Nisan 2015

patron, işçi, namaz, islam, işveren
Babamın yıllar öncesinden anlattığı bir anı geldi aklıma… O zamanlar çocuktum. Babam Almanya'da büyük bir fabrikada çalışıyordu. İş esnasında namaz kılar daha sonra da çalışmadığı süreleri fabrikadan geç çıkarak telafi edermiş.

 İşçilerden bazıları babamı şikayet etmişler… İş yeri sahibi: madem dininiz icabı namaz kılmak zorundasınız neden diğer işçiler namaz kılmıyorlar? Demiş... Babam da ona; her Hristiyan kilise ye gitmiyor değil mi? İsterseniz müftülüğe sorun demiş. Müftülüğü aramışlar. Müftü, Savaşta dahi olsa namazın kılınması gerektiğinden bahsetmiş… İş yeri sahibi babamın namaz için kararlığını bundan böyle çift maaş ve haftada bir gün ekstradan izin vererek ödüllendirmiş… Bunu duyan diğer işçiler namaz kılmak isteseler de izin verilmemiş…

Bazı iş yeri sahipleri namaz kılan eleman tercih ederler… Kazançlarının namaz kılanlara gitmesini, onlara destek olunmasını isterler… O iş yerindeki namaz kılmayan herhangi bir ele man şöyle düşünebilir:

_ 'Benim namaz kılmamamı patron hoş karşılamayabilir… En azından onun yanında namaz kılayım...' Burada rızık endişesi ve patronu razı etme durumu vardır… Namaz kılmamaktan daha tehlikeli bir durum… Şirk durumundan bahsediyorum… Patronun gözüne girmek için kılınan namaz tat vermeyecektir kuşkusuz… Ödülü insanlardan beklenen bir amelin ahiretteki karşılığı yaman olur… Patronun gözüne girmek için namaz kılan bir insan işten atıldığı gün namazı terk eder… Haliyle de Allah’ın rızasını kazanmak için namaz kılamayacağını düşünür…
Patronun gözüne girmek için namaz kılanlara  tavsiyem:

1- Unutmayın ki patronunuza da, size de Allah rızık veriyor…

2- İşe girerken patronunuzla açık açık konuşun… Namaz kılmadığınızı ve kılma sözü de vermediğinizi açıkça söyleyin… Böylelikle muhtemel bir şirke düşme durumundan kurtulmuş olursunuz…

3- Patronunuz ve diğer çalışanlar namazdayken onların niçin namaz kıldıklarını düşünün.

4- Namaz kılmadığınız an Allah'a ihtiyacınızın olmadığını! (hâşâ!) düşünün… Bu düşünce sizi sıkıntıya ve Allah'a karşı mahcup bir duruma sokacaktır…

5- Onlar namazdayken imkân dâhilinde onların namazlarını izleyin… Hayatlarından, onurlarından, kişiliklerinden neler kazanıyorlar / kaybediyorlar… Ki kaybetmediklerini göreceksin…

müslüman eş namaz
Eş baskısıyla kılınan namaz bir üst başlıkta açıklamaya çalıştığımız gibi Allah'ın razı olmadığı namazlardan biridir… Daha çok bayanların eşleri tarafından namaz için tehdit edildikleri görülür… Bir bayanın namaz kılmaması eşini üzer kuşkusuz… Namaz kılan bir eş şu psikolojidedir:
 'Allah'ın sevmediği, değer vermediği bir insana ben ne diye değer vereyim! Ben ailemden sorumluyum. Yarın bana sorulur. Namaz kılmayan bir insan diğer ibadetlerinde de tavizler verecektir kuşkusuz… Ailedeki diğer fertler üzerinde de olumsuz tesir yapacağından oldukça sıkıntılı günler geçecektir…

Namaz kılmayan bir eş evde gizli bir düşman olarak görülür. Bir an önce namaza başlaması istenir. Niçin namaz kılmadığı araştırılmadan, tatlı bir dille ikna edilmeye çalışmadan, ailenin diğer fertlerinden destek talebinde bulunmadan, namaz kılanların ve kılmayanların Allah katındaki konumları anlatmadan hemen namaz kılması istenir…

Eşinin hatırı için namaz kılmaya başlayan bir insan ikilem ara sında kalacaktır… Eş baskısı sonucu kılınan namaz sıkıntı vereceğinden her iki tarafın da rızası kazanılamamış olacaktır… Geçenlerde Diyarbakır'dan bir okuyucu aradı:

_ Feyzullah abi eşim namaz kılmıyor. Bu beni çok üzüyor… Ne yapmamı tavsiye edersiniz? Dedi.

Aramızda şu konuşma geçti;

> _ Evlendiğinizde namaz kılıyor muydunuz? 
_ Hayır, abi ikimiz de kılmıyorduk.
_ Eşiniz sizi seviyor mu? 
_ Seviyor abi…
_ İşin kolay o zaman… 
_ Nasıl abi? 
_ Ona Allahın vermiş olduğu ikramlardan bahset. Eşinin Allah'a karşı mahcup olmasını sağla… Ve bir süre sabret… Namazla Allah'a teşekkür edilmesinden bahset… Birkaç tavsiyede bulunduktan sonra telefonu kapadık…

Baskı sonucu namaz kılan bir insan ilerisi için ümitsiz olur… Hiçbir zaman gönülden namaz kılamayacağı kanaatine varır… Şöyle birkaç misal verelim… Herhangi bir yörenin en meşhur yemeğinin hazır olduğu bir sofraya davet ediliyorsunuz… Ama karnınız tıka basa dolu… Yoğun bir ısrar sonucu sofraya oturup birkaç kaşık alıyorsunuz… Sofraya aç oturan bir insanın alacağı lezzeti almanız imkânsızdır… Söz konusu olan yemek sizin için oldukça sıradan bir yemek türü olarak kalacak hafızalarınızda…

Namaz böyledir… Üşenerek kılınan namaz ciddi bir yorgunluk ve sıkıntı verir… Hayatı çekilmez kılar… İlerisi için ümitsizlik baş gösterir ve devam edeceğimi zannetmiyorum diyerek bırakılır… Eşi tarafından baskı altında olanlara şunları tavsiye ederim:

1- Eşinizden zaman isteyin
2- Niçin namaz kılmanız gerektiğini iyi araştırın
3- Namaz kılanlarla beraber olun bir süre
4- Kendi cennetinizi düşünün
5- Eşinize karşı cephe almayın

aile baskısı
Bu konuyu iki alt başlıkta inceleyelim; Birincisi gelenekten dolayı kılınan namaz, ikincisi Anne-Baba baskısından dolayı yada aile baskısından dolayı kılınan namaz;

1- Gelenekten dolayı kılınan namaz 


Gelenekten dolayı namaz kılanları toplumumuzun hemen he men her kesiminde görmek mümkün… Anne ve babalarından gördükleri için namaz kılarlar… Buna hedefi olmayan na maz da diyebiliriz… Gelenek icabı kılınan namazların terki kolay olur… Ailede baskın olan kişilerin ölümü ya da benzer durumlarda gelenekte çözülmeler baş göstereceğinden namazlarda gevşeklik ortaya çıkacaktır… Önce namazlar gecikecek sonra teklemeler baş gösterecek sonra da Cuma ve teravih namazları elde kalacak…

2-Anne-baba baskısıyla kılınan namaz 


Birçoğumuz anne ya da baba baskısıyla namaza başladık… Kimimiz baskı sonucu kılınan namazın rayını değiştirdi, Allahın sevgisini kazanmak için kılınan namaza dönüştürdü, kimimiz de baskı sonucu namazdan soğudu, kimimiz; tamam kılıyoruz-kıldım diyerek yalan söyledi, kimimiz de bir daha asla namaz kılmayı düşünmedi… Okuyuculardan çok mailler alıyorum… Kimi nişanlısının namaz baskısından şikâyetçi olup: ''Ya Feyzullah abi nişanlım illa da namaz kılmamı istiyor. Allah için kılmadıktan sonra nişanlımı mutlu etmek için kılmak çok zoruma gidiyor. Sizce Allah namazımı kabul eder mi ki?'' diye serzenişte bulunuyorlar… Cevap olarak da: "Nişanlınızın hatırı için namaz kılmamakla çok haklısınız… Nişanlınız farkında olmadan sizi Allah'a şirk koşmaya davet ediyor…

Tabi bu davet şeytani bir niyetle yapılan bir davet değildir… Tamamen duygusal:) Peki neden davet karşısında bazen agresif olabiliyoruz? Yani nişanlımız ya da babamızın illa da namaz kılacaksın davetini masaya yatırıp kılmaya çalışmıyoruz? Şimdi bu psikolojiden çıkması muhtemel arızaları tespit etmeye çalışalım… Tabi bu arada davet yapan kişinin davet üslubundaki hatalar zincirini unutmuş değiliz…

Niçin namaz kılmamız gerektiği anlatılmayan ve namaz kılmayınca dünya ve ahirette başımıza gelecek sıkıntıları öğretilmeyen bir namaza davet edildiğimizi var sayalım… Kılmıyorum dediğimizde ise evlatlıktan rededilme ya da nişan bozulma tehditleriyle karşı karşıyayız… Namaz kıldığımızda ise mükâfat yine bunlardan… Yani ceza ve mükâfat bunlardan… İşte böylesi bir durumdan faydalanan şeytan, bize şöyle bir telkinde bulunmaz:

"Davet eden kişiyi boş ver… Sen davet edildiğin şeye bak!’’ Unutmayalım ki şeytan çok zeki… Baskıya maruz kalan kişinin yaşına, karakterine ve aile içindeki konumuna göre ayrı zarflar atar… Şimdi biz bu zarflardaki vesveselerden bir kaçını yazalım… Çevremizden gelen namaz baskıları olduğunda şeytandan gelen zarfta şu vesveseler vardır:

* Sana baskı yapacaklar ha!
* Allah'ı kandırmaya çalışmayı düşünmezsin herhalde değil mi?
* Onlar için kıldığında sana baskın gelmiş olacaklar… Onlar kim oluyor da sana baskı yapıyorlar!
* Allah dediği için değil de onlar dediği için kılacaksın öyle mi? Allah'ın yerinde sen olsan kabul eder misin? Ve benzeri vesveseler… Bu gibi durumlarla karşılaşan okuyuculara tavsiyem nişanlısına ya da babasına ya da namaz için baskı yapan herhangi bir kişiye:

* Senin için mi namaz kılmam gerekiyor yoksa Allah için mi namaz kılacağım? Deyin. Vereceği muhtemel cevap:
* Tabii ki Allah için kılman gerekiyor 'olacaktır… Siz de;
* O zaman bana niçin namaz kılmam gerektiğini anlatın. Namaz kılan bir babanın evladı olmam namaz kılmamı gerektirmiyor herhalde! Ya da namaz kılan bir insanın nişanlısı da namaz kılmalı değil herhalde! Madem bu kadar önemli nişanlınızın namaz kılması; neden nişanlanmadan önce sormadınız?

İnsanoğlu yapı itibariyle baskıyı hazmedemez… Ama bu namaz biraz farklı bir konu… Namaz; 'Madem öyle işte böyle' diyerek tavşana kızıp dağa küsmeye benzeyecek bir amel değildir… Nişanlınız-eşiniz ya da babanız size seçme özgürlüğü veren bir yemeğe davet etmiyorlar… Onların davetteki yanlışlığı sizi namazdan soğutmamalı… İnanın onlar iyi niyetle davet ediyorlar ama üslupta hata yapıyorlar… Sizin namaz kılmamakla ne kadar büyük bir yanlışın içinde olduğunuzu gördüklerinden hemen namaza başlamanızı arzuluyorlar…

Başkasının zorlamasıyla kılınan namaz çok sıkıntı verecektir… Önemli olan bu şekilde namaz kılma niyetini Allah rızasına çevirebilmek… Nefse en ağır geleni de işte budur… Çünkü şeytan sürekli: —Sen baban dediği için namaz kılıyorsun. Yoksa kılmazdın. Yarın Allaha ne diyeceksin? Diyerek namazdan soğutmaya çalışır… 'Böyle namaz kılmaktansa hiç namaz kılmamak en iyisidir.' Diyerek nefse en kolay gelen namazı terk etmek tercih edilir… Böylelikle ne bir başkasının baskısı altına girmiş olursunuz ne de Allah'ı kandırmaya çalışmış olursunuz!!! (haşa!) (gözlerinizi kapatarak) Düşünün ki Allah'ın huzurundasınız… Size de niçin namaz kılmadınız? Diyor… Ne cevap vermeyi düşünürsünüz?

—Allah'ım babama kızdım namazı bıraktım…
—Allah'ım nişanlıma kızdım namazı bıraktım…
—Allah'ım baskı yapanlara kızdım namazı bıraktım…

Sizce Allah-u Teala ne der size? Cevabı size bırakıyorum…

namaz-kılmak-salah
Allah emrettiği için namaz kılıyoruz. Namaz kılanların birçoğu bu sebepten dolayı namaz kılarlar… Allah namazı emrettiği için bunlar da Allah'ın emirlerine itaat etmelerinin gereğini çok iyi bildiklerinden namaz kılıyorlar…

Çok ilginçtir ki namaz kılmadıkları dönemde de Allah'ın emrettiklerini az çok biliyorlardı… Ne oldu bunlara da namaz kılın emrini işittikleri halde sonradan kılmaya başladılar? Yani emre çok sonraları itaat… Madem Allah'ın farz kıldığı ibadetler sizin için bu kadar önemli neden diğer farz olan ibadetlere bu kadar hassas değilsiniz? Aklıma gelmişken sorayım dedim.. Yanlış anlaşılmaya çok müsait bir şeyler anlatacağım.

Diyorum ki; Allah emrettiği için namaz kılıyorum diyenle, Allah'ı çok seviyorum, ve bana vermiş olduğu nimetlerin farkındayım ve O'na teşekkür etmek için namaz kılıyorum diyenlerin namazı bir olmaz. Allah emrettiği için namaz kılıyorum diyen bir insan zoraki olarak namaza yaklaşır… Yani; "Aslında kılmak ağır geliyor, ama ne yapalım bir defa farz kılınmış! Farz kılınmasaydı kıl mazdım!'' Dili böyle söylemese de bu şekilde yaklaşımların verdiği mesaj budur maalesef…

İbadetin şekli ne olursa olsun gönülden yapılmadıktan son ra ağır bir yükmüş gibi gelecektir…

"Namaz = Borç, Namaz = Ağır bir yük, Namaz = Napalım, mecbur" Olarak algılanacaktır…

Evet… Namaz; bir emir… Buna itiraz etmiyorum- hâşâ! Ben, sadece bir ibadete yaklaşım şeklimizin, o ibadetin uzun soluklu olmasına, ona ne kadar katkısı olabileceğine bakıyorum…  Bazı insanlar namazın bir emir olduğuna iman ederek-ki doğrudur bu-ömür boyu namaz kılabilirler… Buna bir şey diyen yok… Ama bir dönem kılmış ve tekrar bırakmış olanların sayısı da az değil…

Bunlar gerekli alt yapıyı oluşturmadan namaza yaklaştıklarında geri adım atma olasılığı bu sebepten yüksek olacaktır… "Emre itaat'' ya da"Emir sahibinin sevgisini, hoşnutluğunu kazanmaya çalışmak'' Emre itaat mantığında insan ile emir sahibinin iletişim bağlantısı kopuyor… Yani önünde bir ibadet var ve ifa edilmesini bekliyor… Hedef bir an önce o yükten kurtulmak. Durum böyle olunca da içi boş, huşusuz, duygusuz, tadsız bir namaz kılınmış oluyor…

Konumuzun dışına çıktık gibi gözükse de çıkmadık, içinde dolaşıyoruz… Devam ediyoruz; Allah emrettiği için namaz kılıyorum diyen kişiler eğer namazlarından tat almak istiyorlarsa;

1- Allah'ı tanımaya çalışsınlar
2- Namaz öncesi Allah ile (sevdiğim ile) buluşacağım psikolojisine girmeye çalışsınlar.
3- Bir vakit namaz kaçırdığınızda bu işin kazası var demeyin… Sevginin kazası olmaz…
4- Emri, sevgiye, tavsiyeye dönüştürmeye çalışın…

"Allah emrettiği için namaz kılmaya çalıştım ama devam ettiremedim'' diyorsanız; Bazı bilgilerden mahrum bir şekilde namaza yaklaşmışsınızdır diye düşünürüm… Neden? Çünkü Namaz kılmak fedakârlık ister… Fedakârlığa giden yol şu merhalelerden geçer;

1- Allah'ı tanımak
2- Allah ile muhabbete geçmek
3- Allah'ın verdiği nimetlerin farkına varmak
4- Allah'ı sevmek
5- Allah’a güvenmek.
6- Ve Allah'ın sevgisini kazanmak için fedakârlık yapmak...

 Bu sıraladığımız maddeleri bu başlık altında anlatmaya çalışmayacağım. Konumuzdan kopmak istemiyorum… Diğer bölümlerde yer yer izah etmeye çalışacağım inşallah… Şimdi de 2. ara başlığımızı ele alalım:

allah, teşekkür
Allah'ın bizlere olan ikramlarından dolayı  teşekkür etmek için kılınan namaz. Kanaatimizce kılınan namazların en anlamlısı… En içteni… En huşulusu… Kabule en yakın olanı… İnsanları yaratıp başıboş bırakmayan Allah-u teala  yer yüzü ve gökyüzünün tamamını insanların hizmetine vermiştir. İnsanlar yerler, içerler, sahile iner yüzerler, bulutla gölgelenir, buluttan sulanırlar, dağdaki ot ve kırıntılar süt ve et olarak düşer sofralarına, denizdeki balık kolay av olur kendilerine, havasıyla, manzarasıyla hep insanlara hizmet ederler…

Bu hizmet karşılıksız olmayacaktır elbet… İnsanlara güzel bir şekil veren Allah-u Teala bu hizmet karşılığında ihtiyacı olmamasına rağmen güzel bir teşekkür edilmeyi hak etmiyor mu dersiniz? Bakınız hayat kitabımızda bizlere neler neler verdiğini hatırlatıyor;

* "Gökten bir su indiren de O'dur. Biz bununla her tür bitkiyi çıkardık. Ondan da taze ve yeşil bitki(ler) çıkardık. Ondan da birbirinin üstüne binmiş (başak olmuş) taneler meydana getirdik. Hurma tomurcuğundan birbirine yakın salkımlar, birbirilerine hem benzeyen hem de benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri de (bitiririz. Her birinin) meyvesine, bir (ham) meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakıverin. Şüphe yok ki bütün bunlarda iman edenler için birçok ayet vardır.''

* "Allah'ın gökten su indirdiğini görmedin mi? Biz onunla çeşitli türden meyveler çıkardık. Dağlardan beyaz, kırmızı çeşitli renklerde ve son derece siyah yollar (yaptık.)"

* "Davarlarda da sizin için elbette ibret vardır. Size onların karınlarındaki dışkı ile kanları arasından içenlerin boğazından kolaylıkla geçen halis bir süt içiriyoruz.

Allah-u Tealanın verdikleri bunlarla sınırlı değil tabiî ki. Açın buzdolabınızı, görün, gördüklerinizin tamamı hizmetimize sunulmuş… Bizlerden anlamlı ve içten bir teşekkür bekleyen Allah-u Teala bakın, nimetlerin farkında olmayan bizler için ne söylüyor;
3   En'am.99 4   Fatır.27 5   Nahl.66

"Gökte ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler.''

Dünya meşgalesi, kazanma hırsı ve nefsimizin istekleri çoğu şeyleri unutturdu bizlere… Oysaki ikram eden el teşekkür bekler… Bizler yeryüzünde nimetler içinde nankör nankör günümüzü gün ederken bakın Allah-u Teala bizlerin hallerinden nasıl bahsediyor;

"Şüphesiz Rabbin insanlara bir lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler.''

Evet… Birçoğumuz bile bile ikram eden ele teşekkür etmedik… Devam ediyoruz;

"… Allah şükredenlere mükâfat verecektir''

"… Kim dünya nimetlerini isterse ona ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız."

Yapacağımız teşekkür karşılık görecek ve cennet kapıları bizlere açılacak… İstenilen teşekkür ne onur kırıcı, ne yorucu, ne de bıkkınlık verici… Bu teşekkür çeşitlerinden biri de namazdır. Allah-u Teala kendisine namazla da teşekkür etmemizi istemiştir;

Namazla yapılan teşekkür 


Her ibadetin kendine özgü bir durumu olduğu gibi diğer ibadetlerle de bir ilişkisi vardır. Bu ibadetlerden birisi de namazdır. Namaz müslümanı muttaki yapan ibadet olarak önemlidir. Kur'an-ı kerimde namaz üzerinde sıkça durulmuş, namazın sadece şekle münhasır kılınacak fiziksel hareketler olmadığına özellikle dikkat çekilmiştir.
6   Yusuf.105 7   Neml.73 8   Al-i İmran 144 9   Al-i İmran 144

Kur'an-ı kerim, namazı her zikrettiğinde onun üzerinde ciddi manada tefekkür edilmesi, özünün yakalanmasının gerekliliği üzerinde durur. Kur'an'da namazın zikredildiği hiçbir ayette sadece namaz kılın ifadesi yoktur. Namazı ikame edin, namazı dosdoğru kılın yerli yerinde yapın ifadesi vardır.

"Şüphesiz ki namaz, insanı kötülüklerden, yanlış yapmaktan, aşırılıktan alıkor.''

 Denmektedir Her haliyle anlaşılıyor ki namaz bir denge halidir. Namaz: insan için, insanın nefsi için zor gelebilecek başka bir varlık önünde ayağa kalkmak, eğilmek ve yere kapanmak gibi bir muh tevaya sahiptir. Namaz, peygamberimizin buyurduğu gibi; mü'minin Allah'a olan yükselmesidir. Ve yine o'nun buyurduğu gibi namaz: insanın Allah'a karşı duruşunda alacağı pozisyonun rotası ve zeminidir İnsanı Allah’a bağlayan önemli farz ibadetlerden biridir namaz.

Müslümanın gün içerisinde sorumlulukları hatırlaması şuurlan ması, eksikliklerini ve fazlalıklarını fark etmesine neden olan iba dettir namaz Özellikle secde hali çok anlam ve muhtevaya sahiptir. Allah Resulü, secde: "Mü'minin rabbine en yakın olduğu andır'' Demektedir. Bu coşku ve heyecan verici hadisten, her Müslüman istifade edebilmenin imkân ve yollarını aramalı ve oluşturmaya çalışmalıdır Allah'la (c.c) konuşmak isteyen, görüşmek isteyen, ona derdini ve sıkıntısını açmak isteyen, onunla heyecanını, mutluluğunu paylaşmak isteyen namaz kılsın diyen peygamberimiz ne güzel söylemiş…
10   Ankebut–45

Namazla Allah'a nasıl bir mesaj ulaştırmış oluruz? 


Diğer dinlerdeki ibadetleri bildirme ve davet yöntemleri bakımından bir benzeri olmayan evrensel bir çağrı olan ezanla start alıp ve tüm dikkatiyle, tüm benliğiyle ve tüm şuuruyla kıya ma geçer müslümanımız… Allahu ekber! (Allah en büyüktür) tekbir lafzıyla teşekküre başlayıp ellerini bağlar. Artık müslümanımız Rabbinin rızasını kazanmak için, kendisine verilen nimetlere teşekkür için, Rabbinin büyük ve güçlü kendisinin ise Rabbine muhtaç ve aciz olduğunu ispat için ağaç gibi ayaktadır…

Hiçbir güç onun o ha lini bozamaz Artık Rabbiyle konuşma vakti gelmiştir. Besmeleden sonra subhaneke ile başlar Rabbini övmeye… Ey Allah'ım! Seni hamdin ile tesbih ve tenzih ederim. İsmin mübarektir. Azametin yücedir ve senden başka ilah yoktur.''dedikten sonra kur'an'ın ilk suresi olan fatiha'yla devam ederek yine Rabbine övgü dolu mesajlarla der ki:

 ''hamd: âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (O, aynı zamanda)rahmandır rahimdir. Din gününün (hesap)de sahibidir…''

namaz teşekkürdürMüslümanımız, fatiha'yı okurken Rabbimize ne dediğini bilir bir tavırla tevhidin zirvesine çıkıp şirkten uzak bir şekilde ayeti kabul eder ve der ki: ''Rabbimiz! Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.'' İbadetin ve yardım istemenin tek merciinin Rabbimiz olduğunu kabullenir bir vaziyette teşekkür/dua/yalvarma cümleleri ile dua eder: "Bizi doğru yola ulaştır. Kendine nimetler verdiğin kimselerin yoluna… Gazabına uğrayanların ve sapıkların yoluna değil'' der. Bir de kısa ya da uzunca bir ayet okuyup rükuya eğilir. Belki de bu güne kadar hiçbir güce, kuvvete, sisteme ve şahsa karşı yapmadığı bir pozisyon.

Gururlanmış bedenin bükülmesiyle yaptığı kulluğu dil ile devam ettirerek der ki: Subha ne Rabbi yelazim (yani yüce Rabbimi tesbih ve tenzih ederim)'' hem de 3,5,7 defa O pozisyonda da Rabbi'ni över ve düşünür: benim belimi kırıp, bu pozisyona gelmeme sebep ne? Kime karşı eğiliyorum? Elbette ki Rabbime karşı eğiliorum der ve bu pozisyonla sanki'' ey inananlar: rükû edin, secdeye varın, Rabb'inize kulluk edin. İyilik yapın ki saadete erişesiniz. Ayetini yaşar Rükûdan kalktıktan tekrar kıyama geçinceye kadar ki vakti de boşa harcamayıp: semi Allah'u limen hamideh (Allah kendisine hamd eden kulunu işitti/işitir) sözünü söyleyip Allah'ın rahmetini umarak rükûdan başını kaldırır.

Tabiî ki övgü dolu cümleler bununla da kalmayıp devam eder ve der ki: Rabbena lekel hamd(ey rabbimiz hamd sana mahsustur) Bu kadar hazırlık cümlelerinden sonra Rabbine çok yakın olma, onunla dostluğu arttırma, güzel olan her tür istek ve duada bulunmanın zamanı ve tavsiye edilen mekânına az kalmıştır. İnsanı, Rabbinin huzurunda iki büklüm yapan bir duruş.

"SECDE'' 


Sanki secde ile Rabbine şöyle der:

Rabbim senin huzurunda gururlanmış boynum ve burnum işte bak ayaklarımla bastığım yerde… Rabbim! Sen güçlü ve ibadete layıksın… Ben ise güçsüz ve sana muhtacım… Sana yemin ederim ki hiç kimsenin huzurunda boynumu (10cm) bile aşağı eğmedim. Bana olan ikramına ve büyüklüğüne karşı işte böyle iki büklüm olarak sana olan teşekkürümü secde ile ifade ediyorum… Sen beni bağışla Allah'ım… Çünkü sen Ğafur sun… Günahları bağışlayansın… Beni razı olduğun kullarından eyle! Ve sesli duaya gelinmiştir artık.''subhane Rabbiyel ala(ey yüce Rabbim! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim)''der ve düşünür. Kendisini bu duruma sokan sebep ne idi?

Secdeden ikinci kez kalktıktan sonra aynı hareketleri birkaç kez tekrarlayıp oturur. Artık müslümanımızın alnı pak ve parlaktır. Oturarak teşekkürden sonra sağ ve soldaki hafıza meleklerine selam verir ve namazını bitirir. Müslümanımız öyle bir teşekkür etmiştir ki: teşekkür ederken ne yorulmuştur, ne acı çekmiştir, ne de onuru kırılmıştır… Namaz bir arınma, bir hatırlatma ve teşekkürdür. Günde beş defa bu duygularla tekrarlandığında inanıyorum ki birçok kötülüklerden uzaklaşırız. Çünkü: muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alı kor…

namaz, deneme, başlamak
Bir kaç defa denedim ama alışacağımı zannetmediğim için bıraktım. Çoğu zaman her yaş gurubundan işittiğimiz bu mazeret, tedavisi en kolay mazeretlerden biri… Bu mazerete sığınan kişiler namazın kılınması gerektiğinin az da olsa farkındalar… Yani namaza karşı değiller… Sadece bir kaç deneme yapmışlar, kıldıkları namazın devamlı olacağına kanaat getiremeyince ilk başlığımızda anlattığımız mazerete sığınarak namazdan vazgeçmişler… Bu kişiler de şeytanın kurbanları arasında…

Ama bu kez şey tan, yardımcılarını da kullanarak muhataplarını namazdan soğutmaya çalışmış… Doğru bir şekilde öğrenildiğinde bırakılması mümkün gözükmeyen namaz; yanlış anlatım, eksik anlatım, yanlış anlama, ya da eksik anlamaya kurban gidince hayatımızdaki yeri oldukça sıkıntı oluşturacağından terki kolay olur… Şimdi bu bahanenin muhtemel çıkış ortamını bulmaya çalışalım…

Hangi durumlarda şeytan bu bahaneyi teklif eder muhatabına… Biraz kendi hayatımdan biraz da çevremdeki gözlemlerimden şu sonuca ulaştım: Aşağıdaki dört soruya verilen cevaptan çıkarabiliriz mazeretin çıkış noktasını…

1- Niçin namaz kılmak istedikleri,
2- Kendilerine namazın nasıl anlatıldığı,
3- Hangi ortamda namaz kıldıkları ve
4- Hangi psikolojide namaz kıldıkları…

Şimdi sorularımızı masaya yatıralım ve bu sebepten namazı terk eden kişilere tek tek çözümler üretmeye çalışalım. Aşağıda sıralanan konuları görmek için üzerilerine tıklayın.

Niçin namaz kılıyoruz? 


1- Allah emrettiği için
2- Baba baskısından dolayı
3- Eş baskısından dolayı
4- Patronun gözüne girmek için
5- Namazın insanı huzurlu kılacağı anlayışından dolayı
6- Belirli bir konuma gelebilmek için
7- O an içimizden geldiği için
8- Allah’ın bizlere olan ikramlarına teşekkür etmek için
9- Namazı terk etmenin çok büyük bir günah olduğu düşüncesinden
10- İçimizdeki inançsızlığı gizlemek için
11-Gelenekten dolayı kılınan namaz
12- Özel günlerde kılınan namazlar Şimdi yukarıdaki on iki maddemizi tek tek açıklamaya çalışalım.

namaz kılmaya hazır değilim
Birçok ibadetin önüne kocaman set çeken bir mazeret olan "kendilerini henüz hazır hissedemedikleri'' mazereti, her ne kadar da masumca ağızdan çıkmış olsa da bu tamamen şeytanın attığı bir zarftır. Bu mazeretin arkasına sığınarak kolayca namazı terk edenlerle konuştuğumda; birkaç defa namaz kılmaya çalıştıklarını fakat gereken hazzı alamadıklarını; bu sebeple de namaz için kendilerini hazır hissedinceye kadar ertelediklerini söylediler… Sanki anlaşmışlarcasına namazda gereken hazzı alamayan herkes bu mazeretin arkasına saklanıyor… Namazlarında huşu duymayanların önünde iki seçenek var:
  1. Ya namazlarında huşu duymak için arayış içine girecekler, 
  2. Ya da kendilerini hazır hissedene kadar namazdan uzak kalacaklar… 
Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım ve değerlendirme yapalım: Namazdan uzak kalarak çözüme ulaşabilir miyiz? Bu dosyamızda kılacağımız namazdan nasıl huşu duyabiliriz sorusuna cevap vermeyi düşünmüyorum… İlerleyen sayfalarda değineceğim inşaallah… Bu mazerete sığınanlarla şeytan arasında şöyle bir diyalog geçmiştir; Şeytan: Öyle bir namaz kıldın ki, bunu sen bile beğenmedin! Allah nasıl beğenip kabul edecek? Bu vesvese ok gibi saplanacak beyne… Ve kısa bir zaman zarfında Allah ile empati yaparak kendisini yadırgayacak:

-"Bu nasıl namaz? Ne okuduğun surelerin manasını biliyorsun ne de namazda sadece beni düşünüyorsun… Aklına türlü türlü şeyler geliyor! İmtihan sonucunu düşünüyorsun, elde edeceğin karı düşünüyorsun! Hep dünyalık şeyler bunlar! Böyle bir namazı kabul edemem ben! Namaza iyice adapte olana dek sana kızmıyorum… İyice hazırlan sonra gel!'' 

Tamamen şeytanın yaptığı bu telkin anında kabul görür… Ve muhatabımız rahatlar… Öyle bir namaz anlayışına sahip olmuşlardır ki; kendilerini hazır hissedene kadar namazdan muaf kalacaklar… Kendilerine ahirette, kılmadıkları dönem namazları sorulmayacakmış gibi rahat edecekler… Kesinlikle Allah'tan şöyle bir sesi işitmek istemeyeceklerdir: "Ey filan kulum! Namazlarını düzeltmeye çalış!!!" Şimdi tekrardan bu mazerete sığınanlara soralım: Kendinizi namaza hazır hissetmediğinizden namazı bıraktığınızı söylüyorsunuz… Peki;
  • Kendinizi ne zaman namaz için hazır duruma getirmeye çalışacaksınız?
  • Namazınızın devamlı olması için nasıl bir programınız var? 
  • Ne zaman start vereceksiniz?
Vereceğiniz zaman dilimine kavuşmadan ölmeyeceğinize dair bir belge var mı elinizde? Bu yazdıklarımı sakin bir kafayla düşündüğünüzde hiç de ak lınıza gelmeyen şeytanın sizi çok farklı bir yöntem kullanarak kandırmaya çalıştığını göreceksiniz… Aslında şeytan çok basit bir tuzak hazırlamış… "Namazdan uzak durarak namaza hazırlan!!!"yok  böyle bir şey yaaa… Akla şöyle bir sorunun gelmesine şaşırmam ve bunu beklerim:

Peki, ne yapmalı? Bu şekilde kılmaya devam mı edeceğiz yani? Cevabı o kadar basit ki; evet… O şekilde de olsa kılmaya devam edeceğiz… Bıkmadan… Usanmadan… Amma, bu arada da huşu duymak için çözümler arayacağız… Unutmayalım ki namazdan uzaklaştığımız oranda şeytana yaklaşırız… Bu mazerete sığınıp da namazdan uzaklaşanlar nasıl bir namaz hayal ediyorlar acaba? "Namazdayken akla dünyevi hiçbir şey gelmemeli… Her şey dört dörtlük olmalı…'' Güzel bir temenni ama inanın çoğu namazlar maalesef arzuladığımız gibi olmuyor… Bu, namazı terk edeceğiz anlamına gelmemeli… Yani huşusuz namaz kılmaktansa hiç namaz kılmamak olmuyor…

"kendimi henüz hazır hissetmiyorum'' demenin başka bir alt yapısı daha olmalı… Namazı insandan uzaklaştıran bu anlayışın beslendiği ortamların acilen incelenmesi lazım… Bazı okuyucularımla birebir görüştüğümde bu bahanelerin çıkış merkezinin işlenen günahların devam etmesi ve o günahları bırakmaya pek de gönüllerinin olmaması dikkatimi çekmişti…

Bu durum namazla çelişince; o kişilerce bırakılmaya en müsait a me lin namaz olduğunu görürüz… Peki, neden? Çünkü haramlar nefse çok tatlı gelir, namaz ve benzeri ibadetler ise haramlar kadar nefse hoş gelmez… Namaz ve günah… Ateş ve barut misali birbirlerinden pek hoşlanmazlar… Na maz, günahtan; günah namazdan etkilenmeye mü sa id dir… Günahından taviz vermek istemeyen bir insan namaz esnasında çelişkiyi anında görür ve: "kimi kandırıyorum?'' Der… Tam o esnada insan düşmanı şeytan sağdan yanaşarak: Evet haklısın… Kimi kandırıyorsun? Ya adam gibi namaz kıl günahı sıfıra çek, ya da namazı sıfıra çek… Hemen karar ve rilmeden önce vicdan denen şeyin rahatlaması için yine Allah ile kısa bir empati yapılır: "Ey günahkâr kulum! Günahınla sevabınla sen benim kulumsun… Her ne kadar günah işlesen de benim sonsuz rahmetimden dolayı seni bağışlarım…

Bu arada günahlardan bıkıp tövbe edene kadar namaza yaklaşma! Ne zaman karar verirsen,o zaman namaza başla…Şimdilik serbestsin!'' haşa!!! İnanın bu ya da benzeri iç konuşmalar yaşanır… Ve özgürce günahlar işlenmeye devam edilir… Namaz için kendini ha zır hissetme yaşı emekliliğe ayrılma yaşına kadar ertelenir… Ey bu sebebe sığınan kardeşim, bacım! Vallahi şeytan erteleme virüsünü size aşılamış… Unutmayın ki şeytan size namaz kılmayın demez… Sürekli erteletmeye çalışır… Şeytan umduğumuzdan daha zeki ve daha uyanıktır… Unutmayın ki ne kadar günah işlemiş olursanız olun devam edip kılacağınız namaz gün gelir işlediğiniz günahlardan uzaklaştırır sizi… Bakın yaratanımız ne diyor:

"Sana vahyolunan kitabı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz insanı hayâsızlıktan ve münkerden alıkor. Allah'ı zikretmek ise elbette ki en büyüktür. Allah ne yaptığınızı bilir.''

Günah ve namaz… Bu ikilinin bir arada olamayacağı düşüncesi insan yapısına terstir… Bizler insanız… Ne melek ne de peygamberiz… Günah işlemeye meyyal yaratılmışız… İşlediğimiz günahlar ayrı bir şey, namazı terk etmemiz apayrı bir şey… Hatta Resulullah aleyhisselam ne güzel buyurmuş: "Mü'min kul abdest alırsa; mazmaza yaptığında ağzından gü nahları dökülür, burnuna su alıp sümkürdüğünde burnundan günahları dökülür, yüzünü yıkarken yüzünden günahları dökülür.(kollarıyla birlikte) ellerini yıkadığında –tırnaklarının altı dâhil­ ellerinin tümünden günahları dökülür… Başını mesh ettiğinde ­kulakları dâhil­ başının tümünden günahları dökülür… Ayaklarını yıkadığında­tırnakları dâhil­ ayaklarının tümünd en günahları dökülür… Sonra camiye gidişi ve namaz kılışı onun nafile (fazladan getiren ameli) olur…2 Suphanallah! Allah'ın şu merhametini görebiliyor muyuz? Günahların üstüne turnusol kâğıdı gibi düşüyor… Eğer namaz kılan bir insan için günah işlememe şartı olsaydı bu tür müjdeli haberler olmazdı…

Bu paragrafı okuyan bir kişinin aklına:
"madem abdest bile günahlarımızı döküyor günahlarımızdan vazgeçmenin ne anlamı olacak ki?'' düşüncesi gelebilir… Tamamen şeytanın özel kaleme aldığı bir vesvese olan bu söz, Allah'ın, kullarına sıcak yaklaşımını suiistimalden başka bir şey değildir… İşlenen günahın cinsi ve büyüklüğü ne olursa ol
1  Ankebut, 45 2  Malik-Ahmet-Nesei.

sun, o günah namazla olan birlikteliğine bir süre sonra son verecek zaten… O günahı işleyen kişi Allah'ın her şeye rağmen günahları bağışlayacağını vaat etmesi altında ezilecektir kuşkusuz… Gün gelecek devam ettiği o günahı işlemeye utanacak ve terk edecektir… İşte burada o günahtan vazgeçtiren iki unsurdan biri her şeye rağmen devam edilen namaz ve Allah'ın bağışlayacağını vaat etmesidir… Yukarıdaki paragrafı yazarken aklıma kaya parçasına oyuklar açan su damlacıkları geldi… Bir su damlası kaya parçasını oya maz… Bu mümkün değildir… Kayayı oyan, su damlası nın de vamlılığıdır… Sabırla… Bıkmadan… Kararlı bir şekilde eylemine devam etmesidir…  Allah, namaz kılacak kişilerin melek gibi olmalarını şart koşmu  yor… Allah biliyor insanın her an günah işleyebileceğini…

Peki, çözüm ne? 


Namaz çözüm
Bu mazeretten dolayı namazı terk eden ya da kılmayanlara tavsiyem:

1- Her şartta ve koşulda namazlarınızda huşu duymuyorsanız bile geri adım atarak namazı terk etmeyin.

2- Huşu duyuncaya kadar (isterse bir ömür boyu huşu duymayın) namaz kılmaya devam edin…

3- Günahlarınızın çokluğuna aldanıp ta namazdan soğumayın…

4- Mazeret beyanınızın Allah katında geçerli olmadığını bilin…

5- Namazla beraber bırakamadığınız günah ya da günahlar olduğunda, o an şeytanın kulağınıza vesveseler fısıldayacağını unut mayın…

6- Namaz esnasında aklımıza günahlarımızın gelmesi bizi na mazdan soğutmamalı…

7- Namaz kılarak kendimizi namaza hazır hissedelim…

8- Kendimizi hazır hissedince namaza başlayacağım diyen bir insan kılmadığı her namazdan sorumludur…

Şu Yazıları Mutlaka Okuyun:

1- Namaza Başlamayı Denedim Ama Olmadı.

Tebessüm Sadakadır
Peygamberimizin şemailini anlatan sahabeleri, onun yaratılıştan güleç yüzlü olduğunu özellikle vurgularlar.

Kişinin Müslüman kardeşine tebessüm etmesi, güler yüz göstermesi ‘niçin sadaka sayılsın ve hangi özelliği sebebiyle sadaka sayılan değerlerin önüne alınmış olsun?’ gibi sorular akla gelebilir. Sahabe-i kiramın önde gelenlerinden, daha çok züht ve takvada örnekliğiyle bilinen Ebu Zer (r.a.)’in naklettiğine göre, Peygamber Efendimiz bir keresinde sadaka diye nitelediği hasletleri ve değerleri sıralamış: “Kardeşinin yüzüne tebessüm etmen, ona güleç yüzle bakman senin için sadakadır…” (Tirmizi, Birr ve’s-sıla 36.) buyurarak, tebessümü, güler yüzlü olmayı onların en başına almıştır. Sadaka sayılan diğerleri iyilikleri emretme, kötülüklerden sakındırma, yolunu kaybedene yol gösterme, yoldan geçenlere eziyet veren taşı, dikeni, hayvan iskeletini yoldan kaldırma, kardeşinin boş kovasına kendi kovasındaki suyu dolduruverme gibi güzelliklerdir. Bir tebessüm, güler yüz gösterme, bazıları- mız için kolay görülebilir.

Oysa dikkatli ve sorgulayıcı bir gözle çevremize baktığımızda, yüzünde tebessüm eseri görmediğimiz birçok insanla karşılaşırız. Hayata ve her doğan yeni güne yepyeni bir ümit ve heyecanla başlayabilmenin ilk göstergesi bir tebessüm, bir güler yüz ise bunu kendimizin ne kadar başardığımıza ve çevremizdekilerin ne ölçüde başarılı olduğuna bakalım. O zaman Peygamberimizin bu sözündeki derin hikmeti ve büyük önemi anlayıp kavrayabiliriz. Başta kendi nefsimizle olmak üzere, insanlarla ve dışımızdaki varlık âlemiyle ilişkilerimizin ilk belirtisi, yansıması yüzümüzde ifadesini bulur. Hemcinslerimizle karşılaşıp birbirimize bakınca, başka bir şeye ihtiyaç duymaksızın âdeta okuyup anlamlandırdığımız organımız yüzümüz, yüzümüzü daha anlamlı kılan ise gözlerimizdir.

Yüz ifadeleri birçok şeyi anlama ve anlamlandırmayı sağlar; gözlerde ise bunları hem en belirgin şekilde görebilir hem görülene şahitlik ederiz. Henüz çok küçük bir bebek bile kendisine bakanın yüzündeki sevgi ve sevgisizliği hisseder, yani okuyabilir. Tebessüme tebessümle karşılık verir. Buradan hareketle, bir aile yuvasında eşlerin birbirine, anne babanın çocuklarına, çocukların anne babalarına tebessüm etmesi ve güler yüz göstermesinin ne kadar değerli ve huzur verici olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde komşunun komşuya, bir yöneticinin yönettiklerine, patronun çalışanlarına göstereceği güler yüz bütün günün sevinç, mutluluk ve verim içinde geçmesini sağlayıcı bir özellik taşıyabilir. Şu dörtlük, duygularımızı ifadeye yardımcı olabilir:

Kardeşinin yüzüne tebessüm etmen, ona güleç yüzle bakman senin için sadakadır…


tebessüm ve sadaka“Acımasız sözle gönül yıkmadan, Ruhu incitmeyip canı yakmadan, Kimseye kem gözle hain bakmadan, Ne güzel bir yüze tebessüm olmak.” Birbirine tebessüm edebilen, güler yüz gösterebilen, aralarındaki iletişim ağları sağlam ve sağlıklı olan insanlardan oluşan bir toplumun mutluluğunu, hayata tutunma gücünü ve bu sayede ulaşacağı başarıyı düşü- nünce, bunların önemini daha iyi anlamak mümkün olabilir. Her birimiz, her gün çeşitli vesilelerle ve zorunlu olarak birçok insanla muhatap oluruz.

Onlara göstereceğimiz güler yüz, onların bizi tebessümle karşılaması ruhumuzu okşar ve dostluklarımızı pekiştirir. Konfüçyüs’ün: “Tebessümü bilmeyen esnaflık yapmamalı” sözü de hayatın bir başka gerçeğinin ifadesidir. Tıpkı tebessüm gibi hadislerde sadaka olduğu belirtilen davranışların her biri, hikmeti üzerinde durulmaya değer özelliklerdir. Peygamberimiz, güzel sözün sadaka olduğunu bildirir. (Buhârî, Edeb 34; Müslim, Zekât 56.) Yine hadislerden öğrendiğimize göre, tesbih (sübhânallah demek), hamt (elhamdülillah demek), tehlil (lâ ilâhe illallah demek), tekbir (Allahü ekber demek), iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak sadakadır. (Müslim, Müsâfirîn 84; Zekât 56; Ebu Davud, Tetavvu 12; Edeb 160.) Sadaka olduğu belirtilen başka nitelikler de vardır. Oysa sadaka dediğimiz zaman, bizim zihnimizde oluşan anlam ve gündelik hayatta birçok insanın fiilen gerçekleştirdiği eylem, bir fakire, bir yoksula, bir düşküne herhangi bir karşılık beklemeksizin Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla dünyalık, yani maddi değeri olan bir şeyler vermektir. Gerçi dinî bir terim olarak sadaka her türlü yardımı, bağışı ve zekâtı da kapsayı- cı bir anlam içerir.

Peygamberimizin hadislerinde sadaka olarak sayılanlar; bizlerin, Müslüman bireylerin dünyasına yepyeni ve bambaşka ufuklar açmakta ve sadaka aynı zamanda manevi ve ahlaki dünyamıza ku- şatıcı bir anlam kazandırmış olmaktadır. Kişinin malından, mülkünden, parasından kısaca maddi varlığından bir şeyleri başkasına kar- şılıksız verebilmesinin, bazıları için ne kadar güç olduğunu tahmin etmemiz zor olmasa gerektir. Ama bunu gerçekleştirebilen ve içinde yaşadığı topluma, insanlık ailesine katkı sunan pek çok iyilik ehli insanın bulunduğu da bir vakıadır. Hadislerde sayılanları yapabilmek de, en az bu birinci anlamdaki sadakayı gerçekleştirmek kadar zordur. Çünkü hadisimizde sayılanlar, öncelikle insanlıkta ve tabii Müslümanlıkta belli ve belirgin bir mertebe kazanmış olmayı gerektirir.

Tebessüm - Şems-i Tebrizi
Peygamberimizin yüzünden tebessümün hiç eksik olmadığını, sahabelerin anlatımlarından öğreniyoruz. Esasen Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.s) emir ve tavsiye ettiği şeyi, öncelikle kendi hayatında uygular ve herkese göstererek örneklik sergilerdi. Sahabe-i kiramdan Abdullah b. el-Hâris: “Tebessümü, Resulüllah (s.a.s)’dan daha çok olan, onun kadar güleç yüzlü bir kimseyi daha görmedim” der. Aynı sahabi, Peygamberimizin gülmesinin tebessümden ibaret olduğunu söyler. (Tirmizi, Menâkıb 10; Müsned, IV, 190,191.) Efendimizin kahkaha ile gülmediğini, onun gülmesinin tebessümden ibaret olduğunu, sevgili eşleri başta olmak üzere, ifade eden birçok sahabe vardır. Müminlerin annesi Hz. Aişe: “Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem’in küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim, o sadece tebessüm ederdi” der. (Buhârî, Edeb 68; Müslim, İstiskâ 16.) Böylelikle ve bu rivayetler ışığında kahkahanın, gülmenin, gülümsemenin, tebessümün farklı şeyler olduğunu da anlamış olmaktayız. İslam geleneğinde, başkalarının dikkatini çekecek veya insanları rahatsız edecek ya da sahibinin kınanmasına sebep olacak şekilde kahkaha atmanın vakara aykırı olduğu kabul edilir.

Oysa buna karşılık, gülme ve gülebilme bir sağlık göstergesi sayılır. Gülmeyi, gülümsemeyi bilen tek canlı insandır. Peygamberimizin şemailini anlatan sahabeleri, onun yaratılıştan güleç yüzlü olduğunu özellikle vurgularlar. Tebessümün, gülümsemenin onun mübarek yüzünden hiç eksik olmadığını naklederler. En sıkıntılı anlarında bile yanındakilerin içlerini karartacak bir tavır sergilemedikleri anlatılır. Bu kadar önemli olan tebessümün, gülümsemenin birçok çeşitlerinden bahsedilir: Hayal edilen şeyden dolayı gülümseme, sorgulu gülümseme, hoşlanmadan doğan gülümseme, sevinç gülümsemesi, mutluluk gülümsemesi, bıyık altı gülme bunlar arasındadır. Bu çeşitlerin her birine edebiyatımızın tüm türlerinde rastlarız. Biz sözlerimizi güzel bir dörtlükle bitirelim: “Güler yüzlü davranmak insana has bir haslet, Tebessüm sadakadır, esirgeme sen onu, Sermayeye gerek yok, parasız bir ibadet, Tebessüm sadakadır, esirgeme sen onu.”

Kuran Kursuİnsanın duyguları, düşünceleri ve davranışları uyum içerisinde olduğunda iç başarısını sağlamış olur. İç başarısını sağlayabilen insan kendini hafif hisseder, huzurlu ve mutludur.

Sabahları derse başlamadan önce bir Ayetü’lkürsi ve İnşirah suresi okumak âdeta günü selamlamak adına alışkanlık hâline gelmiş- ti. İnşirah suresini okuduktan sonra mealini de kısaca söylüyordum. Kursiyerlerin birbirlerine kısaca hâl hatır sorduktan sonra, “Hocam haydi bir İnşirah” demeleri derse hazırız anlamına geliyordu ve benim çok hoşuma gidiyordu.

Yine bir sabah İnşirah suresini okumuş, Allah’a hamd etmiş, Peygamber Efendimiz’e salat ve selamlarımızı göndermiştik… Otuz yıllık memuriyetin ardından en yakınlarını kaybeden ama öğrenmeye dair hırsını hiç kaybetmemiş olan yetmiş dört yaşındaki Kur’an talibi teyzemiz: ‘Hocam bir soru sorabilir miyim?’ dedi. - Bu sure Peygamberimize peygamberliğin ilk yıllarında vahyolunmuş. O yıllarda Peygamberimize, peygamberlik görevi verilerek sorumluluk yüklenmiş hem de çok sıkıntılar çekmiş. Allah (c.c.) niçin sırtından belini büken yükünü kaldırdık, gönlüne ferahlık verdik diyor ben bir türlü anlayamıyorum.

Bana peygamberimizin yükü daha da artmış gibi geliyor. Soru gerçekten çok güzeldi, öğrencilerin sorularına cevap vermek amaçlı oluşan karşılıklı sohbet çok faydalı oluyordu. Sınıfa, “Ne dersiniz, bu soruya cevap vermek isteyen var mı?” diyerek dikkatlerini çekmeye çalıştım. Bütün sınıf ellerindeki meali tekrar okudular sonra onlar da "neden" demeye başladılar. Onlara Hz. Musa’nın duasını hatırlattım.

Birlikte bu duayı okuduk: “Rabbim göğsümü genişlet ve işimi kolaylaştır.” Hz. Musa’nın bu duayı niçin yapmış olabileceğini düşündük. Hz. Musa’nın istediği ama Peygamberimize verilen İnşirah’ın ve kaldırılan yükün ne olabileceğini konuştuk. Sonra, “Siz göğsünüzü ne zaman genişlemiş ve ferahlamış hissedersiniz?” diye sordum. En yaşlı teyzemiz yine söz aldı: - Hocam ben iyi işler yaptığımda, insanlar arasında doğru davrandığımda göğsüm nefes alıyor, rahatlıyorum, o zaman namazlarımı bile daha huzurlu kılıyor, mutlu oluyorum, kendimi hafiflemiş hissediyorum, dedi. Diğer kursiyerler de buna yakın örneklerle konuya katıldılar.

Ben de konuya şu şekilde açıklık getirmeye çalıştım. İnsanın duyguları, düşünceleri ve davranış- ları uyum içerisinde olduğunda iç başarısını sağlamış olur. İç başarısını sağlayabilen insan kendini hafif hisseder, huzurlu ve mutludur. Karşılaştığı olumsuz ve sıkıntılı olaylar onu yormaz, çünkü eylemlerinde iç dünyası ile çelişki yaşamaz. Yaşadığı sıkıntılı olaylara en doğru çözümleri üretir, bazen sı- kıntılarından bile haz alır.

Yunus’un, ‘Derdim bana derman imiş’ dediği gibi. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) peygamber olmadan önce hissettiklerini ve düşündüklerini bir türlü eyleme geçiremiyordu, sıkıntı içerisindeydi, kavminin yanlış yola gittiğini fark etmişti ama doğru yolun ne olduğunu bilmiyordu, o yüzden Hira dağına çıkıp günlerce tefekkür ediyordu. Yüce Allah gönderdiği vahiyle Peygamber Efendimiz’in duygu ve düşüncelerini eyleme dönüştürmesine izin verdi, ona doğru yolun ne olduğunu öğretti.

İşte bu yüzden, “Biz sana vahyi göndermekle belini büken yükünü kaldırdık.” buyruldu. Peygamberimiz bu yüzden zorluklardan yılmadı, zor zamanlarında bile şikâyet etmedi. Çünkü vahiy özünde, fıtratında var olanı açığa çıkarmasına yardımcı oldu.

Günümüzde insanlığın yaşadığı bunalımın sebebi de, özünden uzak ya da özüne aykırı davranışlarda bulunmasındandır. Bizler de, vahyin rehberliğinde yol aldıkça fıtratımıza, özümüze yabancılaşmamış oluruz. En ağır yük kendimizle yaşadığımız çelişkilerdir… Yetmiş dört yaşındaki sevimli teyzemiz: “Hocam şimdi anladım; bizler de Kur’an’la yaşarsak içimizle barışmış oluruz, hafifleriz.” dedi. Sonra Kur’an’ı göğsüne aldı, “Benim canım Kur’an’ım! Keşke seni daha erken bulsaydım da göğsüm hep inşirah dolsaydı.” diyerek ağlamaya başladı. Bir diğer kursiyer, “Bundan sonra İnşirah suresini düşünmeden hiçbir iş yapmayacağım.” diyerek katıldı. Bu verimli sohbetin ardından yine bir İnşirah diyerek derse başladık.

Mükerrem Üçkan Hz. Hacer Kur’an Kursu / Bandırma 

diyanet kitap
Biyografi kitapları bizlere sadece tarihî şahsiyetlerin hayatlarını anlatmaz, aynı zamanda o dönemde gerçekleşen tarihî olaylara da ışık tutar. Bir devletin işgal edilip varlık savaşı verdiği bir devir, yeni bir devletin doğum sancılarının yaşandığı bir başka devir ve bir din adamı. “İki Devirde Bir Din Adamı” isimli eser Mehmet Rifat Efendi’nin şahsında sözü edilen iki dönemin arka planına ışık tutmaktadır.

Abdurrahman Kaplan tarafından kaleme alınan “İki Devirde Bir Din Adamı” isimli kitabın birinci bölümünde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kurulması ve faaliyetleri, İstanbul Hükûmeti ile karşılıklı verilen fetva mücadelesi, Mehmet Rifat Efendi’nin hayatı ve TBMM’nin 1. Dönem milletvekilliği ele alınmaktadır.

Mehmet Rifat Efendi’nin Diyanet İşleri Reisliği döneminde yürüttüğü faaliyetler üçüncü bölümde yer almaktadır. Bu bölümde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı ismi konusunda mecliste yürütülen müzakereler, Başkanlığın kuruluşu ve kurumsallaşması, 1924 ve 1941 yılları arasında Başkanlığın teşkilat yapısında gerçekleştirilen değişiklikler gibi başlıklar özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev yapan okurların ilgisini çekecektir. Kitapta, dönem dönem gündemi meşgul eden Türkçe ibadet, ezan, sala ve tekbirin Türkçeleştirilmesi konularının tarihî arka planını, tartışmanın taraflarının argümanlarını ve Mehmet Rifat Efendi’nin sözü edilen konulara yaklaşımını İki Devirde Bir Din Adamı göreceğiz.

 Din görevlilerinin dikkatini çekebilecek bir diğer husus ise eserde Mehmet Rifat Efendi’nin döneminde irat edilen hutbelerden örnekler bulunmasıdır. Eserin sonunda Osmanlıca asılları da yer alan hutbelerde dönemin sosyolojik yapısının izdüşümünü görmek mümkündür.

 “İki Devirde Bir Din Adamı” isimli eser, tarihî belge ve fotoğraflarla Millî Mücadele dönemi ve Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine çalışmalar yapan araştırmacılar için başvuru kaynağı olabilecek bir nitelik taşımaktadır. (İki Devirde Bir Din Adamı, Mehmet Rıfat Börekçi, Abdurrahman Kaplan, Ankara 2011, 331 s.)

Ölüm - Hakikat
Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok edeni (yani ölümü) çok hatırlayın.” (Tirmizi, Zühd, 4.)

Hayat hızla akmaya devam ediyor. Herkesin günlük telaşeleri, gelecekle ilgili planları, beklentileri var. Sürekli bir koşturmaca hâlindeyiz. Zaman acımasız, zamanın nasıl geçtiğini anlamak ise imkânsız. Geçen her saniye, her dakika bizi biraz daha yaşlandırıyor. Her an ona bir adım daha yaklaşıyoruz fakat unutuyoruz. Belki de nefes aldığımız her defa aklımıza getirmemiz gerekir onu. Saatler sonra uykudan uyandığımızda düşünmeliyiz belki bir an. Ya hiç beklemediğimiz anda kesilirse nefesimiz? Uyumak üzere kapattığımız gözlerimizi bir daha hiç açamazsak? Hayatımızdaki en kıymetli varlığı; annemizi, babamızı, eşimizi, gözümüzden sakındığımız evladımızı ya da en iyi dostumuzu hiç beklemediğimiz bir anda kaybedersek? Ne kendimize ne de sevdiğimiz insanlara onu yakıştıramıyoruz bir türlü. 

Onun adı anıldığında çoğumuzun tüyleri diken diken oluyor, bakışlarımız donuklaşıyor, rengimiz soluyor. Ölümün her an kapımızı çalacağını aklımızdan bile geçirmiyoruz. Ashaptan bazıları bir gün Rasulüllah’ın mescidinde oturmuş gülüşüyorlardı. O esnada Hz. Peygamber içeri girdi. Gülüşmelerini görünce şöyle nasihatte bulunma ihtiyacı hissetti: “Aslında sizler ölümü çok sık hatırlamış olsaydınız şu gördüğüm vaziyette olmazdınız. Öyleyse lezzetleri yok edeni (yani ölümü) çok hatırlayın.” (Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 26; Zühd, 4.) Allah Rasulü’nün hatırlattığı üzere ölüm ağız tadını kaçıran bir gerçektir. Hatta insanın dünyadaki serüvenine dikkatle baktığımızda bu hayatta tek hakikat varsa o da ölümdür. Dünyaya gelen her canlı muhakkak ölümü tadacaktır. (Âli İmran, 3/185; Enbiya, 21/35.) İnsan nerede olursa olsun, ne kadar kaçarsa kaçsın, ne kadar çare ararsa arasın nafile… Ölüm herkese ulaşacaktır. (Nisa, 4/78; Cum’a, 62/8; Kıyame, 75/26-30.)

Bununla birlikte maddiyatın hükmü altına girdiğimiz günümüzde geleceğe dair bitmek bilmeyen emellerimiz uğrunda çabalarken ölümü aklımızın ucundan dahi geçirmiyor, yaratılış amacımızı unutuyoruz. Hatta öylesine bir gaflet içindeyiz ki her gün haber bültenlerinde karşılaştığımız ölüm olaylarını bile sıradan karşılıyor, aldırış etmiyoruz. Açlık, hastalık, kaza ve savaşlar nedeniyle nice insanlar hayatını kaybediyor. Çocukyetişkin, kadın-erkek, hasta-sağlıklı, güçlü-zayıf demeden ölüm herkesi buluyor. Zamanı asla bilinmeyen, kim olursa olsun herkes için kaçınılmaz bir gerçek olan ölümden ürküyoruz ve onu unutmak istiyoruz. Kimimiz korkudan, kimimiz dünyanın aldatıcı nimetlerine kapılıp gittiğinden, kimimiz de onu bir yok oluş saydığından… Yüce Allah hayatı da ölümü de dünyada kimin daha güzel ameller işleyeceğini sınamak için takdir etmiş (Mülk, 67/2.) ve kullarını ölüm gelinceye dek kendine ibadetle sorumlu tutmuştur. (Hicr, 15/99.) 

OSmanlılar, ecdad, ölüm, hatırlatma
Dolayısıyla insanın dünyaya geliş amacını unutmaması, hayatını istikamet üzere devam ettirerek ahiretini kazanabilmesi için ölümü hatırından çıkarmaması gerekir. Hz. Peygamber dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi olunmasını tavsiye etmiş, (Buhari, Rikâk, 3.) ölüm ansızın gelmeden iyi işler yapmak için acele edilmesini istemiştir. (Tirmizi, Zühd, 3.) Âhireti hatırlatması hasebiyle kabirlerin ziyaret edilmesine izin vermiştir. (Tirmizi, Cenaiz, 60.) Müminlerin en akıllısının ölümü en çok hatırlayanlar ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananlar olduğunu belirtmiş, (İbn Mace, Zühd, 31.) gaflete dalan, gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan, azıp haddi aşan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini unutan kimsenin ise ne kadar bedbaht bir kul oldu- ğuna dikkat çekmiştir. (Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 17.)

Osmanlılar zamanında ecdadımız da peygamberimizin ölümü hatırda tutmakla ilgili hadislerini göz önünde bulundurmuş olmalılar ki, mezarlıklar için şehrin en güzel yerlerini, herkesin gelip geçtiği, kolayca görebileceği alanları tercih etmişlerdir. Böylece ölümün korkulacak bir şey olmayıp aksine hayatla iç içe ve hayatı anlamlandıran yönünü ön plana çıkarmak istemişlerdir. Zira ölüm bir yok oluş değil, bizi bizden daha çok seven ve gözeten Rabbimize kavuşmanın ilk adımıdır. İmtihan dünyasının sonu olmakla birlikte ahiretteki sonsuz hayatımızın başlangıcıdır. Bize nereden gelip nereye gittiğimizi hatırlatan en güzel nasihatçidir. 

Dünyaya gelen her insan kendisine takdir edilen ömrü yaşayacak ve sonunda mutlaka ölecektir. Bu süre zarfında önemli olan, istikametimizi şaşırmadan Allah’a layık bir kul olabilmektir. Bunu başarabildiğimiz takdirde ölümden korkmamızı ve ölüm düşüncesini ötelememizi gerektirecek hiçbir sebep kalmaz. Artık ölümün anlamını kavramışız demektir. Biliriz ki Rabbimiz bizden hoşnut biz de Rabbimizden hoşnut bir şekilde O’na döneceğiz. Fakat dünyanın aldatıcılığına kapılıp geçici zevkler peşinde bir ömür tüketirsek ölümle yüzleşmekten korkar, hatta onu hatırlamak bile istemeyiz. 

Bu durumda ise ölümün anlamını yitirmiş ve Rabbimizin huzuruna hazırlıksız bir şekilde çıkacağız demektir. Dünyada ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olmamak için ölümü her zaman hatırımızda tutmalı, ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlanmalı ve Yüce Allah’tan hayatın da ölümün de hayırlısını niyaz etmeliyiz. 

Hayırlı Eş
İslam’a gönül veren Mekkelilerin vatanlarını terk etmelerinin üzerinden iki yıl geçer. Aylardan Ramazan… Yer Bedir… Mekke ile Medine arasında, kervan yollarının kesiştiği yerde bulunan bu küçük kasaba, bugün kıran kırana bir mücadeleye sahne oluyor. Küfrün azılı önderleri, İslam’ın kökünü kazımak için seferber olmuş, tam teçhizatlı heybetli bir ordu hazırlamışlar. Kin ve nefret hisleriyle dolu yürekleri, kibirli duruşlarıyla, bir zamanlar yan yana yürürken “Müslüman” oldukları için düşman kesildikleri kardeşlerine meydan okuyorlar. Sayıları çok daha az olan iman erleri ise “Haydi kalkın! Genişliği göklerle yeryüzü kadar olan cennete!” (Müslim, İmâre, 145.) diyen Rasulûllah’ın öncülüğünde onları korkusuzca karşılıyor. Yüce kitabında “Furkan Günü” olarak anıyor Rabbimiz bugünü. (Enfâl, 8/41.) Çünkü bugün, hak ile bâtıl birbirinden ayrılıyor. Müminler tek vücut olmuşken Allah Teala da üç bin meleğini yardıma göndererek (Âl-i İmrân, 3/124.) onlara şöyle buyuruyor: “Ben de sizinle beraberim. Haydi, iman edenlere destek olun!” (Enfâl, 8/12.) Vazifeli olduğu için Medine’de bırakılan birkaç mümin var ki onların da yürekleri burada çarpmakta. Onlardan biri, Allah Rasulü’nün damadı Osman b. Affân: Aşina olduğumuz ismiyle, Hz. Osman. 

Bedir’de savaş tüm hızıyla sürerken Hz. Osman, sevgili eşi Rukiyye’nin başında bekliyor. Bir yandan savaşa katılamamanın buruklu- ğunu duyarken bir yandan da nice zorlukları birlikte aştığı sevgili eşini kızamık hastalığının pençesinden kurtaramamanın üzüntüsünü yaşıyor. Önceleri Ebu Leheb’in oğlu Utbe ile nişanlı olan Rukiyye, İslam’ın aydınlığında kendisine hayat arkadaşı, can yoldaşı olmuştu. Hz. Osman, Müslümanların ilk yıllarda çektiği sıkıntıları onunla birlikte göğüslemiş, Rasulûllah’ın tavsiyesi üzerine onunla Habeşistan’a göç etmişti. Gurbetin yükünü onunla birlikte çekmiş, vatanlarına döndükten sonra yine el ele verip Medine’ye hicret etmişlerdi. Rukiyye’den “Abdullah” adında bir oğlu olmuştu Hz. Osman’ın, Ebu Abdullah künyesiyle anılır olmuştu. Ve işte şimdi henüz yirmi iki yaşlarında olan biricik eşini yalnız başına ebedî âleme uğurluyordu. Rasulûllah henüz

Sakin bir kişiliğe sahip olan Hz. Osman, Allah Rasulü’nün ifadesiyle “kendisinden meleklerin bile utanıp çekindiği” (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 26.) hayâ timsali, güzel ahlakıyla meşhur bir mümindi. 

Bedir’den dönmemişti. Bu yüzden Hz. Osman, onun emaneti olan sevgili eşinin cenaze namazını kendisi kıldırdı. Zafer müjdesini getiren haberciler geldiğinde Baki Mezarlı- ğı’nda defin işlemleri devam etmekteydi. Kızının cenazesine yetişemeyen Allah Rasulü, gitmeden önce “Sana, Bedir Sava- şı’na katılmış bir gazinin sevabı ve ganimet payı vardır” diyerek ona bakmakla görevlendirdiği (Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-nebî, 7.) damadı Hz. Osman’ı Bedir’e katılanlardan saydı ve ona ganimetten hisse verdi. Eşinin vefatıyla mahzun olan Hz. Osman’ın ise bambaşka bir üzüntüsü vardı: Rukiyye’nin vefatıyla hayat yoldaşını kaybetmekle kalmıyor Rasulûllah ile olan akrabalığı da sona eriyordu.

Sakin bir kişiliğe sahip olan Hz. Osman, Allah Rasulü’nün ifadesiyle “kendisinden meleklerin bile utanıp çekindiği” (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 26.) hayâ timsali, güzel ahlakıyla meşhur bir mümindi. Müminler için ne zaman bir yardım çağrısı yapılsa en büyük maddi yardımı yapmaktan geri durmazdı. Rabbinin kendisine bahşettiği serveti O’nun yolunda harcamaktan memnuniyet duyar, böylece O’nun rızasına erişmekten başka gaye duymazdı. Onun yüzünü güldürecek haber de bizzat Rabbinden geldi. Bir gün mescidin kapı- sında karşılaştığı Hz. Peygamber, kendisine şu müjdeyi verdi: “Ya Osman! Bu, Cebrail’dir. Kızım Rukiyye’nin mehri kadar mehir karşılığında, onunla yaptığın hayat arkadaşlığı gibi bir arkadaşlık yapmak üzere, Allah’ın (kızım) Ümmü Gülsüm’ün nikâhını sana kıydığını bana haber verdi.” (İbn Mâce, Sünne, 11/3.) Böylece Rasulûllah’ın iki kızıyla evlenme bahtiyarlığına eren Hz. Osman, diğer bütün üstün meziyetlerinin yanı sıra “Zünnûreyn” yani “İki nur sahibi” lakabıyla şöhret buldu ve hayırlı bir eş olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı. Öyle ki ikinci eşi Ümmü Gülsüm’ün vefatından sonra Hz. Peygamber, “Üçüncü bir kızım olsa onu da seninle evlendirirdim.” (Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, I, 178.) sözleriyle onu teselli edip kızlarına eş olmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Elif ERDEM Diyanet İşleri Uzmanı

bebek, islam, islami, isim, ad
Yeni doğan bebeklerine Allah'ın güzel isimlerini koymak isteyen anna babaların aklına çocuklara Allah'ın isimlerini koymak günah mı? Çocuklara Allah'ın isimleri verilebilir mi? soruları gelebilir.

Bu konu hakkında Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı Dini Soruları Cevaplandırma Platformu " Çocuklara Allah’ın isimleri koymak güna mıdır? Bu isimler çocuklara verilebilir mi? " sorusuna şu şekilde açıklama yapmaktadır. 

"Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (sas), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağırılacağını belirterek, 'Çocuklarınıza güzel isim koyunuz.' buyurmuştur. Çocuklara Allah’ın isimlerini vermeye gelince, hemen belirtmek gerekir ki Allah’a has isimler çocuklara verilmemelidir. Şayet çocuklara ilahî isimler verilecekse başına, 'kul' anlamına gelen 'abd' kelimesi eklenmelidir. Abdullah, Abdurrahman, Abdurrahim, Abdulkadir, Abdüllatif gibi." şeklinde bu soruyu yanıtladı.

cihat, islam, islami, dini
“Allah uğrunda hakkını vererek cihad edin.” (Hac, 22-78.)

Kur’an ve sünnetin önemli terimlerinden biri olan cihat, son yılların tartışmalı ve netameli kelimelerinden biri hâline gelmiştir. Bu durum, konunun anlaşılmaz, çetrefil, usul ilminin ifadeleriyle, mücmel ve müphem olmasından kaynaklanmıyor. Aksine terim, Kur’an’ın en açık konularından birini ele almaktadır.

Bugün bu terimi kullanmaktan Müslümanlar dahi çekinir olmuşlardır. Çünkü terimin etrafında olumsuz bir anlam dünyası oluşmuş- tur. Artık cihat kelimesi, bombaları, cesetleri, masum insanların vahşice öldürülmesini çağrıştırıyor. Ne yazık ki, böyle bir durumla karşı karşıyayız. Evet, Allah yolunda fedakârlığı ifade eden cihat kelimesinin parlak yüzü bugün kirletilmiştir. Cehaletin, bencilliğin, taassubun ve şiddetin çirkin dünyası bu kelimeye bulaştırılmıştır. Müslümanların birbirine karşı silahlı mücadeleleri bununla ifade edilir olmuştur. Bu, terimin İslami literatürdeki kullanımından tam bir sapmayı göstermektedir. 

Müslümanlar arasındaki şiddetten, ne yazık ki, bu terimin anlamı da nasibini almıştır. Batılılar İslam’ı hep ‘kılıç dini’ olarak tanıtmışlardır. Asırlardır bu temayı işlemektedirler. Bugün de bunun bir devamı olarak islamofobi kavramını kullanmaktadırlar. Birtakım örgüt ve gruplar da, akıl almaz tutumlarıyla bunları destekler bir tavır içerisine girmişlerdir.

Oysa bu dini gönderen Allah Teala, kendisini sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olarak bizlere tanıtmaktadır. O’nun kelamı Kur’an’ın da en bariz özelliği, rahmet ve şifa kaynağı oluşudur. Doğal olarak onun elçisi de bu vasıftan yoksun olamazdı. Nitekim Allah Rasulü’nün de âlemlere rahmet olarak gönderildiği bizlere bildirilir. 

Dolayısıyla İslam’ın ‘korku’, ‘şiddet’ ve ‘terör’le anılması, bu dine yapılabilecek en büyük iftiradır. Masum insanlara bomba yağdırmanın, onları hunharca öldürmenin cihatla ne alakası olabilir? Aslında cihat, İslam’ın rahmet ve güzelliği ile insanların tanışması değil mi? Ama yaşanan bu müessif hadiseler, insanların İslam’la tanışmaları şöyle dursun, ondan uzaklaşmalarına sebep olmaktadır. Cihat, İslam’la insanlar arasında köprüler kurmanın metodudur. Ancak meydana gelen yürek yaralayıcı olaylar, bu köprüleri yakmakta ve yıkmaktadır. 

Cihat, hakikate susamış gönülleri rahmet dinine açma yöntemidir. Yine cihat, i’lay-ı kelimetullah yani Allah isminin yücelmesi, O’nun dininin yükselmesidir. Ama bu gelişmeler, insanlık nazarında İslam’ın itibar kaybetmesine sebep olmaktadır. Cihat İslam’ın lokomotifi mesabesindedir. Bu din, çağlar sonrasına, kıtalar ötesine cihat sayesine ulaşmıştır. Bu sebeple onun geleceğe yürüyüşü dün olduğu gibi bugün de cihatla mümkün olacaktır.

Bizim gelecekte insanlığa söyleyecek bir sözümüz olacaksa, bu cihatla mümkün olacaktır. Dolayısıyla cihadı bir tarafa koymak İslam’ın kolunu, kanadını budamak demektir. Yine bu, Müslümanların bastıkları dalı kesmeleri, kendilerini var eden ruhu, dinamizmi yok etmeleri demektir. Ashab-ı kiram, cihat ruhunu kavradığı için yollara revan oldu, ülke ülke, kıta kıta dolaştı. Sonraki Müslümanlar da onların yolundan gittiler.
islam dini evrenseldir

Böylece İslam Asya’ya, Afrika’ya, Uzak Doğu’ya ve diğer coğrafyalara ulaştı. Milyarlarca insan hidayete erdi, İslam’ın fazilet yolunu benimsedi. Asırlarca İslam coğrafyasının dini tevhit oldu. Putlara tapılmadı, kula kulluk edilmedi. İnsanlar tiranların, zalimlerin boyunduruğundan kurtuldu. Hakkı, adaleti ve fazileti hayatın gayesi gördüler. İşte bütün bunlar cihat sayesinde olmuştur. Cihadın gayesi, hakkı üstün tutmak ve hâkim kılmak için gayret göstermektir.

Bunun çeşitli yolları vardır. Öncelikle cihadın sadece savaştan ibaret olmadığını belirtmek gerekir. İlgili ayet ve hadisler birlikte değerlendirildiğinde, bu terimin, nefisle mücadele etmek, Allah’a kulluk yapmak, İslam’ı tebliğ etmek, onun uygulanması için çalışmak gibi geniş bir muhtevası vardır. 

Diğer bir anlatımla terim kalp, dil, el gibi beşeri aksiyonun ortaya konulduğu her vasıtayla Allah yolunda gayret göstermeyi ifade etmektedir. (Ahmet Özel, “Cihad”, DİA, VII, 528.) İslam, hak ve hakikat davasını barış yoluyla ger- çekleştirmek ister. (Buhari, Cihat, 112.) Sırf din farklılığı sebebiyle diğer milletlere savaş ilan etmez. Ancak yeryüzünden savaş da hiçbir zaman eksik olmamıştır. Hele hak ve hakikat mücadelesinin düşmanları daima var olmuştur. 

Dolayısıyla İslam, savaşı arızi, geçici bir durum olarak görmüştür. Müslümanlar fiilî bir savaşa, saldırıya maruz kalırlarsa bu söz konusu olur. Hatta bu durumda kendi dinlerini vatanlarını korumak onlar üzerine farz olur. Cihadın gayesi, gayrimüslimlere İslam’ı ulaştırmak ve ondan haberdar olmalarını sağlamaktır. Ancak burada baskı söz konusu değildir. Tarihte de Müslümanlar dini böyle anlayıp uygulamamışlardır. Çünkü din, ancak insanın kendi irade ve tercihiyle kabul edilir. Baskıyla insanlar ancak dini kabul eder görünürler. Ancak Müslüman ve dindar olamazlar.

slam savaşla ilgili oldukça önemli bir düzenleme getirmiştir. O da, savaş ahlakıdır. Dolaysıyla savaş demek, düşmanla ilgili her şeyi mubah görmek, önüne geleni öldürmek, yakıp yıkmak asla değildir. Mesela savaşta aşırı gidilmez. (Bakara, 2/190.) Karşı taraf savaşı bıraktığında savaş sürdürülmez. (Enfal, 8/61.) Yine düşmanla yapılan anlaşmalara sadakatsizlik edilmez. (Tevbe, 9/7.)

Geçen asırlarda uluslararası ilişkilerde maddi kuvvet ve savaşta galibiyet, üstünlük sebebiydi. Ancak günümüzde ekonomi ve kültür alanlarında güçlü olmak da son derece önemli bir hâle gelmiştir. Bilim, kültür, sanat, eğitim ve medya alanlarında önde giden topluluklar diğerlerine üstünlük sağlamaktadır. Toplumlar medya üzerinden birbirini vurmakta, kültürel yapılar ve manevi dinamikler bu yolla çökertilmektedir.

Şu hâlde günümüz cihadında, ilmî ve kültürel faaliyetler öncelikli bir hâle gelmiş bulunmaktadır. Nitekim henüz savaşa izin verilmeyen Mekke döneminde cihatla ilgili ayetlerin gelmiş olması yine Müslümanların Kur’an’a dayanarak inanmayanlara karşı büyük mücadeleye çağrılmaları bu tespiti doğrulamaktadır. (Furkan, 25/52.) Geçen asırda Müslüman topluluklar topraklarını düşmanlardan temizleyebilmek için seferber olmuşlardır. Tarihlerinin en acı ve ıstıraplı dönemlerinden birini yaşamışlardır. 

Neticede, düşman istilasından topraklarını kurtarmayı başaran Müslümanların kültür istilası karşısında aynı başarıyı gösterdiklerini söylemek mümkün değildir. Müslümanlar açısından kültürel istila, onların topraklarını istila etmek kadar tehlikelidir. Çünkü bağımsızlık, manevi kimliği devam ettirmekle esas anlamını kazanır. Dolayısıyla bugün Müslümanların kendi nesillerini günah batağına saplanmaktan korumaları, en önemli görevleri hâline gelmiştir. Bu açıdan günümüzde cihadı bu açıdan ele almak ve değerlendirmek gerekmektedir.

Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI (Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi)

iman tarihi, mümin
Resulullah devrinde sahabenin sahip olduğu itikad esasları, bizlere, şüpheye mahal bırakmayacak derecede intikal etmiştir. Şöylece özetlemek mümkündür.

 1) Bu alemin, kemalin son noktasını ihraz edeli bir yapıcısı vardır. Bu yaratıcı kemal sıfatları ile muttasıftır.
2) O, peygamberler göndermiştir ki, Muhammed (A.S.) onlardandır ve o, Allah'tan haber verdiği şeyler hakkında sadıktır.
3) İkinci bir hayat, ahiret vardır. 

Sahabenin itikadi mevzularda tamamen itminan halinde bulundukları ve bu meseleler üzerinde inanç bozukluğundan neşet eden münakaşalara giriş­medikleri malumdur. ( 4) 

Peygamberlerin getirdikleri inanç esasları iman tarihinde bazı aşamalar kateder:

1) İlk aşama: bizzat peygamberlerin hayatlarında, onlara inananların devridir. Bu devirde müminler, Peygamberleriyle devamlı irtibat halinde bulunduklarından kalplerinde en küçük bir tereddüde mahal kalmaz, karşılaştıkları güçlükleri, zihinlerini kurcalayan meseleleri derhal Peygamber (A.S.) e açarlar, onun izah ve irşadlarıyla hemen kalbi rahatlığa ererlerdi. İşte bu devrin iman hayatı en yüksek seviyededir. (1). Çünkü Resulullah ilahi davetini yaparken; Kur'an-ı Kerim ayetlerini okurken onu dinlerler, kalplerinde onun getirdiği  kitaba iman, peygamberliğine karşı sarsılmaz bir güven hasıl olurdu. (2). Bu sebeptendir ki, vahye dayanmış olan bu itikad esaslarında akıl yürütmeye, cidale lüzum kalmamıştır. (3)

 İşte ·bu devirde inananlar «... Allah yolunda savaşırlar ve hiç bir kınayanın kınamasından çekinmezler ..» ( 4)

 İman onların bütün ruhlarını sarmış azimlerini çelikleştirmiştir. Artık Allah yolunda malları ile canları ile mücadele etmekten, imanları uğrunda seve seve ölmekten çikinmezler. İslam tarihinin iman bakımından bu altın çağı ve altın nesli sayısız örneklerle doludur. İnandıkları için müşriklerin akla gelmedik kınamalarına hatta işkencelerine maruz kalan, sonunda. şahadet mertebesine erişen zevatın hatıraları iman tarihi sayfalarında pırıl pırıl parlamaktadır.

Bu çağda ufak tefek fikir ayrılıkları hiç de mühim. neticeler doğurmamış, ruhi ayrılıklara sebep teşkil etmemiştir. Cereyan eden basit çaptaki münakaşalar sadece inancı kuvvetlendirmek, islami bilgisini ilerletmek ve dinin şeriat denilen fer'i meselelerini · halletmek gayesine bağlı. olmuştur. (5) Sahabe devri bu iman kuvvetiyledir ki peygamberin getirdiği hsuslarda vahiyden başka delile, burhana ihtiyaç hissetmemiş her şeyi büyük bir temiz kalplilikle kabul etmekte tereddüt etmemiştir. Zaten peygamberden alı­nan cevap ve direktiflere her müslümanın itaat etmesi de, tabii idi. (6) Rasulullah devrinde iman hayatının karakterini mutlak bir inkıyad ve teslimiyet hali süslüyordu.

Onlar Allah'a Kur'an'da bizzat C. Hak'ın kendisini tavsif ettiği gibi_ inanıyorlar, peygamberlerin izahı ile yetiniyorlar, ileride çok şiddetli münakaşalara yol açmış olan te'villere, teşbihlere, tekyiflere sapmı­yorlardı. (7)

Onlar müteşabih ayetler ve kader mevzularında da en muhafazakar tutumu tercih ediyorlar, Rasulullah'ın men ettiği fikir tartışmaları ve kur'an'ın yasakladığı yorumlardan kaçınıyorlardı. (8) Tekrar ederek şunu da söyliyelim ki, bu haleti ruhiyenin doğuşu ve bu seviyeye -yükselişinde Peygamberimizin bizzat hayatta oluşu, onun en güzel örnek (9) olarak karşılarında duruşu birinci derecede rol oynayan faktördür. Daha sonraları sistematik eserlerde izah edilmiş olan selef akaidi işte Resulullah ve Sahabe devri akidelerinin karakterini formül haline getirmektedir.

2) İkinci Aşama: Peygamberlerimizin Vefatı ile başlar. Artık o güzel örnek gözlerden uzaklaşmış, her çeşit müşkilatı bir· anda hallediveren manevi ilham ve vahiy kaynağı ile maddi irtibat kesilmiştir. İşte bu devrede iman zaafları, farklı unşurların da tahriki ile ortaya çıkar, ufak tefek münakaşalar başlar, Bırçıa karşılık Peygamberimiz (A.S.) ın bıraktığı dini mirası korumak, onu. yaymak ve tesbit. etmek için samimi inanmışlar arasında büyük gayretIere. dayanan faaliyetlere şahit oluruz. Nitekim Hz. peygamber (S.A.V.) in vefatından sonra·.da ·böyle -olmuştur. 

Kelam ilminin doğuşunu hazırlayan sebep ve hadiseler ufaktan başlayarak gittikçe büyür ve büyüdükçe ehemmiyet kazanan, hatta bazen silahlı çatışmalara kadar varan ihtilaflar, işte hep ilahi vahiy nurunu şahsında parıldatan sevgili Peygamberimizin irtihalinden sonra, gelişmiştir. İşin garibi, çok basit de olsa münakaşa istidadı gösteren bazı fikir ayrılıkları, daha Rasulullahın son demlerinden kendini göstermeye başlamıştır. (2)

Sonuç olarak; Resullah'ın son hastalığından itibaren başlayan ihtilaflar artık bu devirde köklü çatışmalar halini almış, islam alemine giren yabancı unsurların muzır faaliyetleri neticesinde adamakıllı ciddiyet kesbetmiştir. 

(1) · Prof. M. Tanci adı geçen eser s. 34 (2) İbn Hazın, el- Faslü fi'l-Milel ve'FEhvai ve'n-Nihal c. V. s. 19. (3) Dr. İrfan Abdülhamid; Dirasat fi'l-Fırak ve'l-Aki\idi'l-İslamiyye s. 124. (Mustafa Abdürrezzak'- tan naklen) (4) el-Maide, 54 (5) Dr. İrfan Abdülhamid, adı geçen eser s. 124 ve devamı (6) Abbas İkbal, Hanedan-ı Nevbahti IV. fasıl s. 25-26 Tahran 1311. (7) Daha geniş ·bilgi için bak, Ibn Teymiyye, Mecmuatü'r-Resai!i'I-Kübra 9. (risale) el-Akidetii.'J. Vasitiyye) (8) Dr. Kemal Işık, Mu'tezilenin Doğuşu s. 19, Ankara 1967 (9) el-Ahzap, 21
 

kurban kesmek, adak adamak
"De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir." (En'âm sûresi, âyet 162)

Ayeti kerime de, Kurban olarak anlamlandırılan " nüsük" kelimesi, bazı müfessirlere göre ibadet olarak açıklanmıştır.

Konuma, her zaman iftiharla yad ettiğimiz, üstadımız, büyük şairimiz, iman insanı merhum Akif'in bir şiiri ile başlamak istiyorum. O müthiş insan, bir ömür boyu hurafe ile, şirkle, uyduruk şeylerle mücadele etmiş, vefatına kadar da bu kutsal yoldan bir milim ayrılmamış bir kahramandır!.. Kabri nur dolsun!..

"Ha bu din, iman, takva; inan ki hepsi yalan,
Sen onları kendine, taptırırsın vesselam!
Derdin davan sadece, hepsi nefsi saltanatın,
Şimdilik putu sensin, tapılan menfaatın!
Hey kukla kafalı adam, dinle sözümü tut,
Bunların dilinde Hak, ama kalbi daha put!" (M. Akif)

Teessürle, üzülerek ifade etmeliyim ki, İslam, Müslümanlar, her türlü putçuluğun, çirkin hurafelerin içerisinde debelenip durmaktadır! Beni Ümeyye'nin idareyi işgal etmesi ile birlikte, o gündür, bu gündür bir türlü kendimize gelememiş, belimizi doğrultamamış, süklüm-püklüm bir halde, uydurulan, peydahlanan şeyleri din diye, dini emir diye yaşayıp durmaktayız.

Kendimiz de, biliyoruz, en cahilimiz de anlıyor ki, tüm bu yaşananlar din, dini emir, Kur'anî ifade değildir!.. Ama, ne çare ki, mecbur bırakılmışız, hacısı, hocası, okumuşu, okumamışı, bilgini, bilgisizi, aydını, entelektüeli de bu yanlış çığırda yuvarlanıp, asırları tüketmektedir.

Bilhassa, Anadolu toprakları, Türkiye insanları, serapa türbelerin etrafında, yatır ve kabirlerin yanıbaşında, kendinden geçmiş, yaşadığını unutmuş, ha bire yatanlardan istimdat, medet, şefaat, ümid ederek, ellerini sürmekte, sırtını sıvazlatmakta , daha olmadı, kurbanlar, adaklar adayarak, söz konusu makamların etrafını kan gölüne döndürmektedir.

Allah'tan Başkası Adına Kurban Kesmenin Hükmü


" Allah (cc) buyuruyor : "De ki. Namazım, kestiğim kurban, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun hiç bir ortağı yoktur. Müslümanların ilki olarak bununla emrolundum." (En'âm: 162-163)

" Rabbin için namaz kıl, kurban kes." (Kevser: 2)

Ebu Talha (ra) şöyle rivayet etti: Rasulullah ( s.a.s.) bana dört şeyden bahsederken şöyle dedi: " Allah (cc) kendisinden başkası için kurban kesene, ana-babasına lanet edene, kendisine kısas yapılacak kimseyi saklayana, arazilerin hudutlarını değiştirene lanet etmiştir." (Müslim)

adak-koyun-kurban
Yukarıdaki ayeti kerimelerden ve hadisi şeriflerden anlaşılıyor ki: Allah için kurban kesmek tıpkı namaz gibi Allah katında büyük değeri olan bir ibadettir. Nitekim kurban kesmek Kur'an'ı Kerim'de bir kaç yerde namazla beraber zikredilmiştir. 

Allah için kurban kesmek önemli bir ibadet olduğu gibi Allah'tan başkası için kurban kesmek de büyük şirklerdendir. Putlar için, mezarlar için, kendisine fayda sağlayacağını zannettiği ölü veya diri bir kimse için ya da bir kimseye saygı gösterdiğini belli etmek için kurban kesmek büyük şirktir.

Bir Sinek Yüzünden Biri Cennete, Diğeri Cehenneme Girdi


Kurban kesen kişi ister doğrudan doğruya Allah'tan başkasının adını zikrederek kurban kessin, isterse Allah'a yaklaşacağını zannederek Allah'tan başkasının adıyla kurban kessin farketmez, büyük şirk işlemiş ve İslam dininden çıkmış olur. Allah'tan başkası için hayvan kesilirken Allah'ın ismi zikredilse bile bu hayvanın etini yemek haramdır.

Fakat Allah rızasını kazanmak niyetiyle Allah adına kurban kesip; " Allah'ım! Bundan meydana gelen sevabı falan kişiye ver" demek caizdir. Tarık b. Şihab (ra) Rasulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Bir sinek yüzünden adamın biri cennete,diğeri de cehenneme girdi." Sahabeler: "Bu nasıl oldu ey Allah'ın Rasulü?" dediler. Rasullulah şöyle buyurdu:

"İkisi beraber bir şehre uğradılar. Bu şehir halkının oradan her geçenin mutlaka kurban takdim etmesi gereken bir putları vardı. Birine: "Bir kurban takdim et" dediler. O da: "Takdim edecek hiç bir şeyim yok ki" dedi. Onlar da: " Hiç değilse bir sinek takdim et" dediler. O da bir sinek takdim etti, yolunu açtılar, serbest bıraktılar. Allah (cc) o kişiyi bu amelinden dolayı cehenneme soktu. Diğerine. "Sen de takdim et" dediler. O da: "Allah'tan başka hiç bir şeye sinek dahi takdim etmem" dedi. Boynunu vurdular. Ve o adam bu yüzden cennete girdi." (Ahmed)

Bu hadisten anlaşılıyor ki sırf başkalarının kötülüğünden korunmak için Allah'tan başkasına, istemeyerek ve kıymetsiz bir hayvanı dahi olsa kurban etmek, insanın cehenneme girmesine sebep olur. Bu da bir sinekle dahi olsa bile Allaha şirk koşmanın ne kadar büyük haram olduğunu gösteriyor. 

Diğer kişinin ölümü göze alıp imanında sebat etmesi mü'minlerin şirke karşı tutumlarına çok güzel bir örnektir. Mü'minlerin şirkten şiddetle kaçınmaları ve şirke düşmemeye dikkat etmeleri imanın bir şartıdır. Çünkü insan bilmeden de olsa, cehenneme girmesine sebep olabilecek bir şirk işleyebilir. 

Cehenneme giren kişi Müslümandı ve daha önce cehenneme girmesine sebep olabilecek bir amel işlememişti. Çünkü Rasulullah (s.a.s) " Bir sinek yüzünden cehenneme girdi." buyurmuştur. 

Müslümanların hayır ve şer hiç bir ameli küçümsememeleri gerekir. Zira müşrikler bile işlerin ne maksatla yapıldığına önem verirler. Böyle olmasaydı müşrikler adamı bir sinek kurban ettiği için asmazlardı."

Hakikaten, Türkiye coğrafyasını baştan sona gezecek, görecek olsak, nelere şahit, ne tür rezaletle karşılaşır, neler müşahade ederiz. Tabii ki, millet olarak, kitle olarak kabirlerimizde olacak, türbe ve yatırlarımız da bulunacaktır!.. Bu hususa, kimsenin bir söz demeye, eleştirmeye hakkı ve hukuku bulunmamaktadır.

Lakin, mes'elenin garip olan tarafı şudur: İnsanlarımızın, oralara giderek veya kurban adayarak türbe-yatır çevrelerinde adaklarını kesmeleri, kesilen kurbanın kanlarını zikredilen mahallere sürtmeleridir. Sonra da, " Ey türbe!.. Ey Kabir sahibi!.. Bak!.. Bizler, sana geldik, senin yanında kurbanlarımızı kestik, bunu bizden kabul buyur!" dercesine ricada bulunmaları, yardım istemeleridir.

Çünkü, bu tür bir eylem ve amel, ne Rasulullah (sav)'in , nede Sahabe-i kiram devirlerinde vuku bulmamıştır!.. İnsanımız, ne zaman Kur'an Müslümanlığından uzaklaşmaya başladılar, rivayet kültürlerinin, " dedim" "dedi"lerin kurbanı oldular, camii kürsülerinde hikayeler anlatılmaya başlandı işte, o tarihten bu yana mevzu bahis edilen yerlerde bu çirkinlikler, böylesi şirkler işlenmeye başlanmış oldu.

Hollanda ülkesinde, yakinen tanıdığım bir dostum vardır. Evladı, ne zaman bir kaza geçirse, ne zaman çocuk bisikletten düşmüş olsa, hemen, hanımına, " Çabuk olun, bir kurban kesin de çocuk bir daha kaza geçirmesin" telkinini, tembihini hiç bir zaman unutmam. Oysa,

Adak kurbanlarını yerine getirmek dini, vacib olan bir vecibedir!.. Adak yapılırsa, adak sahibinin sözünü yerine getirmesi, kurban kesmesi lazımdır. Bundan umulacak fayda sadaka sevabıdır!.. Fakirlerin, olmayan muhtaç insanların müstefid olmalarıdır. Ama, bunu tutar da, " Çocuk, bir daha düşmesin, ayağı, başı yarılmasın" amacıyla kurban kesilirse, sonucu ağır olacak.. Çocuk, ikinci, üçüncü kez kaza geçirdiği vakit, inkar, red başlamış olacaktır.

Kabir, mezar, türbe, yatır başlarında kesilmekte olan kurban kesme ameliyeleri benim nazari dikkatimi çekmektedir. Daha doğrusu benim imani, vicdani açıdan hoşuma gitmemektedir!..
Bir kere, türbe ve yatır yanları, kurban kesme mahalli değildir!.. Kabir niçin ziyaret edilir? Tabii ki, orada medfun bulunan zata selam verilir, dua edilir ve o makamdan, o yerden ibret alınır, dünyanın fani olduğu düşünülür, ölüm hatırlanmış olunur.

Ama, böyle yapmayıp da, kabirlerden, yardım, medet, istimdat beklenirse, bu tavır, şirk değil de ne olabilir?

Aslında, insanlarımızı bu tür şirk vari şeylerden kurtarmak için, cami kürsülerimizde, minberlerinde bunun üzerinde durulması, anlatılması gerekir. Hem de, bıkmadan, usanmadan, bıkkınlık getirmeden anlatmak, izah etmek en büyük hizmet olacaktır.

Yani, günümüz Müslümanlarının, Kur'an'a yönelmesi, onu çok çok okuması, anlaması ve yaşaması şer'î bir zorunluluktur!.. Onu ne kadar çok okur, anlar ve yaşamış olursak, vallahi, şirkin kapısı kapanacak, hurafelerin çoğalma alanları tıkanmış olacaktır.

Rabbim!.. Aziz milletimize, Kur'anî bilinç nasip eylesin. Selam ve dua ile.

Şerafettin Özdemir

Sami Yusuf Konya Konseri
Sami Yusuf; "Her zaman Türkiye'de bir konser turu gerçekleştirmek için benim bir rüya olmuştur. Sonunda bu dileğim gerçek oldu. Biz şu tarihlerde Türkiye'de canlı performans vereceğiz, orada buluşmak dileğiyle"

Sami Yusuf, 10 Nisan ve 19 Nisan arasında Türkiye'de konserler vermeye geliyor.

Twitter'dan #2015LiveInTurkey hastagıyla Sami Yusuf resmi twitter hesabından ve Facebook sayfasından duruyulan konser turunda, Konya, Erzurum, Kocaeli, Gaziantep canlı performansları yer alıyor.

Konserlerin detaylı bilgilerine, yer ve zamanına aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz;

Konya - Konya Büyük Şehir Belediyesi Spor ve Kongre Merkezi (10 Nisan)
Ankara (14 Nisan)
Erzurum - Havuzbaşı Meydanı (17 Nisan)
Kocaeli - Gebze Alaaddin Kurt Stadyumu (18 Nisan)
Gaziantep - Şahinbey Spor Salonu / Karataş (19 Nisan).

Sami Yusuf 2015 Türkiye Turu konserlerinin detaylı bilgilerine ve bilet alım işlemlerine ulaşmak için http://www.samiyusufofficial.com/main/tour adresini ziyaret edebilirsiniz.

Sami Yusuf Konseri - Konya Büyükşehir Belediyesi Spor ve Kongre Merkezi


Sami Yusuf Konseri - Gaziantep Şahinbey Spor Salonu Konseri

 

Sami Yusuf Konseri - Ankara Alışveriş Festivali

 

Sami Yusuf Konseri - Erzurum Havuzbaşı Meydanı

 

Sami Yusuf
Sami Yusuf'un geçtiğimiz yıl çıkardığı "The Center" albümünün sevilen parçası "Lament" Türkçesiyle "Yakarış" adlı parçasına çekilen yeni klibi yayınlandı.

Lament adlı parçada Ağıt türü müzikte yaptığı eserleriyle tanınmış Endülüs Muhyiddin İbn Arabi'nin sözlerini kullanan Sami Yusuf, bu türde yeni bir düzenlemenin ve bakış açısının kullanıldığını belirtmişti.

Tamamen Sami Yusuf tarafından gerçekleştirilen, bu sanatsal ve geleneksel-odaklı parçayı dinlemek ve video klibi izlemek için aşağıdaki bağlantıyı kullanabilirsiniz.

Sami Yusuf - Lament (Yakarış) videosunu 2160p, 1080p çözünürlükte izlemeyebilirsiniz:

Sami Yusuf - The Gift of Love adlı yeni parçası çıktı ! dinlemek için tıklayın

Sami Yusuf İstanbul'da ! Haberin devamı için tıklayın

Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *