen insan varsa onları da bünyesine almakta, bünyesinde onun insan oluşunu , düşünce sahibi oluşunu vurgulamaktadır.

   Bilindiği gibi Kur'an'ı Kerim bir defada değil peyderpey indirilmiştir. Peyderpey indirilmiş olması Kur'an'ın sağlıklı bir şekilde anlaşılması ve pratik hayata sağlam bir şekilde aktarılmasıyla da yakından ilgilidir. Peyderpey indirilen ayet grupları, Müslüman toplumun gelişimi ve sorunlarıyla paralel yürümüştür. Ortaya çıkan problemler tedricî olarak indirilen ayetlerle çözüme bağlanmış, toplumun hata ve yanlışları bu ayetlerle düzeltilmiştir. Böylece toplum itikat, ibadet, ahlak ve sosyal kurumların diğer alanlarında tedricî olarak eğitilmiştir.

    Kur'an'ın peyderpey indirilmesi, ortaya çıkan problemlerin yeni indirilen ayetlerle çözümlenmesi, toplum ile Kur'an arasında canlı ve dinamik bir iletişimin kurulmasını sağlamış, Müslümanlar Kur'an'ı kucaklamış ve âdeta onunla bütünleşmişlerdi. İndirilen her ayet grubu vahiy katipleri tarafından yazılıyor ve ashabın birçoğu tarafından ezberleniyordu. Peygamber (as) onları vahiy katiplerine yazdırdıktan sonra şifahî olarak da topluma tebliğ ediyor ve namazlarda onları okuyordu.

    Kur'ân'ın okunması, namazlarla da sınırlı değildir. Mescidlerde ve değişik vesilerle yapılan toplantılarda okunduğu gibi fertler de vakitlerinin bir kısmını Kur'an okumakla geçiriyorlardı. Kur'ân okumak, onu öğrenip öğretmek önemli bir ibadet olarak telakki ediliyordu. Nitekim Peygamber (sa) ' Sizin en hayırlınız, Kur'an'ı öğrenip öğretendir.' buyurmaktadır." ( 1. Kur'an Sempozyumu, M. S. Şimşek, sayfa 395-396)

    Sonuç olarak;

    21. asrın Müslümanları, hiç vakit kaybetmeden, an bu an diyerek Kuran'a yönelmeli, onu  çok çok  okumalı, anlamalı ve güncel hayatlarında tatbik etmelidirler. Çünkü, çağımız, bunu istemekte, bireyler buna muhtaç, evlerimiz, sokaklarımız bu hususu can-i gönülden arzu etmektedir. Hakikaten, şöyle bir çevremize nazar ettiğimiz zaman, görüyoruz ki, çevremiz kir, pis, lağım sularının altında kalmışcasına bir manzara seyir etmektedir.

   Evlerde huzur yok, alış-verişlerde huzur yok, dairelerde bir bedbinlik mevcuttur. Niçin ve neden ? Camilerimizde de, cumalarımızda da, Kuran'ın istemiş olduğu eylemi bulmuş, bahtiyarlığa ermiş değiliz. Niçin? Çünkü, Kuran'ın yansımamasıdır. Hükümlerinin, emirlerinin yaşanmamasıdır. Rabbim ! Arzu edilen o anları göstersin ! Neslimizi, gençliğimizi  onunla haşir ve neşir eylesin. Âmin!.. Selam ve dua ile..

   Şerafettin Özdemir/ Hollanda 

Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *