Nisan 2014

İslam ve Çocuk
"Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır." (Tahrîm sûresi, âyet 6)

Çocuklarımız, bizim her şeyimizdir. Evlerimizin süsü, gönlümüzün süruru, ülkemiz ve insanlık adına yarınların teminatıdır. Nice nice çocuk olmayan evleri görür ve onlar adına üzülürüz. Çünkü, tıpkı, kuş cıvıltıları gibi, çocukların cıvıl cıvıl ses vermeleri, kendi aralarında kuşlar misali oynamaları, dedenin dizine oturup, babanın, annenin kucağına sığınmaları ne demektir? Lakin, tüm bunlar olurken, büyüyen, yetişen yavrularımızın istikballeri, yetişmeleri, hayata güzel bir şekilde atılmaları için neler yapıyoruz, neler yapmamız lazımdır?
"Psikologlar, ergenlik ve çocukluk dönemlerinin gelişme ödevlerini araştırmaya önem vermişlerdir. Gelişme ödevleri, çocuğun düzgün bir şekilde nefsî gelişmesini sağlaması için öğrenmesi gereken şeylerdir. Psikologlar, ergenlik ve çocukluk dönemlerinde gelişmenin sağlanması için önemli birkaç gereksinimi dile getirdiler. Bunlardan biri, çocukluk döneminde çocuğun şahsiyetinin sağlıklı bir şekilde gelişmesi için " güven duygusu"nun gerçekleşmesidir.
Çocukta güven duygusunu gerçekleştirecek olan ona sevginin, şefkatin, iyi davranışın gösterilmesi, ona değer verilmesi ve takdir edilmesidir. Bu, onun kendine güven duygusunun gelişmesini sağlar, şahıslara karşı olumlu bir anlayışının oluşmasına yardımcı olur.
Rasûl (s. a.s.), torunları Hasan ve Hüseyin'i sevgi ve şefkatle sarar; onları önemser, sırtında taşır ve öperdi. Üsame b. Zeyd anlatır: " Bir akşam, bir ihtiyaç için, Rasûl (s.a.s.) 'in kapısını çaldım. Rasûl ( s.a.s.)'in sırtında, ne olduğunu bilmediğim, örtülü bir şey vardı. İşim bitince sordum: Arkanızdaki üzeri örtülü şey nedir? Açınca baktım ki Hasan ve Hüseyin, kalçalarına asılmış vaziyetteler. " Bu ikisi, oğullarım, kızımın oğulları, Allah'ım, ben bu ikisini seviyorum, sen de sev. Onları sevenleri de sev." buyurdu." (Hadis ve Psikoloji, m.o.necati, sayfa 189-190)
Rasulullah (sav)'in hali, çocuklara karşı tutumu böyle iken, yavrularımıza karşı bizlerin davranış, tutum ve hoş görüleri nasıldır? Şahit olduğum kadarıyla, zannederim bu konuda sınıfta kalmış oluruz. Çünkü, en basiti, Cuma günleri, Bayram, kandil ve Teravih gecelerinde camilere gelen çocuklarımız, büyükler tarafından, görevliler tarafından azarlanmakta, öfkelenilmekte, hatta, bir daha gürültü yapmamaları için çocukların camiye getirilmemesi sitemlerle duyurulmaktadır.
Çocuklarımız evlerinde, anne, babalarının, büyüklerinin yanlarında yine horlanmakta " het" "hüt" " döverim" "asarım" "keserim" tehditleriyle çocuklarımızın gözleri korkutulmakta, psikolojileri bozulmaktadır. Ondan dolayı, bu defa çocuklarımız, normal, serbest, özgür iradeli , şahsiyet sahibi, kişilikli bir şekilde yetişmemektedir. İçe kapanık, boynu bükük, pısıl pısıl, ezilmiş, baskı altında yetişmiş bir şekilde büyümektedirler.
" Bera anlatır: " Rasûl ( s.a.s.)'i, Hasan'ı omuzlarına almış bir vaziyette gördüm. Allah'ım, ben bunu seviyorum, sen de sev." buyurdu.
" Rasûl ( s.a.s.)'e soruldu: Ailenden sana en sevimli olan kim? Hasan ve Hüseyin. Fatıma'ya " Oğullarımı çağır." derdi. Onları koklar ve kucağına alırdı."
Ebu Bureyde anlatır: " Rasûl (s.a.s.) bize hutbe okuyordu. Birden, Hasan ve Hüseyin, üzerlerinde kırmızı gömlek olduğu halde, düşe kalka geldiler. Rasûl ( s.a.s.) minberden indi, onları tutup önüne koydu. Sonra: Allah " Mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir imtihan sebebidir." derken ne kadar doğru buyurmuş. Şu iki çocuğun düşe kalka geldiklerini gördüm, dayanamadım, sözümü kesip onları buraya getirdim."
Abdullah b. Şeddad babasından rivayet eder: " Rasûl ( s.a.s,) öğle veya ikindi namazlarından birinde, Hasan ve Hüseyin'i kucağında huzurumuza çıktı. Rasûl (s.a. s.) ilerledi ve namaz için onu yere koydu. Namaza durdu, secdeye vardı ancak uzattı. Anlatan derki başımı kaldırıp baktım ki çocuk, Rasûl ( s.a.s.)'in sırtında, hemen başımı secdeye koydum. Rasûl (s.a.s.) namazı bitirince, cemaat sordu: Ya Rasulallah, namazın ortasında secdeyi uzattın, bir şey oldu veya vahiy geldi sandık. Hiç bir şey olmadı ancak oğlum sırtıma bindi, kendi ininceye kadar kalkmak istemedim." ( a. g.e. sayfa 190-191)
Oysa, günümüze geldiğimizde her halimiz, çocuklarımıza karşı tavrımız çok çok farklıdır. Rasulullah (sav) devrindeki hoş görüyü kaybetmiş, öfkeli, azgın suratlı, hemen bizi azarlayacak gibi bir haldeyiz. Her hafta, camii kürsülerimizde, cemaatlerin mescidde nasıl oturmaları gerektiği , " sus" bile dememeleri hususunda tembih üstüne tembihlerle karşı karşıyayız.
Sanki, mescide gelmekte olan Müslümanlar, esir, dilleri bağlanmış, soru soramazlar, bilgi alamazlar, yasaktır, günahtır kabilinden baskılarla yüz yüze bırakmışlar insanları. Hatta, sürekli diz üstü oturmak müstehap olup, dizlerini uzatmaları kat'iyyen yasaktır.
Dolayısıyla, biz çocuklarımızla çocuk olamıyoruz. Onların dünyasından habersiz, eskilerden, atalardan, dedelerden örnekler göstererek, çocukların yetişme çağını anlamak istemiyoruz. İnternet yasak, futbol günah, Tv. karşısında çakılıp kalmak beyhude zaman öldürmek vb. kuruntularla onları her şeyden alıkoymaktayız. Halbu ki;
" Önemli gelişme ödevlerinden biri de bedenlerinin; oyunlar ve spor oyunları yoluyla vücut sağlıklarının geliştirilmesidir. Rasûl ( s.a.s.) çocukları ve gençleri ok atmaya, bunu en iyi bir şekilde yapmaya teşvik ederdi. " Rasûl ( s.a.s.) çarşıya çıkınca, Eslem kabilesinden bir grubun yarıştığını gördü: "Ey İsmail oğulları! Atın, babanız İsmail atıcıydı." İki takımdan birini tutarak, "Atın! Ben falan takımdanım." deyince atmayı bıraktılar. " Atın " dedi fakat sordular: " Ya Rasulallah, sen falan takımı tutarken biz nasıl atarız?!" " Atın, ben hepinizle beraberim." buyurdu." ( a.g. e.s.191 )
Netice olarak;
Yetişmekte olan neslimizle ilgilenmek, onlarla aynı yaşı yaşamak zorundayız. Çocuklarımızın her hayırlı amelde yanında olmalı, piyes, tiyatro, edebiyat, şiir yarışmaları, sanat, matematik, vb. her alanda onlara destek olup, başarılarını kutlamalıyız.
Kur'an'ı Kerim'i okuma,. anlama ve yaşama yarışmalarında, ellerimiz patlarcasına onları alkışlamalı, başta Arapça , İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca vb. lüzumlu, gereksinim duyulan lisanları öğrenmeleri için tüm imkanlarımızı kullanıp, yardımcı olmalıyız.
Haram yolları, kötülükleri, içkiyi, kumarı, sigarayı, uyuşturucu maddeleri anlatırken, satanizmi izah ederken korkutmadan, cehennemde yakmadan izah etmeliyiz.
Çocuklarımızın, kabiliyetini, neye, nerelere hevesli ve meyyal olduğunu iyi tesbit etmeliyiz. Sesi kötü, çirkin bir çocuğu, illada, imam olacaksın, müezzin olacaksın, hafızlık yapacaksın diye zorlamamak gerekir. Çocuk, resim yapmaya hevesli ise resim yapsın, müziğe yatkın ise müzik yapsın, ressam olacaksa ressam olsun, Müftü olurum, hatip olurum, siyasetçi olurum diyorsa ve bunları beğeniyor, hoşuna gidiyorsa , onları bu yoldan alı koymamalıyız. Rabbim!.. Yetişen neslimize basiret ihsan eylesin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir/Hollanda

islam ahengi
"Ey iman edenler ! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn sûresi, âyet 9)
"Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın." (Münâfikûn sûresi, âyet 10)
"Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdar." (Münâfikûn sûresi, âyet 11)

Yaşayan ölüler olur mu? demeyelim!.. Nice talihsiz, bedbaht kimseler vardır ki, daha hayatta iken ölmüşler ve ölümü yaşamaktadırlar. Sanki, onlara tüm mezar kapıları açılmış, hissiz yığınlar halinde bir o yana bir bu yana savrulup durmaktadırlar. 

Allah'a ubudiyyet yok, kıyam, rüku, secdeler yok, sosyal hayatta en küçük bir heyecanı, hissiyatı bulunmamaktadır. Ne yetimin başını okşar, ne öksüzün göz yaşını siler, ne de kimsesizin derdine derman olmaktadır. O halde, böylesi birine ne diye biliriz? Bu tür zavallılara "yaşayan ölüler" demekten başka söz bulmam mümkün değildir. 

Aslında, hoca efendilerin, mezar başlarında ölmüşlere telkin vermeleri, bir iş güzarlıktan, ölü sahibini memnun etmekten başka bir şey değildir. Yapılması gereken önemli icraat, "yaşayan ölüler"i bularak, onların beyin ve idraklerine Kur'anî bilgileri zerk etmek gerekmektedir.Çünkü;
"Hakikî manada ölüler ki, ne Hz. Peygamber'in onlara işittirme görevi vardır ne de onlar, kendilerine söyleneni duyma özelliğine sahiptirler! Artık onlar, iş ve sorumluluktan tamamen düşmüş,- Ebu Hanife'ye göre sadakayı cariye, kendisinden faydalanılan ilim ve lehinde dua edecek hayırlı evlat sahipleri hariç- amel defterleri kapanmış kimselerdir. Artık onlar, iyilik ya da kötülük, hiçbir şey yapabilecek durumda olmayan cesetlerdir.
Allah'ın her yetişkin insana bahşettiği fıtrî din, akıl, peygamber ve kitap gibi dört mükemmel hidayetten yararlanmamış, dünya hayatını boşa geçirmiş, geçici ve son derece önemli bir fırsat olarak verilen ömrü heba edip tüketmiş, kendisine sunulan imkânları gerektiği biçimde değerlendirememiş kimse; üstelik ölmüş ve toprağın altına konulmuştur. Böyle bir kimseye söz işittirilebilir mi? Kabri başında verilecek telkin, artık ölüye fayda verir mi? " ( Nuzûlünden günümüze Kur'an ve Müslümanlar, M. Z. Duman, sayfa 219,220)
Sabahın seher vakitlerinde hakka yönelmemiş, Cuma nedir, bayram nedir, cenaze nedir tanımamış, okunan ezanlar karşısında kat'iyyen vurdum duymazlığı yaşayan ölü bir hayatın sahibine telkinin ne faydası ola bilir ki? 

Hatta; "Sürekli olarak kötülükleri işleyip de ancak kendilerine ölüm geldiğinde birisinin:" Ben şu anda tevbe ettim... demesi tevbe değildir! Kâfir olarak ölmek üzere olanların ki de kabul edilecek tevbe değildir! İşte onlar, kendilerine can yakıcı bir azap hazırladığımız kimselerdir!" (Nisa sûresi, âyet 18)
Onun içindir ki, daha hayatta yaşarken, canlı cesetler veya "yaşayan ölüler" pozisyonuna düşmeyelim. Kahvelerde, kumarhanelerde, meyhanelerde, fitne, fücur sahalarında ömür tüketmeden, hakikat iklimlerinde ömür tüketmeliyiz. İşte, o zaman görülecektir ki, inkar yazgısı iflas edecek, çorak ve çöller yeşerecek, Kur'an böylesi ruhlara hayat suyu olacaktır!..Aksi halde;
" Allah Teala'nın, Kur'an'a karşı tavır almış, onu dinlememek ve anlamak istemeyen gayr-ı Müslimlere tehdid ve kahır dolu şu ifadesi karşısında Müslümanlar her halde çok düşünmeli ve paylarına düşeni almalıdırlar:
" Hakka karşı kulaklarını tıkayıp bilerek sağır, gözünü kapatıp kör ve apaçık haktan uzaklaşmış olanlara sen mi Kur'an'ı işittireceksin?" ( Zuhruf/40)
Kaldı ki hakikati görmek isteyen kör, anlamayan sağır bir kimse, Kur'an'ı dinlese, bu ona ne fayda sağlar ki:
Hatta Kur'an okuduğun zaman, onlar içerisinde seni dinleyenler de var! Şayet akıl etmiyorlarsa, sağırlara sen mi işittireceksin?" ( Yunus 42) (a. g. e. sayfa 220)

Netice olarak;

Kur'an'ın, beşerî idrakleri zorlaması için, sağda, solda ölüler gibi zevzek zevzek yaşayan insancıkları kurtarıp toplum hayatına kazandırmamız için, bizlere büyük görevler, büyük mes'uliyetler düşmektedir. Çünkü, asırlardır, Kur'an; ilgisiz, alakasız zeminlerde okundu, kabirlere, mezarlara taşındı, "ölüler istifade etsin" denildi ama, Kur'an, bu ameli kesinlikle reddetti. Reddetmesine, kabul etmemesine rağmen, softalar, yarı hocalar yine de Kur'an'ı ölülere taşıdılar, "dinle!" "dinle!" diye avaz avaz yırtındılar.

"...dünya hayatında Kur'an'ı amacına uygun ve istenilen tarzda okuyup işitmeyen, kavramayan ve yaşamayanlar; onun emir ve yasakları karşısında ölüden farksız olduklarını da bilmelidirler. Çünkü ancak ölüler ve sağırlar söyleneni işitmezler. O sebeple ne bedenen ölmüş ve dünya ile alakasını kesmiş olanlara ne de manen ölü sayılanlara ne Kur'an'ı işittirmek mümkündür ne de telkinde bulunmak!.

Öyleyse hayatı boyunca tebliğe kulak vermemiş, uyarılara hep sırt çevirmiş kimsenin, ölüm anında da iman ve islâma meyli olmamışsa, o kimseye, o esnadaki telkin fayda vermez ki kabri başında yapılan telkin fayda versin." (a. g. e. sayfa 221)

Son söz olarak, şunu demek istiyorum: Kur'an, yaşayan ölüleri dirilterek hayata kazandırmalı, ellerde, dillerde, gönüllerde gürül gürül Kur'anî sadalar yankı bulmalıdır!.. Rabbim!.. Bu temennilerimizi gerçekleştirsin!..Âmin!.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir

ölüye telkin, yasin
"Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da dâveti duyuramazsın." (Neml sûresi, âyet 80)

Daha önceki yazılarımda, bu hususta yazmama rağmen, önemine binaen yeniden yazmam lüzum etmiştir. Çünkü, aziz milletimiz bu konuda bilgilendirilmediği için, her mes'elede olduğu bunda da milleti oyalama, kandırma, fuzuli meşguliyetlerle zaman kaybına sebep olduğumuza inanmaktayım. 

Halbu ki, Kur'an'ı Kerim, okunacak yerde okunsaydı, okunmayacak yerde okunmasaydı sanırım daha faydalı, daha makbul bir iş yapmış olurduk. Yani, bir kısım gelenekçi alimlerin ilmihallerinde belirtmiş olduğu "Müstehap" kavramı, vacib ve sünnet hükmünde olan hükümlerin yerini almasaydı daha iyi olurdu. 

"Biliniyor ki İslâm geleneğinde ölmek üzere olan bir müminin yanı başında, onun sevdiği ve kendisinden hoşnut olduğu salih bir insan oturur ve ona "La ilahe illallah" demesi telkininde bulunur. Bunu yaparken son derece hassas davranmak esastır. Çünkü o kişi, o anda, hem dünyadan ayrılmanın üzüntüsünü hem de can vermenin sıkıntısını birlikte yaşamaktadır. Telkinde bulunurken fazla ısrarcı olunmamalı ve telkin edilecek sözler, mutlaka kısık ve munis bir sesle söylenmelidir.
Bu telkinin ikincisi de kabirde yapılmaktadır. Ölüyü kabre defin işlemleri bittikten sonra imam ya da salih bir kimse orada kalır ve Münker Nekir adında iki melek gelip onu sorguya çektikleri zaman, hatırlaması maksadıyla ölüye telkinde bulunulur.
Çünkü Resûlullah ( s.a.v.) bir hadisinde, " Ölülerinize " La ilahe illallah demelerini telkin edin." buyurmuştur.
Hâlbuki tahkik ehli muhaddislerin kanaatine göre bu hadislerde geçen " ölüleriniz" sözüyle, ölmüş olanlar değil, " ölümü yaklaşmış kimse, ölmek üzere olanlar/muhtazar" kast edilmiştir. Asr-ı Saadette uygulama da bu şekilde olmuştur.
Nitekim Nevevî'nin de bu hadisi şerh ederken işaret ettiği gibi, Hz. Peyggamber'in, bununla maksadı, ölmüş olanlar değil, ölmek üzere, halet-i nez'de bulunanlardır. Çünkü Hz. Peygamber'in sözünün devamında: "Bir kimsenin son sözü "Lâ İlahe İllallah" olursa, o kimse cennete girer." hadisi bu manayı teyit etmektedir." (Nüzulünden günümüze Kur'an ve Müslümanlar, Prof. Dr. M. Zeki Duman, sayfa 216-217)
Maalesef, Resûlullah (sav)'in, bu fevkalade, müthiş tembihi terkedilmiş, telkin meselesini , sadece ölmüş mezarlarına okumaktayız. Hatta, ölü defnedilirken, orada toplanmış cemaatın orayı terketmesi, telkin okuyacak hoca efendinin ölü ile baş başa kalması lazımdır. Niçin ve neden?

Bu usul ve uygulama, ne Kur'an'ı Kerim'de, ne de Sünnette mevcuttur. Sadece, bir kısım ilmihal yazarı hoca efendilerin tasvib etmiş olduğu uygulamadır. Böylesi, bir iş ve yapılan işlem, ehl-i Kur'an insanları , hakikaten tedirgin etmekte, üzülmelerine, hayıflanmalarına sebebiyet vermektedir. Çünkü, bu işlem ve eylem, Kur'an, akıl ve mantık dışı bir işlevdir. Yani, ölmüş insana, mezara gömülmüş ölüye torpil yapma, kopya vermek demektir.

Keşke! muhtazar halde bulunan, can çekişmekte olan kişiye erkek olsun, kadın olsun bu telkin işi yapılmış olsaydı, ilmiyle amil, salih bir kişinin, toplumda, insanlar arasında sevilen, sayılan takva sahibi bir insanın, hastanın yanında böylesi bir telkini vermesi, ölmek üzere olana, yavaş yavaş, usul usul, kelime-i tevhidi, kelime-i şehadeti telkin yapmış olsaydı daha güzel olmaz mıydı?
Hani, şu mezarlara, kabirlere taşımış olduğumuz Yasin'i şerif okumaları, ölmek üzere bulunan zatın yanında okunmuş olsaydı daha güzel olmaz mıydı? Tabii ki, daha güzel olur, bu dünyadan göçüp gitmekte olan Müslüman kardeşimize karşı arkadaşlık, dostluk, din kardeşliği, komşuluk , tanıdık, ahbablık ve akrabalık görevimizi yerine getirmiş olurduk.

Ne acı ki, gelenekçilik, atalardan görme, basit, klasik düşünce sahipleri, Sünneti engellemekte, Resul (as)'ın bu güzel tavsiyesinin yerine getirilmesine mani olmaktadırlar.

".. İbn Mace'nin naklettiği bir hadiste Allah Resûlu'nun " Ölülerinize " Lâ İlahe illallah" yani " Allah'tan başka ilah yoktur..." sözünü telkin edin, dediğinde, birileri dedi ki, ya Resûlallah, henüz ölmemiş olan kimselere nasıl telkinde bulunabiliriz? O da: " En iyi olur, en iyi olur.." ifadesini kullanmıştır.
Bundan, yani, " Ölülerinize lailahe illallah'ı telkin edin." hadisinden, ancak ölmek üzere olanlara telkinde bulunmak anlamı çıkar. Yoksa ölü kabre konulduktan sonra, mezarı başında durup şu anda yapılmakta olan işi yapmak, anlamını çıkartmak, bize göre de isabetli değildir.
Resûlullah'ın (s.a.v.), ölüm döşeğinde can vermek üzere olan amcası Ebu Talib'e telkinde bulunup: " Ya ammî gul lâ ilahe illallah" " Amca, Allah'tan başka ilah yoktur, de," dediği de bilinmektedir.
Ölüye Yasin okuma konusunda da Hz. Peygamber'in tavsiyesinden aynı şekilde bir sapma olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü Ahmed b. Hanbel, Hz. Peygamberin, " Ölünün yanında (Yasin) okuyun" hadisini naklettikten sonra, " Ölünün yanında Yasin okunursa, ruhun çıkması kolay olur; Allah ona can verme sıkıntısını hafifletir..." şeklinde yorumlandığını zikretmiştir." (a. g. e. sayfa 217)
Netice ve sonuç olarak;

Müslümanların, yapmış oldukları amellere dikkat etmesi, neyin ne olduğunu, sünnetmi, müstehap mi,kerahat mi olduğunu iyi kavraması lazımdır. Bilhassa, sünnet dışı, peygamber tarafından tavsiye edilmemiş, hatta, men edilmiş amellerin yapılması doğru değildir.

" Olabilir ki, Yasin suresindeki " Gir cennete , denildi... O kişi de: Ah n'olaydı, keşke benim kavmim Rabbi'min beni bağışladığını ve şu anda cennette ikram görmekte olanların arasına kattığını bilseydi!" veya " Hiç şüphe yok ki o gün cennetliler nimetler içerisinde safa sürerler..." gibi ayetlerle gitmekte olduğu daru'l-bakaya karşı bir özlem duyar veya zihni onlarla meşgul olur...

Kaldı ki, İbn Mace bu hadisi, " Ölmek üzere olan hastanın yanında konuşulacak şeyler" babında ve aynı anlamda nakletmiştir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki telkin ve Yasin ile ilgili hadisler, ölmüş olanlara değil, ölmek üzere olanlar için tavsiye edilmiştir!"

Son olarak, şunu demek istiyorum: Hoca efendiler, bu mes'elelere eğilmeli, işi hafife almamalıdırlar. Camii kürsülerine, mihrablarına, minberlerine getirerek, Müslümanları bilgi sahibi yapmalılar, Kur'an'a yönlendirmeleri gerekir. Rabbim!.. Bizlere, Kur'anî bilinç lütfetsin!.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir

Kuran ve Bilgiler
"(Resûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun ( benim okuduğum Kur'an'ı ) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur. Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur'ân dinledik de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız." (cin sûresi, âyet 1, 2)

"Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır." (Cin sûresi, âyet 15)

Cinlerin bu sözlerini Resûlüne haber verdikten sonra Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: 

"Şayet doğru yolda gitselerdi, bu hususta kendilerini denememiz için onlara bol su verirdik. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, ( Rabbin) onu git gide artan çetin bir azaba uğratır." (Cin sûresi, âyet 16,17)

Resûlullah (sav)'in Tâif dönüşünde Batn-ı Nahle denilen yerde kıldırdığı sabah namazı esnasında, söz konusu cinler Kur'an'ı duymuşlar, dinlemişlerdi. Tefsirler bu sırada Hz. Peygamber'in onları görmediğini, durumun daha sonra bu âyetlerle kendisine bildirilmiş olduğunu belirtmektedir.

Evet, bu girişten sonra, cinin varlığı, yapısı, mahiyeti, ne olduğu, inançlısı, inançsızı, zararlısı, faydalısı mevzuunda Kur'an ayetlerine dayanarak bilgiler sunacağım. Çünkü, Müslüman kitleleri en çok alâkadar eden konu cin hususudur. Biliri, bilmezi, okumuşu, okumamışı, üfürükçüsü, cincisi, büyücüsü, sihircisi sürekli Cin konusunu işlemiş, insanların, tertemiz, saf, arı-duru hislerini mefluç etmişlerdir. Cin konusunda, S. Ateş hoca, cinler hakkında, meşhur Kur'an tefsirinde ne anlatır, ne anlatmaz hep birlikte görelim:

" l5 nci âyetin sonuna kadar cinlerin sözleri nakledilir, ondan sonra doğrudan vahiy başlar. Bundan dolayı 1-15 nci âyetleri, bir bölüm olarak mütâlâa ediyoruz. Sûrenin birinci bölümünü oluşturan bu âyetlerde cinlerden bir grubun Kur'an dinleyip ona inandıklarını, artık bundan böyle yüce Allah'a ortak koşmayacaklarını, Allâh'ın, eş ve çocuk edinmekten münezzeh olduğunu, içlerinden bir ahmakın, Allah'a yakışmayan bâtıl sözler söylediğini, insanların ve cinlerin Allah hakkında yalan söz söylemeyeceğini sandıkları için o beyinsizin Allah hakkında söylediği yakışıksız sözleri doğru zannettiklerini, fakat bu Kur'ân-ı dinledikten sonra onun yalan söylediğini, Allah'a iftira ettiğini anladıklarını, insanlardan bazı kimselerin, cinlere sığınarak onları iyice şımartıp azdırdıklarını, cinlerinde müşrik kâfirler gibi Allâh'ın, ölen kimseyi diriltmeyeceğini sandıklarını, ğayb haberleri almak, yüce meleklerin sözlerini duymak için göğe çıkmak istediklerini, fakat, gök meleklerle ve ışınlarla beklendiği için ona yaklaşamadıklarını, eskiden gökte oturup haber dinlerlerken, şimdi böyle bir şey yapanın, derhal ışınlarla yakıldığını, artık gökten haber alamadıkları için yerdekilere kötülük mü, iyilik mi yapılacağını bilmediklerini, kendileri arasında da iyiliklerin ve iyi olmayanların bulunduğunu, kendilerinin de çeşitli fırkalara, mezheplere ayrıldıklarını, ne yerde durmakla, nede kaçmakla Allâh'ın dilediğine engel olamayacaklarına inandıklarını, doğruya götüren Kur'ân-ı duyunca Müslüman olduklarını, Rabbine inanan kimsenin, yaptığı iyiliklerin karşılığını tam alacağından ve kendisine haksızlık yapılmayacağından emin olacağını, kendilerinin içinde de Müslümanlar ve haktan sapanlar bulunduğunu, Müslüman olanların doğru yolu arayıp bulduklarını, yoldan sapanların ise cehenneme odun olduklarını söylediklerinin, peygamber (sav)'e vahyedildiği bildirilmektedir.
"Fakat din erbabı, peygamberi doğrulayanlar, cinnin varlığını söylemişlerdir. Eski filozoflardan büyük bir cemaat ve ruhâniyyet ashâbı , cinnin varlığını itiraf ederler ve bunlara süflî ruhlar adını verirler. Onlara göre süflî ruhlar, çağırınca daha sür'atle gelirler ama zayıftırlar. Felekî ruhlar ise çağırıya daha ağır gelirler ama daha güçlüdürler.
" Cinni kabul edenlerde iki kısma ayrılır: Birincilere göre cinler cisim değil, veya cisimde bir hal değil, kendi başlarına kesim ( bağımsız) cevherlerdir. Fakat bu sözden onların, Allâh'ın zatına eşit olması gerekmez. Çünkü bunların cisim ve cismâniyet ( cisimde bir hal) olmaları selûpdur . Selûbda ortaklık, mâhiyette ortaklığı gerektirmez. Fakat varlığı için bir mahalle ihtiyacı olmak bakımından ortak niteliğe sahip bulunan arazlar, nasıl mâhiyet bakımından farklı iseler, bu süflî cevherlerde cisim olmamak bakımından çeşitlidirler: Kimi hayırlı kimi şerli, kimi kerîm, kimi hür, iyiliksever, kimi alçak, bayağı, kötülük severdir. Bunların çeşitlerinin, vasıflarının sayısını yalnız Allah bilir.
" Soyut varlıklar olmaları, haberleri bilmelerine, işleri yapmalarına engel değildir. Bu ruhlar işitir, görür, haberleri bilir, özel işler yaparlar. " Dediğimiz gibi bunların mâhiyetleri çeşitlidir. Bunların arasında insanın yapamayacağı güç, ağır işleri yapanların ve her nev'in, şu cisimler âleminden özel bir nevi cisimle ilişki kurması mümkündür.
Tıbbî kanıtlar gösteriyor ki insanın esası olan nefs-i nâtıka'nın ilk ilişki kurduğu şey, ruhlardır. Ruhlar, kan parçalarından doğan buhârî, latîf cisimlerdir. Bunlar kalbin sol tarafında oluşur. Nefsin ilişki kurmasıyle bu ruhlar, uzuvlarla ilişki kurar. ( Ruhların bedenle böyle ilişki kurması gibi) bu cinlerinde hava parçalarıyle ilişki kurmaları mümkündür. Böylece havanın o cüz'ü, o ruhun mütealleki olur ( ruhla o cüz arasında bağlantı kurulunca) o havanın yoğun cisimde gezmesi vasıtasiyle bu ruhlar o yoğun cisimlerle ilişki kurup onları etkiler, yönetir.
" Bazı kimseler de cinnin, insan bedenlerinden ayrılmış olan ruhlar olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre ruhlar bedenlerden ayrılınca ruhsal âlemdeki ruhsal sırların açılmasıyle güçleri ve olgunlukları artar. Ruhun, ayrıldığı bedene benzer bir beden hasıl olunca, aradaki benzerlik dolayısıyle o ruhla o beden arasında bir çeşit ilişki kurulur ve bedenden ayrılmış olan rûh, kendi bedenine benzeyen o bedene, işlerinde ve düşüncelerinde yardımcı olur. Çünkü cinsiyet ( benzeme), işlerinde ve düşüncelerinde yardımcı olur.
Çünkü cinsiyet(benzeme ), birleşme nedenidir. İmdi böyle bir ittifâk ( uyumluluk), hayırlı canlar arasında olursa o yardımcıya melek denir, onun yaptığı yardımda ilhâm adını alır. Bu uyumluluk kötü ruhlar arasında olursa o yardımcıya şeytân, yaptığı yardıma da vesvese denir." ( K. Kerim tefsiri, S. Ateş)
Netice ve sonuç olarak;

Evet, Kur'an'ın beyanına göre cin vardır. İnançlısı, inançsızı bulunmaktadır. Mekke'ye gittiğiniz de, Cin Mescidini görecek ve ziyaret edeceksinizdir. ( Kapalı olsa da). Ama, mühim olan, cinlerin işlerine karışmamak, onların makamlarına tecavüz etmemektir. Ne yazık ki, bir kısım şarlatanlar, onlarla irtibat kurması neticesin de, insanların başına bela, musibet ve kötülük saçmaktadırlar.

" Cinler lâtîf varlıklardır. Ateşten yaratılan ve insanlar gibi sorumlu olan cinlerinde Müslümanı, kâfiri, iyisi ve kötüsü vardır. Birinci âyette Cinlerden bir grubun, Kur'ân dinleyip sonra kendi aralarında müteakip âyetlerde anlatılan sözleri konuştukları bildirilmektedir.

Bu âyetten anlaşıldığına göre Peygamber (sav), Kur'ân dinleyen cinleri görmemiş, fakat onların Kur'ân dinledikleri, kendisine vahy ile bildirilmiştir. Çünkü görseydi, onların Kur'ân dinlemeleri, vahye dayandırılmazdı. Ahkâf sûresinde anlattığımız üzre İbn Abbâs'tan rivâyet edilen bir haberde de, peygamber (sav)'in, cinleri özel bir surette Kur'ân okumadığı ve onları görmediği, ancak cinlerin sözlerinin kendisine vahyedildiği anlatılmaktadır. ' Abdullah İbn Mes'ûd ise, peygamber ( sav)'in, özel olarak cinlere Kur'ân okumak üzre gittiğini, onlara Kur'ân okuyup onları gördüğünü rivâyet etmiştir." (K. Kerim Tefsiri, S. Ateş, C: 6, sayfalar, 2821, 2822, 2823)

Bu uzun alıntıdan sonra, şunu demek istiyorum: İnsanlar olsun, cinler olsun, her yaratılmış kendi yaratılışına uygun şekilde, Allah'a karşı kulluk görevlerini yapmalıdırlar. Yeter ki, bir kısım cinci geçinen, cinlerle irtibat kurduğunu iddia eden şarlatanlar, ortamı , insanların beyin ve ruhlarını bulandırmasın, anarşizme sebep olmasınlar. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir/ Hollanda

Mümin Cennet ve İslam
"Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!" (Fecr sûresi, âyetler 27, 28, 29, 30)

Kâinat var olduğundan bu yana, müminlerin cennete sevk edilişleri, bölük bölük hesaptan, mizandan sonra böylesi bir mutluluğa erişmek ne demektir? Çünkü, hayat boyu tüm iyilikler, hasenatlar, maruflar, ubudiyyetler Allah'ın rızasını kazanarak, O'nun istediği doğrultu da kul ve mümin olarak cennete girmek, envaı çeşit cennet nimetlerinden istifade etmektir. Tabii ki,

Cennete dahil olmak içinde, daha dünyada iken, cenneti hak etmek, cennete uygun kulluk görevlerini, amellerini icra etmek gerekir. Fakirin göz yaşlarını silmek, düşkünün elinden tutmak, yetimin, öksüzün, dulun, yetimin, kimsesizin derdine ortak olmak gaye olmalıdır. Cenneti kazanmak, erişmek için köşe bucak gariban aramak, ağlayanın, miskinin , dertlinin dermanı olmak ehl-i cennetin şiarı ve prensibi olmalıdır.

Onun içindir ki, "Bu âyetlerde de o kâfirlerin karşıtı olan mü'min insanın cennete sevk edilişi anlatılmaktadır. Yüce Divân her iki insan hakkında da kararını veriyor. Allah birini bağlara vurup cezaevine gönderiyor, öbürünü de taltif ederek cennete gönderiyor. Kanaatimize göre ruhun yüce Divânda hesap vermesi, ölümle başlar. Kâfirin zincirlere vurulup azâba atılması, mü'mininde taltîf ile güzel kullar arasına katılıp cennete gönderilmesi de ölümü takiben olur.
Ruh bedenden ayrıldıktan sonra elbette yok olmaz. Çünkü ruh, hulûd ( süreklilik) için yaratılmıştır. Ölmediğine göre milyonlarca yıl âtıl kalacak değildir. Kişinin ruhunun ölümden sonra hesap vereceği, ya cennet nimetlerine veya cehennem azâplarına gönderileceği konusunda âyetler olduğu gibi sahih hadislerde vardır. Bu konuda şu tefsirde dağınık olarak verdiğimiz malûmâtı Allah bilir." (K. Tefsiri, S. Ateş)
Yüce Rabbimiz!,.. Bütün müminlere cenneti âlâyı nasibi müyesser eylesin. Yaşadığımız hayatta, soluklandığımız, her nefes o yola uygun. Kılmış olduğumuz namazlar, sıradan , alışkanlık halinde değil, O'nu görerek kılınmış olmalıdır.

Haccın Arafatında gözler yaşarırken, tıpkı mizanda hesap vermeyi düşünmeli, zekat da Ebu Zerr Gifari (ra)'ın düşüncesi, temel felsefe haline getirilmedir. Sadakalarımız, infaklarımız sürekli , daimiliği korumalı, köşe bucak dertli, derman bekleyeni gözetlemeliyiz. Cennetin gidiş yollarını aramalı, patika, dar boğazlara, sapkın yollara uğramadan doğrudan cennete hareket edilmelidir. Zaten, cennete gidiş, cenneti hak ediş böyle amellerle ana gaye yapılmalıdır.

Esâsen ölüm, her canın, bedeni bırakıp kalkması, Rabbinin huzurunda durmasıdır. Zaten kıyâmet ayağa kalkmak, durmak demektir ki burada kıyâmet ile, Allâh'ın divânın da durup hesap vermek kasdedilmiştir. Biz bu sözlerimizle asıl ruhların cesetlere sokulup bedenlerin kaldırılışı demek olan büyük kıyâmeti inkâr etmiyoruz.

O da umumî kıyâmettir. Onun zamanını Allah'tan başka kimse bilmez. Ama fert fert her insan için daha önemli olan, herkesin kendi kıyâmetidir. Yani bedenden ayrılan ruhunun, Allâh'ın divânında durup hesap vermesidir ki buda ölümle başlar. Ruh bedenden ayrılıp nimet veya azâba gider. Beden ise çözülerek asıl maddelerine karışır. Ferdler için kıyâmet, ölüm ile başladığından bu hitâbın, ölüm sırasında olması, kıyâmette olmasına aykırı değildir.

Ölüm ile âhiret âlemi başlar. Ruh Rabbine gider, O'nun huzurunda durur, hesabını verir: Ya kolay veya güç. Çetin hesaptan geçirilen kâfir ruh cezaya çarpılıp tutuklanır, zindana atılır. Mü'min ruh da iyilerle beraber cennete sokulur.

"Allâhümmec'alnâ minellezîne dehalû cenneteke me'a ibadikessâlihîn âmin yâ Rabbe'l- âlemin!.." ( K. Kerim Tefsiri, S. Ateş, C. 6, sayfa 3047-3048)

Netice olarak;

Gönül ister ki, Müslümanlar, Kur'an'a, İslâm'a ve mütevatir sünnete yaraşır şekilde yaşasınlar, ehl-i cennet olsunlar. Üzerinde yaşadığımız dünya, güllük, gülistanlık, kardeşçe, mümince yaşanır bir yurt olsun. Kimse, kimseyi kırmasın, incitmesin, korkutmasın, sevsin, sevgiyle kucaklasın.

Çünkü, alem-i İslam olarak, huzura, rahat ve rehavete hasret kaldık. Müslümanlar arasında birlik yok, düzen, dirlik, yardımlaşma göklere çıkmış. İkilik, grupçuluk, hizipçilik, mezhepçilik cennet yollarını tıkamış, Allah rızasını kazandırmaz yapmıştır.

Ülkemizde de istenilen seviyede, Kur'an'a uygun, mütevatir sünneti Nebeviyyeye muvafık tesanüd, yardımlaşma, dayanışma, kaynaşma anlayışı, yaşamı bulunmamaktadır. Kör döğüşü, çekişme kısır döngü halinde ortamı kasıp kavurmaktadır. Milletimiz, bir o yana, bir bu yana rast gele, hedefsiz, gayesiz şekilde koşup yorulmaktadır.

Yarınlarda ne olacak, başa ne gelecek, nesilleri ne gibi bir istikbal beklemekte bilinmemektedir. Onun içindir ki, cennet yolu sanki kapalı, ümmet, millet gayesizliği, mefkuresizliği, Allah rızasını bilmez durumdadır. Rabbim!.. Ümmete ve milletimize hayırlı gelecekler, güzel günler bahşeylesin. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir

Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *