Kasım 2014

biz işittik biz itaat ettik kuran
On üç yıllık Mekke hayatı.. Verilen iman kavgası.. Müşriklerin acımasızlığı, zulümleri, baskıları, tazyikleri, vurmaları, kırmaları, darpları, aç bırakmaları, Kâbe'de ibadet etmeye bile imkân vermemeleri o gün, bu gündür unutulacak cinsten vak'alar, hadiseler değildir. Ama, Resulullah (sav)'in, etrafında bir hale gibi çevrilmiş yiğitler, kahramanlar ve bahadırlar bir tek söz söylemekte idiler.

Biz işittik ve biz iman ettik diyorlardı. Ölmek üzere, şehidlik şerbetini içmek üzere, Resulullah (sav)'e biatte bulunup, bir daha iman yolundan, iman kavgasından dönmüyorlardı. Ölmek, eziyet, sürgün, göç, yani Habeş diyarları onların gözlerini kat'iyyen korkutmuyor, daha çok bileniyorlar, azim ve irade sahibi oluyorlardı.

Çünkü, bulmuş oldukları iman, onlara hem dünyada, hem de ahirette saadet, bahtiyarlık, ümid, cennet vaad ediyordu. Diri diri gömülen kız çocuklarının kurtulacağını, Lat'ın, Hübel'in, Uzza'nın ve Menat'ın bir bir yüz üstü yere yıkılacaklarının izhar ediyordu. Çünkü, onların davası iman davası idi.. Hazır ele geçirilmiş bir iman, nasıl bırakılabilir di? 

Maalesef, miras yedi gelenekçiler, ne yaptıklarının, ne işlediklerinin farkında ve şuurunda değildirler. Kur'an algıları farklı, amelleri farklı, imanları taklidi, ölüye mevlid okumayı bile farzlaştıracak kadar sapıtmış, Kur'an'ı tepe noktaya, yukarılara asmış zihniyet sahibidirler. 

Onun içindir ki, cuma saatlerinde hanımları camiye sokmayıp, onların bilinçsizce bir evde toplanıp " Yasin" tilavet etmelerini din ve İslam'ın emri zanneden bedbahtlardır. Ölünün, 7 sini, 40'nı ve 52 'sini dört gözle takip eden, oradan devşirecekleri üç beş lira ücrete tapan nefsine yenik düşmüş insanlardır. 
 

Gelenekselleşmiş İslam Algısında İsrailiyatın Etkisi


Nice hocalarımız bulunmaktadır ki, mevlit pazarlığı, yasin ticareti, hatim meddahlığı, cennete gönderme siparişleri ile meşgul olmaktadırlar. Oysa, aynı hocanın cemaatına sormalı ki, "Bu hoca, din, iman ve Kur'ân adına sizlere ne öğretmektedir?" alacağınız cevap, " sıfır" olacaktır. Çünkü, hocanın, günah affettirmekten, tabir-i caizse "cennete otobüs kaldırmaktan" başka, başını kaşıyacak zamanı kesinlikle bulunmamaktadır.

Hristiyanlıktaki günah çıkarma ( Sahte affediciler); Hristiyanlara uygulanmış, İncili tahrif ile başlayan ve ruhbanlığın öncelenmesi gibi taktiksel kazanımlara sahte affediciler, günah çıkarıcılar türetilerek Hristiyan alemi bir kaosa sürüklenmiş ve günah işlemekten imtina etmez bir hale getirilmişlerdir.
Aynı yöntem Müslümanların üzerinde de denenmiş ve başarılı olmuş bir yöntemdir. Sahte affediciler türemiş türetilmiş ve Allah'ın ipi yerine şeyhlerinin ipine sarılarak tövbe alan insanlar gayet masumca ve zavallıca bu handikabın içine düşmüşler, düşürülmüşlerdir.
Dinde olmayan bir algıyı dine sokma ( ibadet algısı benzeşmesi; Haftada bir kilise ayini ile haftada bir Müslümanlığını hatırlayıp Cuma namazı kılmayı kendisine düstur edinen Müslümanların yaptıkları ayinsel ibadetin birbirinden şeklen bir farkının olmadığını söylemek çokta acımasızca bir söylem olmadığı kanaatindeyim.
Rabbin hayata müdahil olmadığı bir yaşamda Cuma ibadetinin ruhi bir tatminin ayine dönüştürülmüş hali olduğu bir somut delilidir. Bu durum Hristiyanlıkta da tamda böyle değil midir? Bu ayinsel tutumlara bir yılını günahlarla geçirmiş ama kandil günlerinde camilere akın etmiş insanların yaptıkları da pekâlâ eklenebilir." ( haksozhaber.net V.Selimoğlu)
Zaten, toplumların, kitlelerin gelmiş olduğu nokta bunu izhar etmekte, bu zavallılıkları göstermektedir. Bilhassa, bu yanlışlar, yurt dışı cemaatlerinde daha çok yaşanmakta, kandırılmaya, aldatılmaya müsait olduklarını göstermektedirler.

Tabii ki, yukarıdan beri anlatmış olduğumuz rezilce, rezalet dolu eylemler, bir anda, hemencecik olmuş vak'alar değildir. Yüz yılların birikimi, Emeviler'den bu yana yaşanan, yaşanmakta olan hadiselerdir. Örnek olsun diye anlatıyorum. Bendeniz, zaman zaman hurafi şeyleri yazar, çizer ve anlatırım. Ama, gelin görün ki, sıradan, pespaye, cahil, cühela bir vatandaş , tüm bunlar karşısında " din savunucusu" olmuş, dini müdafaa eder duruma gelir olmaktadır.

Yıllarını, ömrünü İslam davasına adamış bizler, " yenilikçi" " ıslahatçı" ve dinin bazı emirlerini yok etmeye çalışan insanlar olarak lanse ediliriz. Oysa ki, dini müdafaa eden, geleneği, klasik adetleri, hurafeleri korumaya çalışan çömeze sorsanız, vallahi, teyemmümü bile bilemeyecek, takvayı, tadili erkanı bile tarif edemeyecek bir bilgiye bile sahip değildir.

Ama, gelin görün ki, maşallah, bizim din bekçisi (!), sahtekar, utanmaz herif, elinde satırı, baltası, nacağı, dahrası, silahı ve sopası ile, mevlidin, hatimlerin, ölü yasinlerinin, yeniçeriliğini yapmaktadır. Halbu ki, onlara denilecek söz şudur: " Bre edepsiz, cahil, çömez!.. Sen, önce git de abdest almasını, gusül yapmasını öğren!" sözü olacaktır!.. Rabbim!.. Günümüz Müslümanlarına ve İslam dünyasına bilinç, akıl ve basiret nasip eylesin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

  Aziz kitabımız Kur'ân-ı Kerim, nüzulünden ahir zamana kadar, tüm insanlığı aydınlatacak, irşad edecek, bilgi ve hikmet öğretecek, her alanda kurtuluşa götürecek bir kitaptır.  Resulullah (sav) kendisi hayatta iken, kendisinden sonra yakın arkadaşları olan sahabeler, onlardan sonra Tabiun hazeratı, müçtehidler ve sonra da onları adım adım takip etmekte olan ilim sahibi, Kur'an insanları bilginler insanlığı irşad etmekte ve etmeye devam edeceklerdir.

"Yahut " Bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz diye (Kur'an'ı indirdik). İşte size de Rabbinizden açık bir delil, hidayet ve rahmet geldi. Kim, Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalimdir! Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız." (En'âm sûresi, âyet 157)
 
Ancak, nice insanlar tanır, görüşür, konuşuruz ki, sürekli bir bahanenin içerisinde çırpınmakta, bir o yana, bir bu yana debelenip durmaktadırlar!..Çünkü bahaneleri "nereden bilecektik" basit itiraz ve sitemleri ile gündemi meşgul etmektedirler. Suçu, kabahati din adamlarına, kürsü sahiplerine, ehl-i mihraba atarlar.

Halbu ki yüce Allah, aziz peygamber, "din sınıfı" "ulema grubu" "Ehl-i Diyanet" "Din hizmetlileri" vs. diye bir grub vardır beyanında bulunmamış, herkesin, her Müslümanın bilgi, görgü, hikmet sahibi olmasını önermiştir. Lakin, Yahudilik ve Hristiyanlık dininde bir ruhban grubu bulunmakta, Yahudiliği ve Hristiyanlığı onlar iyi bilmekte ve anlamaktadırlar. Maalesef, son zamanlardaki eğri-büğrü düşünce sahipleri, İslam ve Müslümanların da aynı Yahudilik ve Hristiyanlığa benzer bir yapı oluşturmasını, yüce dini onların kendi tekellerine almasını arzu etmektedirler. Şu alıntımız da da bu hususlar vurgulanmaktadır:

"Ancak son yüzyılda İslam'ın siyasi hâkimiyetini kaybetmiş olmasını fırsat bilenler; yada bu fırsatı yakalamak için çalışanlar, istediklerini elde edince mücadele biçimlerini değiştirerek, sureti haktan görünen bir yöntemi işleterek İslam'a karşı İslam'ı kullanmaya başlamışlardır.
Bu konuda İngilizler'in birinci dünya savaşı yıllarında üzerinde ittifak ettikleri "Böl-Parçala-Yönet" projesini ve ABD devlet başkanı Marşal'ın: "Beyler! Sömürü düzeninizi devam ettirmek istiyorsanız sömürü yönteminizi değiştirmelisiniz" sözünü hatırlamak gerekir.
Bu anlayış, her dönemin şartlarına göre uyumlu hale getirilerek, uygulamaya konulmaktadır. Değişen dünya şartlarına paralel olarak İslam yeniden gündeme alınıp değerlendirilmeye tabi tutulunca; Görüldü ki Müslümanların tüm ataletine rağmen, insanların bir çoğu Müslüman oluyor.
Çünkü Komünizm'in ve Kapitalizm'in bunalttığı insanlar bireysel gayretleriyle ulaştıkları İslam'da huzur buluyorlardı. Özellikle Varşova paktının çöküşüyle tek kutuplu hale gelen dünyada ABD imparatorluğundan söz edilmeye başlanmıştı. Bunun ardından Nato'nun varlığının gereksizliği konuşulmaya başlanınca , kapitalist dünyaya yeni bir düşman bulmak gerekti ve bu düşman İslam olarak belirlendi.
Yeterince ses getirmesi için ve gaale alınması, terörle aynı anlama geldiğinin anlaşılması için, kendi imalatları olan El kaide militanlarıyla 11 Eylül eylemini gerçekleştirerek İslam'a fatura edildi. Henüz ikiz kulelerin dumanı üzerinde iken, ABD başkanı tarafından Afganistan hedef gösterildi ve kısa bır zaman sonrada işgal edildi.
Amaçları, Sovyetlerden boşalan zengin enerji kaynaklarına daha yakın olmaktı. Sovyet işgali yıllarında Afgan halkının yanında olmak için (!) gelmişlerdi buraya. Bu ülkeyi sevdiklerini, kalkındırmak istediklerini, bunun için gerekli her türlü desteği vereceklerini vaat ederek.
İşte bu yıllarda bu halkın içinden ileriki yıllarda kullanacakları insanlara ulaştılar. Hem de bu halkın aleyhine kullanmak için. Bunların marifeti dost olarak girdikleri her ülkede yaptıkları iş böyle neticelenmektedir. Bu bir tesadüf olmasa gerek. Aynı şey yıllar sonra Saddam'ın Irak'ının başına gelecekti.
Onun dostu olarak da yanına sokulmuş, İran'a karşı yıllarca savaştırmışlardı. Onca dostluğa (!) rağmen sonuçta Irak'ta ABD tarafından işgal edildi ve bu günlere gelindi. Bütün bunlar olurken kendilerini mazlumların kurtarıcı meleği gibi gösterirken; Müslümanları da insanlığa korku salan terörist olarak göstermeye çalıştılar.
Böylece tüm dünyada İslam terörle aynı kefeye konulmaya, Müslümanlar terörist muamelesi görmeye başladı. Adeta Müslüman'ım demek terörüstüm demek gibi algılanır oldu. Çok geçmeden dünya bunun bir manipülasyon olduğunu anladı. Bu nedenle bu oyunun başını çeken ABD, ne Afganistan'da nede Irak'taki işgal hareketiyle umduğunu elde edememişti."  İktibas, H. Bülbül)

İslam Birliğinin Sağlanması


Başta ABD ve tüm emperyal güçler, tarih boyunca hiç boş durmadığı gibi, günümüz dünyasında da Müslümanlar aleyhine hiç boş durmamaktadırlar. Hatta, yüce Kur'an'a bile el atmaya çalıştıkları bilinen bir gerçektir. Tevrat, İnciller ve Kur'an'dan müteşekkil bir karma kutsal kitap meydana getirme çalışmaları unutulacak, göz ardı edilecek bir vak'a değildir. 

Hal böyle olunca, ülkemizde olduğu, diğer Müslüman ülkelerde de aynı bozgunculuk, fitne çıkarma, Müslümanları ayrıştırma, mezhep kavgaları çıkarma, klik, ekol çatışmaları meydana getirme hareketleri hız kesmeden aynen devam etmektedir. 

Ne diyelim? Müslümanlar sürekli desinler ki : " Nereden bilecektik?" ham hayallerini, bilgisizliklerini, zavallılıklarını devam ettirsinler bakalım!..

İki milyarı geçmiş bir İslam potansiyeli, kurtulmak istiyorsa, kurtuluş umuyorsa, yapacakları bir alternatif bulunmaktadır. " Birlik Olma" düşüncesidir. Çünkü, zamanımız, çağımız, birleşme, dayanışma, bir araya gelme çağıdır. Bir olan İslam, bir olan Kur'ân bunu emretmektedir. Aksi halde, Ebu Hanifecilik, İmam Şafilik, Malikilik, Ahmed Bin Hanbelcilik veya Şiacılık Kur'an'dan üstün tutulursa, ki- tutuluyor- veya bir kısım İslam dışı görüşleri, şeyhciliği, mürşidciliği, müritciliği, tekkeciliği, dergahcılığı veya başka mahfilleri Kur'ân'ın önüne geçirirsek , vallahi, kurtuluş anlarından, zamanlarından uzaklaştığımız anlar, yıllar ve vakitler olacaktır. 

Çünkü, tüm yabancı güçler, İslam'ı içten çökertmek için, bin bir eşit hareket, eylem, işlev peşinde ha bire gündem değiştirmektedirler. Dün başkaydı, bu gün başka yarın başka türlü olacaktır. Dünkü zamanlar da Lawrensler vardı, bu gün başkaları sahnede arzı endam etmektedirler. 

Dün, Vehhabilik, Sünnilik, Şialık vardı, ya bu gün? Işid diye zavallı, türedi, uydurma cahillerin meydana çıkması, kafa, el, kol kesmesi boşuna, sıradan bir olay olmasa gerektir..Rabbim!.. Kur'ân Müslümanlarına yardımını lütfetsin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

öğretmenler günü
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz." (Fâtır sûresi, âyetler 19-20-21)

"Dirilerle ölüler de bir olmaz.. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere işittiremezsin!" (Fâtır sûresi, âyet 22)

Tabii ki, iman, bilgi, hikmet ve akıl sahibi, ahlâklı, faziletli kimseler ile bunların takip ettiği hak yol ve nâil olacakları uhrevî nimetler ile imansız, bilgisiz, akıl, basiret, ahlâk ve erdemden yoksun kimseler ve bunların takip ettikleri bâtıl yol ve uğrayacakları ahiretteki azap, kesinlikle bir tutulamaz. Bu kısacık girişten sonra, asıl konuya dönecek olursak, malum olduğu üzere, 24 Kasım 2014 Pazartesi günü "Öğretmenler Günüdür". Bu muhteşem günün , aydınlık yarınlar ve aydınlık Türkiye'nin oluşmasında çare olmasını, ışıklar saçmasını Rabbimden niyâz eder, tüm öğretmenlerimizin bu mübarek günlerini kutlar, selam ve saygılarımı doya doya iletirim.

Bilindiği üzere, öğretmenlerimiz, emeklisi ile, çalışanı ile birlikte hak ettikleri, umdukları yerde değildirler. Zar zor geçinme durumları, maaşlarının azlığı ve en büyük kâbus ve kaosda eşkıya belasının sürekli enselerinde korkulu rüya olmasıdır. Çünkü, eşkıya güruhu, ilim, hikmet, tahsil, aydınlanma, yeni nesile hizmet, yarın ki Türkiye sevdamız vb. bir düşünceleri, emelleri, hedefleri olmadığı için, sürekli ışık saçan, nur efşan olan öğretmenlerimize, imamlarımıza husumet beslemekteler, fırsat düştükçe, onları acımadan, merhametsizce katletmektedirler. İsterseniz öğretmen 

Neşe Altan olayını takip edelim:

" Neşe Altan öğretmenin hikayesine yine bir meslektaşının sosyal medyada yaptığı yorum şöyledir:
" Seni yine koruyamadık öğretmenim..."
Terörün çığırından çıktığı yıllardı. Neşe Altan'ı şehit verdiğimizde 21 yaşında gencecik bir kızdı. Tekirdağ'lıydı. Okulu birincilikle bitirmişti. Diyarbakır'ın Bismil İlçesinin Çavuşlu Köyüne tayini çıktı. Babası da ardına düştü, kızımı tek başına yollamayayım diye.. Daha 21 günlük öğretmen iken hunharca katledildi baba kız...
Nesrin Ünügür de öyle... Feleğin sillesini yiyerek büyümüştü. Zor zahmet bitirdiği okulundan sonra Diyarbakır'ın Hantepe köyüne çıkmıştı tayini.. Sivilceli yüzüne bakıp çok şaka yapmıştım ona " Kız sivilceli, evlen de kurtulalım senden" diye.. Meslektaşı Cuma Ünlü ile tanışmış, evlenmişti, kaç gün geçti geçmedi şehit edildiği haberini aldık. Eşi Cuma ile beraber. ( 1996)" ( habertitürk.com)

Daha doğrusu, son 35-40 yılda vermiş olduğumuz şehit sayısı bir hayli fazladır. Mihraba geçmiş imamlarda öyledir. Suçları Müslümanlara namaz kıldırmak, ezanlarını okumak, Kur'ân öğretmekti. Hakeza, öğretmenlerin, kendilerini feda ederek, çocuklarımızı eğitmeleri, aydınlatmaları, hayatın gidişat öğretimini öğretmekti. Bunların hunharca, zalimce şehit edilmeleri, bana, Asr-ı Saadetteki Bi'ri Meune olayını hatırlatmaktadır. Mus'ab'ın, hicretten önce , Medine'de korkmadan, ürkmeden tebliğ görevini bihakkın yapması, Medine halkını İslam'la yüzleştirmesi gibi...
Bir başka üzücü, can acıtıcı olayda Bi'ri Maune olayıdır:

Resulullah (sav), hicretin dördüncü yılının Safer ayında çoğunluğu Ashab-ı Suffe'den olan yetmiş öğretmen (muallim) sahabiyi, İslam'ı öğretmek amacıyla Necid tarafına gönderdi. Bu sahabiler yolda müşriklerin saldırısına uğramış ve sadece üç tanesi hayatta kalabilmişti. Vahy aracılığıyla durumdan haberdar olan H. Peygamber (sav), hiç bir zaman duymadığı kadar büyük bir acı yaşamış ve günlerce bu sahabileri katleden müşriklere beddua etmiştir.

Oysa, Resulullah (sav) Taif dönüşü, yine bizzat Zeyd'le hakarete, taşlanmaya, küfürlere maruz kalmış, ama, beddua etmeye yanaşmamıştır. Ama, Bi'ri Maune vak'ası, onu içtenlikle üzmüş, canı sıkılmış ve onu beddua etmeye sevketmiştir. Binaenaleyh, günümüzdeki öğretmenlerin, zalimler tarafından şehid edilmeleri de öyledir. Kimisi bekar, kimisi nişanlı, kimisi sözlü, kimisi evli ve çocuklu iken, zalimlerin zulümlerine maruz kalarak, Allah'a yürümektedirler.

Resulullah (sav)'in , Bi'ri Maune öğretmenlerini katleden müşriklere beddua ettiği gibi, bende, tüm zalimlere, soysuzlara, maşalara, satılmışlara aynı şekilde beddua ediyor, zalimlerin hak ettikleri cezayı bulmalarını diliyorum.

Gönlümüz istiyor ki, vatanımız da güllük, gülistanlık olsun.. Kurt, kuzuyla beraber yaşam sürdürsün. Kimse kimseyi incitmesin ve incinmesin!.. Çünkü, bir masum öğretmen niçin hunharca katledilir? Suçu, kabahati, hatası, kusuru ne olabilir ki? Dolayısıyla, günümüzde dillendirilen " açılım" "saçılım" "çözümleme" sürecine ben, pek de inanmıyorum. Çünkü, emperyal güçler, bu güzel düşünceyi ters yüz ederek, yine insan azmanlarını sokağa dökecekler, masum , biçare insanları katletmeye devam edeceklerdir!..

Halbu ki, batılı güçler, Rusya, İran vb. teröre destek verenler, kendi vatanlarında bir hadise olduğu zaman, taş taş üstünde bırakmayıp, olay çıkaran insanı tuzla-buz etmektedirler. Bir kere, imamlar, öğretmenler, eşkıyanın da görevlisi, sade halkın da muallimleridir. Onları katletmek değil, suçsuz yere şehid etmek değil, onların ellerinden ziyade, ayaklarını öpmek bir toplumun esas mes'elesi olmalıdır.

Bu vesile ile, 24 Kasım 2014 " Öğretmenler Günü" nü candan kutlar, ölen veya şehid edilen öğretmenlere dualarımı sunar, hayatta olanlara sağlık, sıhhat, afiyet temenni ederim. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir

Kur'an-ı Kerim
Kopmayan bir ip olan aziz Kur'an'a sım sıkı sarıldığımız zamanlar da, öylesi büyük işler, büyük hizmetler, çalışmalar yapmışız ki, dünya milletleri bu gayret karşısında küçük dillerini yutmuşlar, hayretler içerisinde kalmışlar, isteyerek veya istemeyerek alkışlamak zorunda kalmışlardır. Örneğin, Asr-ı Saadette, kısa zaman sürecinde İslam'ın dünyaya meydan okur hale gelmesi, gönülleri fethederek, İnsanlığın fevç fevç İslam'a koşması bunun apaçık göstergesidir.

"Hep birlikte Allah'ın ipine ( İslam'a ) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız." (Âl-i İmrân sûresi, âyet 103)

Başka örnekler verecek olursam, Bedir, Uhud, Hendek, Malazgirt, İstanbul'un fethi, Mohaç, Niğbolu, Çanakkale, Millî Mücadele vb. kıyamlarda Müslüman millet olarak ayağa kalkışımız, dillerde tekbir, gönüllerde Allah sevgisiyle cihad meydanlarına koşmamız unutulmayacak misallerdir. 

Lakin, ne zaman ki, küçük fikirlere fırsat verdik, başkalarını taklit eder olduk, " İsrailiyat" ve " Ehl-i kitab"ı büyük görür olduk, kendimizi onların yıkıcı, tahrib edici kucaklarına teslim eder olduk, işte, o zamandan bu yana da perişanız, payimalız ve bedbin bir halde sefaleti yaşamaktayız. İsterseniz, bir alıntı ile ile konumuza devam edelim:

" 1- İsrailiyatın İslam kültürüne girmesinin sebepleri:
Kur'ân'ı Kerim'in naklettiği kıssaların pek çoğu Tevratta da geçmektedir. Hem Kur'an-ı Kerim, kıssaların ayrıntıları üzerinde durmazken Tevrat ayrıntılara girmektedir. Çünkü Kur'an-ı Kerim bu kıssaları aktarırken ibret alınacak yönlerine dikkat etmekte, ibret alınmaya konu olmayacak hususlara temas etmemektedir. Okuyucuların bir kesimi özellikle de halk tabakası , alınacak ibretten çok kıssalardaki olaylara takıldılar.
Kur'an'da olayların ayrıntılarını bulamayınca bu isteklerini karşılamak için Ehl-i Kitaba müracaat ettiler. İsrailiyatın İslam kültürüne karışmasının sebepleri konusunda ibnu Haldun şöyle demektedir:
" Araplar ne Kitap Ehli nede ilim ehli idiler. Bedevilik ve ümmilik onlara hakim idi. İnsan nefsinin arzu duyduğu kainatın yaratılış sebebi, yaratılışın başlangıcı, varlığın sırları gibi konularda bilgi sahibi olmayı arzu ettiklerinde onu önce kitap ehli olanlara sorar ve onlardan istifade ederlerdi.
Bu kitap ehli ise, Tevrat ehli olan Hristiyanlar idi. O gün Araplar arasında yaşayan Tevrat ehli de haddi zatında onlar gibi bedevi idiler. Tevrattan bildikleri Kitap Ehli'nden avam'ın bildikleri şeylerdi. İsrailiyatın İslam kültürüne karışmasının diğer bir sebebi de, Ehl-i Kitaptan bazı alimlerin İslam dinine girmiş olmalarıdır. Bu bilginler ya diğer Müslümanların kendilerine müracaat etmeleri sonucunda ya da kendiliklerinden israiliyatı anlatıyorlardı." (V. Selimoğlu)

İşte, o gündür bu gündür, Müslümanlar olarak gerek batı kültürünün, gerekse İsrailiyat kültürünün etkisi altında kalmış, onların ortaya sürmüş oldukları hurafi, efsane yüklü yarım yapalak bilgileri baş tacı etmiş durumdayız. 

İsrailiyat hurafeleri, bid'atleri Müslümanların her alanına nüfuz etmiş, ameli yönlerine, itikadi hallerine varıncaya kadar girilmedik, baskı altına almadık bir husus bırakmamışdır. Evlilik, cennet ve cehennem, dünyanın ömrü, kıyametin ne zaman kopacağı, kader mevzusu, İsa (as)'ın hali, Mehdi ve Mesih çıkmaları vb. binlerce yabancı , İslami olmayan abartı dolu bilgiler, maalesef, hâlâ, camilerimiz de anlatılır, İslam'ın, Kur'ân'ın emirleri imiş gibi, bireylerin bilgilerine sunulur.

İsrailiyatın, hurafenin sonlandırılması için, tüm Müslümanların bilhassa, entelektüel takımın görev üstlenmesi en önemli ve mühim bir görevdir. Çünkü, avamın bu mevzuda şimdilik mes'eleyi kavraması, idrak etmesi zor görünmektedir.

"2- İsrailiyatın tarihçesi ve seyir çizgisi:
Arapların biri yaz, biri de kış mevsiminde olmaka üzere ticaret için iki yolculukları vardı. Nitekim Kur'an-ı Kerim de bundan bahsetmektedir. Kış yolculuğu Yemen'e, Yaz yolculuğu da Şam'a yapılıyordu ve buralarda çoğunluğu Yahudi olan Ehl-i Kitap yaşardı.
Gerek Arap yarımadasında ve gerek bu yolculuklar sırasında Araplarla Ehl-iKitap arasında ki münasebetlerin sonucu olarak Arap kültürüne Ehl-i Kitap kültürünün de karışmış olması tabiidir. Ancak cahiliye döneminde bu etkilenmenin büyük boyutlara ulaştığını söyleyemeyiz. Çünkü Araplar müşrik idiler ve Ehl-i Kitap kültürüne ilgi duymuyorlardı.
Etkilenme daha çok İslam'ın gelişinden sonra ve yukarıda dikkat çektiğimiz sebeplerle olmuştur. Netice Kur'an kıssalarının kaynağı, bizzat Kur'an'ın kaynağını ilgilendiren bir husustur. Kur'an'ın indiği dönemde Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar, Kur'an kıssalarının Tevrattan uyarlama olduğunu iddia etmedikleri halde günümüzde müsteşriklerin bazısı böyle bir iddia ileri sürebilmektedir.
Kur'an'da geçen kıssalarla Tevrat kıssaları arasında yapılacak bir karşılaştırma, Kur'an kıssalarına elde mevcut muharref Tevrat'ın kaynaklık etmeyeceğini açıkça ortaya koyacaktır. Ayrıca Muhammed (s) hem ümmi biriydi ve hem de o dönemde gerek Tevrat, gerekse İncil Arapça'ya tercüme edilmiş değildi. Kaldıki Muhammed (s)'in uslubunu ortaya koyan kendisinden nakledilmiş hadislerin üslubu ile Kur'an'ın üslubu arasında fark vardır.
Bu da kıssalarıyla birlikte Kur'an'ın tamamının Allah tarafından hem lafız hem de mana olarak indirildiğinin delilidir. Kur'an bir beşer tarafından yazılmış bir kitap olamaz. Nitekim indirildiği günden bu yana benzerinin getirilmesi konusunda meydan okumakta fakat bir benzeri ortaya koyulamamaktadır. Kur'an kıssaları hakkında bir delile dayanmaksızın ortaya atılan iddialardan biri de, kıssalarının vakii olmadığı; olay ya da şahısların gerçek olmasını gözetmediği , diğer sanat kıssalarında olduğu gibi kıssalara hayali unsurlar kattığı iddiasıdır.
Bu iddianın da bir dayanağı yoktur. Bu kıssaların bir çoğu anlatıldıktan sonra zikredilen: - Ey Muhammed! sana anlattıklarımız, gayb haberleridir. Bu anlatılanlar gerçek olarak anlatılmaktadır.- gibi ifadeler,kıssalarda hayali unsurların bulunmadığının kesin delilleridir. Bu iddiayı ileri sürenlerin niyeti ne olursa olsun iddialarını ispatlayacak bir delil ortaya koyamamışlardır." (V. Yavuzoğlu)

Dünü gerilerde bıraktığımıza göre, 21'nci asrın Müslümanlarının bu hususlarda çok dikkatli, kılı kırk yarar olmaları, tüm mes'elelerini, sorunlarını yüce kitabımız Kur'an'a havale etmeleri lazımdır.
Elimizde Kur'ân gibi bir ana kaynak var iken, Müslümanların çıkmaz sokaklara sapmaları, oradan, buradan bilgi devşirmeleri yakışıklı, olumlu ve müsbet değildir. Bilhassa, günümüz dünyasında, Kur'ân dışı bilgilere hiç lüzum ve gereksinim bulunmamaktadır. Çünkü, zamanımız akıl, mantık, Kur'ân çağıdır. Kur'ân'la oturup, Kur'ân'la yaşama zamanıdır. Rabbim, bizleri, hurafattan, bid'atlerden, uydurmalardan, yıkıcı, tahrip edici maksatlı bilgilerden muhafaza buyursun!..Âmin!... Selâm ve duâ ile...

Şerafettin Özdemir

Kuran
Kur'an Anlaşılması Zor Bir Kitap mıdır ?

"İnkâr edenler: Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız, dediler." (Fussılet sûresi, âyet 26)

Maalesef, acı , teessüf edilecek bir söz değil mi? "Kur'an Anlaşılması Zor Bir Kitaptır" yanlışı. Oysa, Kur'ân'ı; okumak, anlamak ve yaşamak, ekmek yemek kadar, su içmek kadar, oksijen teneffüs etmek kadar kolay ve rahattır.

Aslında, Başkanlıkça büyük bir kampanya başlatılmalıdır ki, ismi " Herkes Kur'an okuyor" kampanyası olmalıdır. Bunun yanı sıra, Kur'ân'ı anlama ve hayata yansıtma proğramları tatbik edilse fevkalade olur değil mi?

"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini ( hahamlarını); ( Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i ( İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır." (Tevbe sûresi, âyet 31)

Kısaca ayeti kerimenin tahlili:

Yahudilerin Mukaddes Kitaplarını taşıyan sandık bir kaç kez düşmanlarının eline geçmiş, Mukaddes Kitap saldırıya uğramış ve bizzat Hz. Musa'ya verilen levhalar kaybolmuştur. Yahudi din adamları olan hahamlar hâfızalarında kalan bazı âyetleri parça parça yazmışlardır.

Babil esaretinde iyi bir yazıcı olan kâhin Ezrâ, şifahi ve kısmen yazılı olan rivayetleri bir araya toplayıp Yahudi mukaddes kitabını çıkarmıştı. Bu hizmetinden dolayı Ezrâ, İsrailoğullarının saygısını kazanmış, bu saygı zamanla o kadar aşırı bir noktaya varmış ki Yahudiler, Ezrâ'yı Allah'ın oğlu saymışlardır. Zikredilen âyet bu hususa işaret etmektedir.

İşte, Yahudilerin sahte tanrısı Ezrâ'nın, uydurmuş olduğu rivayetler, efsaneler, hurafeler ve İsrailiyat kültürü ne acı ki, asırlardır İslam alemini de çepe çevre sarmış ve yanlış uydurmalarla boğmuştur..

Netice olarak;

Tüm bu yanlışlar niçin olmakta, saf beyinleri, idrakleri, akılları felakete sürüklemektedir biliyor musunuz? Bu yanlışların, uydurmaların altında yapmakta olan en büyük etken, "Kur'ân'ın anlaşılması zor, biz onu kavrayamayız" düşüncesidir.

Yukarı da maddeler halinde peşi peşine sıralanan ve bunlardan başka binlerce yanlışın, hurafenin, uydurmanın bitirilmesi için, hiç zaman kaybetmeden Kur'an'a sarılmak, herkesin, her kesimin, alimin, din adamının, memurun, işçinin, işverenin, ağanın, fakirin, kadının, erkeğin, gencin, yaşlının bütün toplum katmanlarının Kur'an'a sarılmasından başka çıkar yol ve metod bulunmamaktadır.
Tabii ki, bu çalışmanın, faaliyetin, aktivitenin başını başkanlığımız, ilahiyatçılarımız, tüm akademisyenlerimiz, aydınlarımız çekecektir.

Aksi halde, öncü durumunda olan kesimler, bu sakatlıkların yok olması için, ellerini taşın altına sokmazlarsa, gelen tepkilere göğüs germezlerse , vallahi, selam sana Ya Rasulallah!.. Ümmetin görevden kaçmaktadır!.. Demekten başka bir sözümüz olmayacaktır!.. Rabbim!.. Bu uğurda bizlere güç ve kuvvet bahşeylesin!.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir - İslam Ahengi

nali şerif kolye

Nal-i Şerif Kolye Takmak Caiz midir? Nal-i Şerif'in Faziletleri Var mıdır ?

Son zamanlarda piyasada, özellikle dini ürünler satan e-ticaret sitelerinde Nal-i Şerif kolye ve benzeri ürünler satılmaktadır. Aynı firmaların internet sitelerinde, Nal-i Şerif'in Faziletleri yer almakta ve bu kolyeye sahip olanın bir çok nimete sahip olacağı söylenmektedir.

Peki Nal-i Şerif şeklinde kolyelerin taşınması yada Nal-i Şerif resmi bulunan çerçevelerin evlere asılması caiz midir ve faziletleri var mıdır? Konuyla ilgili Diyanet İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı Dini Soruları Cevaplandırma Platformu tarafından,  bu konu hakkında sorulan bir soruya şu cevap verilmiştir.
Kolye takmanın hükmünü eğer erkek olarak kendinizin kolye takması hakkında soruyorsanız belirtelim; Şekli na'l-i şerif şeklinde olsa bile erkeklerin kadınlara benzemek amacıyla kolye takması ve süslenmesi caiz değildir. Zira kolye ve küpe gibi süs eşyası takmak kadınlara mahsustur. Erkeklerin küpe takmasının hükmü şöyledir: Peygamberimiz (s.a.s.) döneminden itibaren bu güne dek kadınlar süslenmek amacıyla küpe kullanmışlardır (Buhari, Libas, 59). Bu itibarla da kulak deldirip küpe takmak, Müslümanların genel örfünde kadınlara ait bir süslenme tarzı olarak kabul görmüştür. Müslüman erkeklerin ise kadınlara has süs eşyalarını kullanmaktan uzak durmaları gerekir. Zira Peygamberimiz (s.a.s.): “Kadınlara benzemeye çalışan erkekler ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlar Allah’ın rahmetinden uzak olsun” (Buhari, Libas, 61-62) buyurmuştur.

Bu ve benzeri uyarılar sebebi ile İslam alimleri, erkeklerin küpe vb. kadınlara özgü takıları takmalarını tahrimen (harama yakın) mekruh saymışlardır (İbn Abidin, Reddu’l-muhtar, VI, 336-337, 388; Nahlavi, ed-Dureru’l-Mubaha fi’l-hazrı ve’l-İbaha, 29). Kadınların kolye takmasını sormak istiyorsanız; Kadınların nali şerif şeklinde kolye takması caizdir, üzerine na'l-i şerif resmi basılı olan kağıtların evlere asılması da caizdir. Ancak na'l-i şerif şeklinde kolye takmanın, takılan kolye veya asılan resimin faziletli olduğunu söylemek doğru olmayacağı gibi ve bunlardan medet ummak da caiz değildir. 

Nal-i Şerif Kolye Takmak Caiz midir? Nal-i Şerif'in Faziletleri Var mıdır ? 

Bu sorunun detayına gelince; Uğur getirdiğine ve bulunduğu yeri her türlü kötülükten koruduğuna inanıldığı için stilize edilmiş na‘l-i şerif şeklindeki kolyeler İslam tarihi süresince olduğu gibi günümüzde de bulunmaktadır. Bu tür na'li şerif şeklindeki kolyelerin takılma amacı Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ayağının tozu olmak, ayağına giydiği na'linin yani ayakkabısının insan üzerinde taşınması Peygamberimizin hatırasına saygı amacına matuf olduğu düşünülebilir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize duyulan saygının tek yolu na'l-i şerif şeklinde kolye takmak veya na'li şerifin fotoğrafını evlerimize asmak değil, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yaşadığı gibi yaşamak yani Allah'ın emirlerine riayet etmek ve yasaklarından da sakınmaktır. 

Bu itibarla nal-i şerif kolyesini takmanın faziletli olduğunu söylemekten ziyade na'l-i şerifin sahibi olan Hz. Peygamber'in ahlakıyla ahlaklanmak ve Peygamberimize layık bir ümmet olmaya çalışmak esastır. Na'l-i Şerif hakkında daha geniş bilgi için Türkiye Diyanet Vakıfı İslam Ansiklopedisi’nin “NA‘L-i ŞERİF” maddesine (c.32, s:346-348) bakabilirsiniz. Kısa yolu şöyledir: 

Hz. Muhammed
Kur'an-ı Kerim’le ilk defa Efendimiz Hz. Muhammed (sav) muhatap olduğu gibi, Kur'anı ilk o okumuştur. Kur'an-ı Kerim onun ruhuna ve kalbine öyle işliyor, öyle etki ediyordu ki şimdiki Kur'an okuyan büyük bir çoğunluk onu görselerdi eğer, aslında hiç okumadıklarının farkına varacaktı. Peygamber efendimizden sonra ilk Kur'an ile tanışanlar bile, Kur'an'ın eşsiz güzeeliğine kapılmış, kalplerinde Allah'ın kelamlarını hissetmişlerdi.

Hz. Ali'nin bir savaş sırasında ayağına saplanmış okun, namaz sırasında çıkartılmasını istemesi ve kıraat halinde Kur'an okurken ayağındaki okun çıkarılmasının ardından hiçbir acı duymaması bu hikmete örneklerdendir.

Şimdi, Hz. Muhammed'in (sav) Kuran'ı okuyuşu ile ilgili sahih kaynaklardan rivayetlere bir göz atalım.

Hz. Muhammed'in Kur'an Okuyuşuyla İlgili Bazı Rivayetler


1- Kendisine Peygamber (sav)’in Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl okuduğunu soran bir sahâbîye Enes b. Mâlik (r.a) : “Peygamber (sav)’in kıraati medli idi (uzatılması gereken harfleri uzatırdı)” cevabını vermiş, ardından ‘bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm’i okuyarak : “Peygamber (sav) besmeledeki bismi’l-lâh’ın lâm’ını,er-Rahmân’ın mîm’ini ve er-Rahîm’in hâ’sını med ile (uzatarak) okurdu[26]” demiştir.

2- Peygamber (sav)’in hanımlarından Ümm-ü Seleme (r.ah) : “Peygamber (sav) Kur’an okuduğunda -âyetleri- ayırırdı. (الحمد لله رب العالمين ) âyetini okur ve dururdu; ardından (الرحمن الرحيم) âyetini okur sonra tekrar dururdu[27]” demiştir.

3- Ümmü Seleme (r.ah) Peygamber (sav)’in namaz ve kıraatini soran birine şöyle demiştir : “Sizin namazınızla O’nun kıldığı namaz arasında o kadar fark var ki! Kıraatine gelince, Allah Resûlü’nün kıraati harf harf (okurken âyetler tefsir ediliyormuş gibi) idi[28]”.

4- Resûl-i Ekrem (sav)’in gece namazına şâhit olan Ebû Zer el-Gıfârî (r.a) demiştir ki : “Peygamber (sav) bir gece namazda ‘Eğer onlara azap edersen onlar senin kullarındır; eğer bağışlarsan hiç şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin’ âyetini[29] sabaha kadar tekrar tekrar okudu[30]”.

5- Huzeyfe b. Yemân (r.a) Resûl-i Ekrem (sav)’in Kur’an okurken yaşadığı hal ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmuştur : “Peygamber (sav) namazda rahmet âyetini okuduğunda Allah’tan ister, azap âyetinde O’na sığınırdı; tenzîh[31] âyetlerine geldiğinde ise Allah’ı tesbîh ederdi[32]”.

6- Berâ b. Âzib (r.a) “Peygamber (sav)’i yatsı namazında Tîn sûresini okurken işittim; sesi ve kıraati ondan daha güzel bir kimse görmedim[33]” demiştir.

7- Hz. Âişe (r.ah)’den gelen bir rivâyete göre, Peygamber (sav) Efendimiz bir gece Âl-u İmrân sûresinin son on âyetini göz yaşları içinde okuduktan sonra buyurmuşlardır ki : “ Bu âyetleri okuyup derin derin düşünmeyen kimseye yazıklar olsun![34]”

8- Resûl-i Ekrem (sav) okuduğu Hûd sûresinin 112. âyetinden[35] dolayı “Beni bu sûre ihtiyarlattı[36]” buyurmuşlardır.

9- Peygamber (sav) Efendimiz her gün Kur’an’dan bir miktar okumayı kendisine vazife edinmişti[37].

10- Ebû Leylâ (r.a) diyor ki : Resûl-i Ekrem (sav) geceleyin nâfile namaz kılarken ben de onun yanında namaz kılıyordum. Azap âyetlerinden birini okuyordu. Âyeti bitirdiğinde buyurdular ki : “Cehennem ateşinden Allah’a sığınırım. Cehennemliklerin vay haline ![38]”

11- Hz. Âişe (r.ah) Allah’ın Nebîsi (sav)’nin Kur’ân’ın hepsini bir gecede (sabaha kadar) okuduğunu hatırlamadığını ifade etmiştir[39].

12- İbn Mes’ud (r.a) diyor ki : “Resûl-i Ekrem (sav) benden kendisine Kur’an okumamı istedi. Nisâ sûresini okumaya başladım. Sûrenin ‘Her ümmete bir şâhid, seni de bunlara şâhid getirdiğimizde durumları nasıl olacak’ âyetine[40] geldiğimde Peygamber (sav)’in gözlerinden yaşlar boşaldığını gördüm[41]”.

Tüm bu rivayetler ve diğer bilgi kaynakları ışığında Hz. Muhammed'in (sav) nasıl Kuran okuğunu maddeleyecek olursak;


Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz ;

1- Kur’ân’ı Kerîm’i tertil üzere (ağır ağır, tane tane) okumuş, harf ve kelimeleri âdeta tefsir edercesine kıraat etmiştir.

2- Tilâveti esnasında medlere ve vakıf mahallerine riâyet etmiştir.

3- Âyetlerin mânalarına yoğunlaşarak okumuştur. Zaman zaman bazı âyetler üzerinde tekrarlar yapmış, derin hakîkat ve hikmet ihtivâ eden bölümler üzerinde uzun uzun tefekkürde bulunmuş, rahmet âyetlerinde Allah’tan istemiş, azap ve inzâr âyetlerinde O’na sığınmıştır.

4- Kur’ân’ı hem kavlen hem aklen hem de kalben tilâvet etmiştir. Dili ile elfâzı tertîl ederken, aklı ile mânaları üzerinde durmuş ve nihayet kalbi ile de Kur’an’dan nasipdâr olmuştur.

5- Gündüzünde olduğu gibi gecesinde de Kur’an okumaya zaman ayırmıştır.

6- Bir oturuşta yahut bir gece sabaha kadar sayfalarca Kur’an okumak yerine, her gün bir miktar tefekkür boyutuyla tilâvet etmeyi tercih etmiş, bazan tek bir âyeti sabaha kadar okumaya devam etmiştir.

7- Kendisine verilen engin hikmet ve fetânet ile okuduğu âyetleri murâd-ı ilâhi doğrultusunda anlayarak tilâvet etmiştir.

8- Başkasından Kur’an dinlemeyi sevmiştir.

9- Okuduğu âyetlerin mânasından etkilenip göz yaşı dökmüştür.

10- Kur’ân’ın kalbî ülfet ile okunmasını, uyku ve rehâvet hali içinde okunmamasını tavsiye etmiştir.

11- Kur’an okumayı en faziletli ve en sevilen amel olarak görmüş, Kur’ânı en iyi okuyan ve bileni yönetici tayin etmiştir.

12- Hülâsa Kur’ân’ı elfâz, ahkâm ve ahlâk boyutuyla tilâvet etmiştir. Elfâzıyla dilin, ahkâmıyla aklın ve nihâyet ahlâkıyla kalbin payını vermiştir; O, hem Kur’an okumuş hem Kur’ân’ı okumuştur.

Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Fatih Çollak

kuran-ı kerim

Kuran-ı Kerim Her Zaman ve Her Yerde Okunmalıdır

Kur'an-ı Kerim, kutsal günlerde, düğünlerde, cenazelerde okunuyor da, diğer zamanlarda niçin sıkça gündemde değildir ?
  • "Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. ( Ondan ) öğüt alan yok mu?" (Kamer sûresi, Ayet 17)
  • " Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?" (Muhammed sûresi, Ayet 24)
Bu gün, yine aziz Kur'ân'ın toplumlara iletilmemesi, zorlaştırılması ile ve benzeri hususlarla karşınızdayım. Çünkü, dün olduğu gibi, günümüz uleması da, aziz kitabımız Kur'ân'ın anlaşılmaması için, belleklere, zihinlere yerleşmemesi için bütün imkanlarını kullanmaktadırlar.

Kuran-ı Kerim Her Zaman ve Her Yerde Okunmalıdır

Çünkü, Kur'ân'ı; toplumlar iyice anlarsa, onun emirlerinden istifade ederse, kendi oligarşileri bitecek, baskıları sona erecek, cenaze sonunda, hatim bitiminde, mevlid ahirinde ellerine her hangi bir zarf tutuşturulmayacaktır.

Dolayısıyla, Kur'ân'ın sadece yüzünden, anlamsız şekilde okunmasını istemelerine binaen, kat'iyyen mesajlarını öğrenmeleri, emirlerinden istifade edilmesi düşünülemez, böyle bir hareket, soru zuhur ederse, derhal mani olunur. Bu konuda, S. Merdin hocayı dinleyelim:

" Okuyun!.. Dininizin kitabını yaratan Rabbinizin adıyla başlayıp okuyun. Çünkü; yalnız O'na kulluk eder ve yalnız O'ndan yardım dileriz. Bir şeyhin bizi Allah'a ulaştıracağı zannıyla onun tükürük hokkasını içerek yardım dilemek batıllığına düşmeyiz. Yalnız Allah'ın dediklerini yaparız; kibri dağları aşmış ve Firavunlaşmış din tüccarı siyasetçilerin atalarının ve geleneklerinin dönüştürülmüş dininin emrettiklerini değil!..
Allah'ı rüyasında gördüğü iddia edilen mezhep imamlarının içtihatlarının, güçlerini korumak ve halkını sömürmek adına Arap adetlerini din diye dünyaya yayan Emevî, Abbasi ya da Osmanlı Halifelerinin ya da Şeyhulislamlarının fetvalarının ve hatta bugün tek mezhep adına okunan resmî ve demokratik (!) fetvaların Allah'ın hükmü yerine hüküm koyarak demek olduğunu bilerek Allah'ın tek hüküm koyucu olduğunu ve onun dışındaki hükümlerin din adına geçersiz olduğunu biliriz.
Allah'tan her an, her yerde ve bilhassa ne söylediğimizi anladığımız şekilde kıldığımız namazı vesile ederek yardım dileriz; bir türbede mum yakarak ya da çaputlar bağlayarak, orada yatan mevtayı aracı ederek bile olsa şirke düşmenin gafletine kapılmayız. Peygamber hırkası gibi şeylere, sakalına, ayak izine müşriklerin atalarının putlarına tapındığı gibi tapınır vaziyetlere girmenin cahilliğinin farkına varırız. " ( S. Merdin)

Siz, dünkü ve bu günkü ulema tarafından anlaşılmaz hale getirilen aziz Kur'ân'ın, kandil gecelerinde, kutsal günlerde, cenaze başlarında, sünnet festivallerinde, düğün yortularında nasıl okunduğunu, geceye, cenazeye, düğüne renk katmak, bol bol bahşiş almak amacıyla nasıl dallanıp, pullanıp okunduğunu görünüz.

Aman Ya Rabbi! Hele söz konusu bu toplantıların sahipleri, biraz da zengin ise, bol bol hediye, zarf kapılacaksa, vay!.. Babam vay!.. Bin bir çeşit fırıldaklar, taklalar, tabasbuslar, yağcılıklar, temenna çekmeler, " Aman efendimler(!)" dolu riyakarca sözler, havalarda, boşlukta dans ettirilmektedir..
Hani, Kur'ân anlaşılmazdı!.. Hani, bu mevzu ile uğraşanlar Kur'ân sapığı idi!.. Hani, yanlış anlam vermeler, hatalı manalar insanı baş aşağı cehenneme sürüklerdi? Hani, Kur'ân hakkında konuşmalar, sadece şeyhlere, mürşidlere, ulemaya mahsus idi? Bu tür yaklaşımlar, Fatimilerin, Osmanlıların uydurmuş olduğu kandil gecelerini Kur'an'la süslemekte nedir? Yine Merdin hocayı okuyalım:

"Okuyun!.. Allah'ın kitabını okuyun. Kur'ân; apaçık deliller olarak indirilmiş, eksiksiz bir gerçek, apaçık bir mesaj ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde din adına her şeyi açıklamışken onu okumak yerine; anlaşılmaz içtihatlar ve cinnetvari emirlerle dolu sohbet kitaplarını, en doğrusunun bile doğruluğu tartışılır olan hadis kitaplarını, her mezhebe göre farklı farklı hazırlanmış ilmihalleri, tefsirleri, sözde İslami yaşam biçimlerini anlatır aile rehberlerini ve anladığınız dilde çevrilmiş olduğu halde iyi niyetlerle bile yazılmış olsa da sizi okuduğunu anlamayan akılsızlar gibi görenlerin Kur'an'a eklediği alt paragrafları okumayın.
Bilmediğiniz bir kelime geçerse sözlüğü bakmak zor bir iş değil, hele ki bu devirde! Uyduruk hadislere ve içtihatlara dayanarak dini zorlaştırıp yaşanmaz hale getirmeyin.
Doğruluğu ne kadar iddia edilirse edilsin Peygamberimize ait olduğu söylenen bir sözün ( hadisin) yüzde yüz doğru olduğuna emin olamazken bir sözü onun söylemiş olduğunu kesinkes iddia etmek ve dinin gereği haline getirmek aslında ona hakaret etmenin, iftira etmenin ta kendisidir." ( S. Merdin)
Benim, her hususta, Suudi Amerika'yı ( Arabistan (!)) misal vermem gibi, alt tabaka mağdur, sefil, mazlum, sürüngen, amma velakin, üst tabaka, köşe başlarını tutmuş olan kompradorlar, egemen kafalar, üç kağıtçı, uyanık insanlar, milletin, malını, mülkünü, alın terini yiyip içmektedirler. Katran olsun, midelerine, kursaklarına dursun!..

Netice olarak üzülerek ifade edelim ki, insanların alın terlerini sömüren, kan içen, mazluma acımayan, düşkünün elinden tutmayan gaddarlar, Kur'ân'ın anlaşılmasını, okunmasını, mesajlarının hayata yansımasını kabul etmezler.

Çünkü, onlar farklı dünyanın yani, kapitalist alemin temsilcileri, figüranları, sürüngenleridir. Onlar, ölseler de, kalsalar da, Kur'ân'ın okunmasını, anlaşılmasını, hayata aktarılmasını mümkün değil kabul edemezler. Eğer edecek olsalar, o gün, o dakika da işleri, bitmiş, çıkar dünyaları, hortumlama mekanizmaları bitmiş tükenmiş olacaktır.

Zaten, halkımız da bu tür soysuzluklara alıştırılmış kalabalıklar durumuna düşürülmüştür. Bir önce ki yazımda da ifade ettiğim gibi, İlçem Afşin'da iken, bir şeyhin, bir cennet aracısının, bir şefaatçinin (!) ne denli bir alemde olduğunu görmüştüm.

Beş on dakika anlattıklarını dinledim. Ceviz kabuğunu doldurmayacak meseleler idi!.. Ama, gelin görün ki, kadını, kızı, kızanı, yaşlısı, genci bir an önce cennete girebilmek, o zatın yani şeyhin şefaatına nail olabilmek için kendinden geçercesine koşuyor, koşuyordu. 

Kuran-ı Kerim Her Zaman ve Her Yerde Okunmalıdır

Oysa, o şeyhe koşanların, elini, eteğini öpmeye çalışanların geneli asgari ücretle zar-zor geçinen insanlar idi.. Lakin, şeyh diye tapındıkları zat, maşallah (!) köşeyi dönmüş, komprador olmuş, güç yetmez arabanın içerisinde, etrafında kendisini koruyan muhafızları eşliğinde. herkese, her kesime çalım satıyordu..Ne diyelim? Onlara, bir örnek insan gösterelim: Hz. Ömer (ra)'ın unutulmaz ve örnek hayatları!..

Rabbimiz!.. Bizlere, aziz kitabımız Kur'ân'ı Kerim'i; okumayı, anlamayı ve yaşamayı lütfetsin!.. Selam ve dua ile..

Şerafettin Özdemir

cerrahilik, cerrahi tarikatı
Son zamanlarda milletimizin gündemine zaman zaman giren cerrahilik, cerrahi tarikatı nedir, cerrahi tarikatı nasıl oluşmuştur gibi konulara değineceğiz. Türkiye'de birçok tanınmış isimlerin (Cem Yılmaz, Mashar Alanson, Gökhan Özoğuz...) bu tarikatın müridi olduğu hakkında doğru ya da yanlış söylentiler nedeniyle, halkımız bu tarikat hakkında bilgi aramaktadır. 

Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Etnoloji Anabilim Dalı'nda yüksek lisans tezi olarak Pınar Karaatlı tarafından hazırlanan "Modernleşen Bir Gelenek: Cerrahilik İstanbul’da Etkinlik Gösteren Bir Halveti-Cerrahi Çevresinin Etnolojik İncelemesi" adlı tezi, Cerrahilik ve Cerrahi Tarikatının tarihsel süreci, doğuşu ve ne olduğu hakkında detaylı bilgi vermektedir.

Halveti-Cerrahi Tarikatı


Haçlı seferleri sürerken ve Kudüs Krallığı henüz yaşarken İslam coğrafyasının ana hatlarını oluşturan Ortadoğu, doğudan da büyük bir saldırıyla karşı karşıya kaldı. Bu, Cengiz Han’ın, Moğol devletinin saldırısıydı ve Moğollar, İpek Yolu’nun iki ucunu yavaş yavaş kontrolü altına almaya başlamış, kısa zamanda bütün Orta ve Ön Asya’yı tek yönetim altında birleştirebilmişlerdi. Moğol akınları sayesinde sistematik olarak yürümekte olan Orta Asya’dan Ön Asya’ya doğru gerçekleşen bu göç hareketi büyük Moğol egemenliği döneminde de tümüyle denetimsiz bir akın halini aldı ve Anadolu’da böylece Orta Asya’nın farklı kültürel bölgelerinde gelişmiş olan bu yeni kültür karmaşasının etkisi altına girmiş oldu. Bu yeni kültür karmaşası ile birlikte Orta Asya’nın inanç akımları, İslam kültürüyle İran ve Anadolu coğrafyası üzerinde ortak bir sentez yaratma çabası yakalayabildi. Daha önce aktardığımız gibi Eski Hint-İran dinleriyle ve Yunan felsefesinin dolaylı etkisiyle İslamın içinde batınilik, özelinde tasavvufun da etkisiyle ekonomik değişim ve zorluklarla çalkalanmakta olan Anadolu ve İran topraklarında mükemmel bir zemin bulmuştu. 

Orta Asya’nın, zanaat ve ticarete dayalı kentlerinin halkı Anadolu’ya yerleşince, bir yandan Haçlılar bir yandan Bizans tarafından kıstırılmakta olan ve İlhanlılar’ın da acımasız boyunduruğu altında ezilen Anadolu’da yüzlerce kasabada zengin bir el sanatları uygarlığı yaratılabilmiş, yüzlerce medresede temeli kent kültürüne dayalı zengin bir kültür de gelişmeye başlamıştır. Ancak siyasal zayıflık ve ekonomik olanaksızlıklar inanç bakımından keskin çatışmalara da yol açmaktadır. İslam’ın ulema tarafından saptanmış kitabi yorumu, Uzak Doğu kültürlerinden de esinlenmiş olan bu kitleye yeterli gelmemişti. Bu sebeple bölgenin zengin geçmiş kültüründen de esinlenen onlarca İslam üst kimlikli denebilecek inanç akımı (tarikat) doğmuştu ki bu akımlar da İslamın yorumlanışı yönünde değişik metodlar sunmaktaydılar. 

Genel olarak bu yeni inanç etkinlikleri “Yüksek İslam’a kıyasla bir ölçüde iptidai ve eski dini tasavvurlardan devşirilen aşağı bir “Halk Dini”ni de temsil ediyorlardı”. Çünkü daha önce de aktardığımız şekliyle “Sünni” yorum, mevcut rasyonalitesi ve akademik prestijiyle Anadolu’nun yeni sakinlerinin inanç duygularına çok az şey sunabiliyordu. Pratik açıdan ulemaya karşılık münzevi bir derviş, bu göç temelli halk kitlelerine, onlar tarafından oldukça iyi bilinen inanç motiflerini rahatça sergileyebilmekteydi. Böylelikle de Orta Asya ve Anadolu kültürleriyle bezenmiş ve inanca getirmiş oldukları alternatif yorumlarıyla bu inanç etkinlikleri, sosyolojik açıdan ifade edilirse teşkilatlanmış bir “İslam alt dini”ni, yine İslam’ın kemikleşmiş resmi kurumsallığına karşı tesis etmeyi başarmışlardı. Tarihsel özne olarak incelemeye aldığımız Halveti Tarikatı da, yukarıda aktardığımız şekliyle inancın bu yöndeki bir kültürel atmosferinde hayat bulmuş ve gelişebilmişti.

Cerrahi Tarikatı - Cerrahilik Nedir, Nasıl Doğmuştur


Tarihi kayıtlar ve Cerrahi (Halveti) tarikatının çeşitli kollarınca oluşturulmuş silsile bağlantıları, bizi tarikatın kurucu kişisi olarak hep aynı isme götürmektedir. Bu isim de Ömer el Halveti’dir (ö.800/1397-98). Hazar denizinin güneybatısında bulunan Geylan bölgesindeki Lahican’da doğduğu ve babasının adının da Ekmelüddin olduğu tarihi kayıtlarca doğrulanmıştır (TDV İslam Ansiklopedisi C.XV:393-394). Ömer el Halveti, İbrahim Zahid-i Geylani’nin halifesi olarak Harizm’de irşad faaliyetinde bulunan amcası Ahi Muhammed Halveti’ye intisap etmiş, onun ölümünden sonra da irşad makamına geçmiştir. Ömer el Halveti daha sonra Karakoyunlu hakimiyetinde bulunan Tebriz’e geçerek irşad faaliyetini burada sürdürmüştür. 

Silsile bağlantısı Ahi Muhammed vasıtasıyla İbrahim Zahid-i Geylani’ye nispet edilmiş, fakat kurumlaşmış bir tarikat halini almayan Zahidiyye silsilesiyle birleştirilmeye çalışılmış ancak bağımsız bir tarikat piri (kurucusu) olarak kayıtlara geçirilmiştir. (İbid) Halvetiyye tarikatinin kurucusu Şeyh Ebu ‘Abdi’llah Siracuddin Ömer b. es-seyh Ekmelü’ddin el Gilani el-Lahci el-Halveti, rivayete göre halvet çıkarmaya aşırı düşkünlüğü nedeniyle kurduğu tarikata bu isim verilmiştir. Hayatının uzun bir dönemini içi boş bir çınar ağacının kovuğunda halvetle17 meşgul olarak geçirmiştir. İnziva döneminde etrafında bir hayran kitlesi olup olmadığı bilinmemekle beraber münzevi yaşamının halk üzerinde oldukça etkisi olduğu söylenebilir. Zaten ilerleyen dönemlerde de görüleceği gibi Halvetilerin toplum hayatına girmek istemeyen tavırları Ömer el Halveti’nin tarihsel kişiliğinin bu mitsel öğeleri ile daha da iyi anlaşılabilmektedir.

Ömer el Halveti’nin 1349 yılında Herat’ta ölümünün ardından tarikatın silsilesi Ahi Mirem (ö.812/1425), Hacı İzzeddin (ö.828/1425), Saddretin-i Hiyavi (ö.860/1455) şeklinde devam ederek tarikatın ikinci piri, bir bakıma tarikatın gerçek kurucusu olan Pir-i Sani (ikinci Pir) Seyyid Yahya-yı Şirvani’ye ulaşmıştır. Yahya Şirvani, Şirvan’ın merkezi olan Şemahi’de dünyaya gelmiştir ve kayıtlara göre soyu İmam Musa Kazım’a dayanır. Küçük yaşlarda başladığı tahsiline önceleri doğduğu yerde devam eder, aradan geçen zaman zarfında Tebriz’e yerleşir. İslami bilgilere dayanan yüksek tahsilini Tebriz’de tamamlayarak Tebriz’deki büyük medresede müderrislik yapmıştır. Yahya Şirvani, karizmatik kişiliğinin getirilerini Tebriz’de bütün olanakları ile sergilerken, dönemin Sufi üstadları ile olan ilişkilerini de sıkı tutmuştur. 

Halk tarafından büyük saygı ve hayranlıkla dersleri izlenen Şirvani, büyük bir olasılıkla dönemin siyasi ve dini otoriteleri ile girdiği tartışmalardan etkilenmiş olacak ki 17 Kelime anlamı, “Bir kimse ile yalnız kalmak” “tenhaya çekilmek, yalnızlık” olan, halvetin tasavvuftaki karşılığı “Hiçbir kimsenin ve dünya malının bulunmadığı bir yerde, ruhun Allah’la konuşması” dır. Nefs terbiyesinde ve Allah’a ulaşma yolunda bir vasıta olarak görülen halvet, bazı sufilerce belirli prensiplere bağlanarak “halvet çıkarma” adıyla tarikatların usülleri arasında yerini almıştır.


(Bir Cerrahi Zikri)

Tebriz’de bulunan Sadreddin Hiyavi’ye intisap etmiş ve ondan feyz almıştır. Kısa zaman içinde Şeyh Sadreddin Hiyavi’den hilafet almış, önce Semahi’ye oradan da ölümüne kadar kalacağı Bakü’ye yerleşmiştir (İbid). Yahya Şirvani’nin Halveti tarıkatında ikinci pir olarak kabul edilmesinin en önemli belirtilerinden bir tanesi de yazmış olduğu “Vird-üs Settar” dır. İstisnasız hâla daha bütün Halveti şubelerince okunan bu eser tüm Halveti tarikatınca benimsenmiş usullerin temel özetini temsil etmektedir. Yahya Şirvani’nin Bakü’de uzun yıllar irşad faaliyeti sonucu tarikat, Azerbeycan’da sistemleşip, gelişmiştir. 

Buradan Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a, Suriye, Mısır- Kuzey Afrika’ya ve Güney Asya’ya kadar yayılmıştır. Halvetiye’nin Anadolu’ya Sadreddin Hiyavi’nin halifelerinden olan Amasyalı Pir İlyas tarafından getirildiği de yine tarihi kayıtlar tarafından da doğrulanmıştır. Yahya Şirvani’nin en önemli halifelerinden Dede Ömer Ruşeni, Ruşeni’nin ağabeyi Alaeddin Ali el Halveti, Pir Şükrüllah Ensari, Habib Karamani, Muhammed Bahaeddin Erzincani ve Ziyaeddin Yusuf Şirvani tarafından Anadolu topraklarında Halvetiye iyice yayılmıştır. Cemaleddin İshak Karamani vasıtasıyla da Halvetiye, İmparatorluk İstanbul’unda rahatça yayılma imkanı bulabilmiştir. (İbid) Ayrıca Halvetiye tarikatı Ruşeniyye (kurucusu Dede Ömer Ruşeni, ö.892/1487), Cemaliyye (kurucusu Cemal-i Halveti, ö.899/1494), Ahmediyye (kurucusu Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin, ö.910/1504) ve Şemsiyye (kurucusu Şemseddin Sivasi, ö.1006/1597) şeklinde dört ana kola ayrılmış, bu kollardan çeşitli şubeler meydana gelmiştir.

Kaynak: http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/3334/

mescid-i aksa
Dün-bu gün, Kudüs'te, Filistin'de bir avuç Müslümana kan kusturan, ızdırap veren, gözetim altında tutan, aç bırakan, vahşi, canavarca silahlarla öldüren siyonistler, Asr-ı Saadet döneminde de, boş durmuyorlar, plan üstüne plan yapıp, Resulullah (sav)'in ardından hile ve desise kurguluyorlardı.

Medine'de, bazen zehirleme girişiminde, bazan yüksekten taş atma, bazan da iffetli, namuslu Müslüman hanımlara hakaret ederek onları zelil, rüsvay ediyorlar, İslam birliğinin bozulması için, Müslümanların birbirlerine hasım ve düşman olmaları namına aklın ve mantığın ötesinde düzen kurmakta idiler. Şu ayeti kerime, siyonistlerin durumunu fevkalade bir şekilde açığa çıkarmaktadır:

" Yemin olsun ki ( habibim!) sen ehl-i kitaba her türlü âyeti ( mucizeyi) getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun." (Bakara sûresi, âyet 145)

Zikredilen bu ayeti kerime de, inadın insanoğlunu ne hale getirdiği anlatılarak ve izah edilerek "Sen onların arzularına uyarsan kötülük edenlerden olursun" denilmiştir. 

Çünkü Resulullah (sav) bilfarz onların bir dileğini yerine getirirse bu sefer başka bir şey isteyecekler ve zor görmedikçe hiç bir şeyi kabul etmeyeceklerdir. İşte âyette bu cihet anlatılmıştır. Bunun da sebebi, inat ve taassuptur. İman ile terbiye edilmemiş nefis, inat ve taassuptan kurtulamaz. Bu da insanı daima kötüye yöneltir. 

Demek ki, çağın her türlü ilerlemesi, bilgide, teknik de, teknolojide, alette, icatta, keşifte, mucid de, internette, kalkınmada ilerlemeler, mesafe kat etmeler, bir bakıma manasız, içeriksiz ve faydasız gibi gözükmektedir. 

Çünkü, bu günün İsrail siyonistleri, çağın tüm imkanlarından istifade etmelerine rağmen, düşünce alanında mağdur, perişan ve sefilleri oynamaktadırlar. Tevrat kitabını (tahrif edilmiş) Hz. Musa (as)'ın kutsal emanetini ırkçılığa, kafa taşçılığına alet etmektedirler. 

Halbu ki, dinler, evrensel veya başka bir deyimle üniversal olmalıdır. Örneğin, İslâm ve onun aziz kitabı Kur'an'ı Kerim; herkesin, her milletin, her cinsin, her ırkın ve tüm insanlığın ortak kitabıdır. Hiç bir ulusun, milletin ona sahiplenmesi, " benden başkası ona sahiplenemez" demesi, böyle bir iddiada bulunması, akılsızlık olacak ve hatta dangalaklığın daniskasını yapmış bulunacaktır. 

Onun içindir ki, İslam aleminin de içine düşmüş olduğu sıkıntı ve ızdırap, taassup, araştırmama, tarihe karşı arkasını dönme hastalığıdır.. Her zaman vurguladığım gibi, alemi İslam'ın, Beni Ümeyye, Emeviyye zihniyet ve düşüncesinden kurtulması, Mescid-i Aksa, Beytü'l-Makdis nedir, neresidir vb. binlerce mes'eleyi, tarihi realiteyi göz ardı etmemesi gerekir. 

Beytü'l Makdis'in Tarihçesi


Beytü'l-Makdis'in tarihçesi, Mescid-i Aksa'nın var oluş tarihleri tek tek incelenmeli, ortaya çıkarılmalı ve Müslümanların faydasına sunulmalıdır. Bu mevzuda tefsirci Hakkı Yılmaz hocayı dinleyelim:
"Abdullah b Amr (ra) anlatıyor: Rasûlullah buyurdular ki: " Hz. Dâvûd'un oğlu Süleyman, Beytü'l-Makdis inşaatını tamamlayınca Allah'tan üç şey talep etti: Allah'ın hükmüne uygun düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları." Sonra dedi ki: " İlk ikisi verilmiştir, üçüncüsünün de verildiğini ümit ediyorum."
Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, Kudüs'teki mescidin adı o dönemde " Mescid-i Aksa" değil, " Beytü'l-Makdis"dir. Kudüs'teki Beytü'l-Makdis'in İslâm tarihinde önemli bir yeri vardır. Zira Peygamberimiz Medine'ye hicretinde Beytü'l-Makdis'i kıble edinmiş ve bu durum uzun süre devam etmiştir. Tarih ve rivayet kitaplarında yer aldığına göre, Peygamberimiz kendisine vahiy gelmemiş olan bir çok konuda Ehl-i Kitab'ı esas almış, yani Ehl-i Kitab'ı müşriklerden üstün tutmuştur. Hatta müşriklere muhalefet olsun diye saçlarının şeklini bile Ehl-i Kitab'ınkine benzetmiştir.
Hakkında herhangi bir vahiy bulunmayan kıble konusunda da Peygamberimiz Medine'ye gelince Ehl-i Kitab'a uymuş ve onların kıblesi olan Beytü'l-Makdis'i kıble edinmiştir. Peygamberimizin fayda umarak yaptığı bir içtihadı olan bu uygulama, rivayetlere göre 16-18 ay kadar sürmüştür. Ne var ki, bu süre zarfında bu uygulamadan beklenen fayda sağlanamamış ve Peygamberimiz bu konuda Allah'tan vahiy beklemeye başlamıştır.
Nitekim çok geçmeden vahiy gelmiş ve Mescid-i Haram kıble olarak belirlenmiştir. Bazıları Peygamberimizin Beytü'l-Makdis'i kıble olarak seçmesinin de vahiy ile olduğunu ve sonradan bu vahyin neshedildiğini ileri sürmüşlerse de bu iddia doğru değildir.
Müminlerin Mekke dönemindeki kıbleleri ile ilgili iki farklı rivayet vardır. Konunun aslı Bakara 142-145'de yer almakta olup oradan takip edilmesi daha uygundur." ( Tebyînü'l Kur'an Tefsiri, Hakkı Yılmaz, C 4, sayfa 286-287)
Hakikaten, bendeniz her ne zaman Hacca gitmiş olsam, Medine-i Münevvere'de Kıbleteyn Mescidini (iki kıbleli Mescid) ziyaret ederken ve hacılara ziyaret ettirirken, Resulullah (sav)'in yaşamış olduğu duygu ve hisleri, Sahabe-i Kiramın arzularını aynen yaşar, kendimi o çağda, o anda bulur ve duygulanırım.

Tabii ki, Müslümanların kıblesinin Mescid-i Haram olması, bu günkü Siyonist Yahudilerin hoşuna gitmemiş, bir takım zırvalar, homurdanmalar almış başını gitmiştir. Resulullah (sav)'in, Ehl-i kitaba tanımış olduğu ayrıcalık, Hz. Musa (as)'ın da, Hz. İsa peygamberin de Hak Rasul olmaları, Tevrat ve İncil kitaplarının hak kitap olmalarındandır. Yoksa bu günkü ve o zaman ki, tahrifata , tağyire uğramış bulunan Yahudilik, Hristiyanlık, Tevrat ve İncil kitaplarını öncü, rehber edinme olmayıp, bu kitapların içerisinde kısmen de olsa bulunan hak kelamıdır.

Beytü'l-Makdis ve Mescid-i Aksa hususlarını yazmaya devam edeceğim. Çünkü, gelenekçiler, atalarcılar, ninelerciler, dedelerciler, Beni Ümeyye'nin uydurmuş olduğu " Mescid-i Aksa" yalanını yaşamaya, inanmaya devam etsinler.

Emeviyye kralı Abdülmelik b. Mervan tarafından halife Zübeyr'e karşı öne çıkarılan " Mescid-i Aksa" " Beytü'l-Makdis" yarışması o tarihten bu yana İslam alemini hayli meşgul etmiş, bundan sonra da etmeye devam edecektir. "Mescid-i Aksa"nın hangi mescid olduğunu ileri ki, yazılarımda arzedeceğim için, şimdilik bu mevzuyu izah etmeden geçeceğim. Rabbim!.. Tüm Müslümanlara hakkı hak bilip hakka ittiba, batılı batıl bilip, batıldan ictinap etmeyi nasip eylesin!.. Selam ve dua ile..

Hz. Muhammmed
" Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, ana ve babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisâ sûresi, âyet 135)

Yüce Allah; Resulullah (sav)'in tebliğ etmesiyle, onu Resul seçmesiyle biz ümmetlerine öylesine evrensel prensibler emretmiştir ki, ümmet, bu emirleri, bu tebliğleri yaşadığı müddetçe, dünyada huzur bulacak, ahirette de ebedî mutluluğa kavuşmuş olacaktır.

İslam'ın hangi emrini ele alırsanız alınız, mutlaka onun insanlık için, ümmet için nasıl faydalı, gerekli, olmazsa olmaz emir olduğunu algılayacak, düşünecek ve severek, içtenlikle yerine getirmiş olacaksınızdır.

Zaten, İslam'ın tüm emirleri, hükümleri, sadece Ümmeti Muhammed için olmayıp, bütün insanlık için, batılı, doğulu, asyalı, Amerikalı, zenci, beyaz ırk, Çinli, Maçinli tüm insanlık için evrensel kaide ve kurallardır..Örneğin, İslâmi lider nasıl olmalıdır?

" Evet lider, söylediğini yaşamalı, yaşadığını, yaşanabileceği söylemelidir. Bir başka ifadeyle, insanları davet ettiği prensibleri, faziletleri, vecibeleri bizzat kendi fiiliyatıyla ve ahlâkıyla ortaya koymuş olmalıdır. Sözleriyle davet ettiği bütün şeyleri, içtimai, ailevî ve şahsî hayatında özellikle yaşamalıdır ki, daha sonra gelecek insanlar için, yaşantısı bir numune teşkil etsin.

Özellikle X1X ve XX. asırlarda ortaya çıkan bir kısım akımları incelediğimizde, bunlardan hiç birinin yukarıdaki özellikleri taşımadığını görürüz. Bunların durumu, gece karanlığında yanıp sönen ateş böceklerine benzer ki, yıldız olmadıkları er geç anlaşılıverir. Ve bütün çıplaklığıyla gerçek hüviyetleri anlaşılınca da, herkes tarafından terk edilip, unutuluverirler.

Bu yönlerden tarihe baktığımızda, yukarıda söylediğimiz şartları kendisinde en mükemmel biçimde toplayan zatın Hz. Muhammed (sas) olduğu görülecektir. O, tebliğ etmeye çalıştığı evrensel Kur'ân ahkâmını önce kendi hayatında tatbik etmiş ve bu ahkâm üzerinde mükemmel bir toplum meydana getirmiştir.

Hz. Muhammed'in Tebliğ ve İslami Uygulaması


Tebliğ ettiği prensibleri sadece kendi hayatında yaşamakla kalmamış, aynı zamanda bu prensiblerin tamamen yaşandığı bir devlet bir toplum örneğini de ortaya koymuştur. Konuyla ilgili çok sayıda misâl vermemiz mümkün ise de, burada birkaç misalle yetineceğiz.

a. "Bilakis, sen yalnız Allah'a kulluk et ve O'na şükredenler ol." ( Zümer, 39/66)
Bu âyet Rasulullah (sav)'a, aynı zamanda bütün ümmete, sadece ve sadece Allah'a ibadet etmelerini, diğer şeylerin ibadete layık olmadığını ve şükredenlerden olmalarını emretmektedir. Biz Rasulullah (sav)'in hayatında, bu âyetin gayet açık bir şekilde, hem de çok ileri bir seviyede tezahürlerini görmekteyiz. Hz. Aişe'den (r.anha) bununla ilgili olarak şu rivayeti aktarmak, herhalde konumuzu aydınlatmak bakımından yeterli olsa gerektir:
" Hz. Peygamber namaz kılmak için geceleyin kalkar ve ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bunun üzerine kendisine: " Ey Allah'ın Rasulü! Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı halde, neden bu kadar çok ibadet yapıyorsun?" dedim. Bunun karşısında O, şöyle buyurdu: " Allah'a karşı şükreden bir kul olmayayım ?"
Evet O, ümmetin Allah'ın, " kulluk edin." mesajını ulaştırırken, kendisi bu kulluğu fiiliyatıyla gösteriyor; normal bir kulluğun ötesinde, belki de kimsenin yapamayacağı seviyedeki bir kulluk örneğini sergiliyor ve böylece tebliğ ettiği şeyleri ilk önce kendi hayatında yaşamış oluyordu.
b. " Aralarında, Allah'ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet. Sakın onların keyiflerine uyma ve Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın..." ( Mâide, 5/49) ( www.fetvalar.com)
İşte, Rasulullah (sav), her haliyle bizlere örnek ve önder olmuş, oturmasıyla,kalkmasıyla, yemesiyle, içmesiyle, evlenmesiyle, eğitim ve öğretime değer vermesiyle, baba olmasıyla, aile reisi bulunmasıyla, insanlarla ilişkilerinde, devlet idare etmesiyle, savaşta tavır ve hareketleri ile vb. tüm alanlarda ümmetine örnek olmuş, hiç bir zaman, ümmetini oyalayıcı, zaman kaybettirici bir tavır içerisinde bulunmamıştır.

Zaten, böylesi bir tavrın içerisinde bulunması ona: "alemlere rahmet" şeref ve izzetini kazandırmıştır. Hiç bir zaman hırs, tama' dünya mal ve melaline mağlup olarak, nefsine esir düşmemiş, ümmete de kötü örnek olmamıştır. Hatta, ümmetini de bu hususlarda, gayet açık bir şekilde uyarmış ve ikazda bulunmuştur.

" Mesela, bir hırsızlık olayı ile ilgili olarak Rasûlullah (sav)'a müracaat edilmişti. Bu işi yapan soylu bir kabileye ait olduğundan affı isteniyordu. Hattâ araya hatırlı insanlar sokulmuştu. Ancak Allah Rasûlü (sav) böyle bir aracılık karşısında, kaşlarını çattı, yüzü renkten renge girdi ve daha sonra da şöyle buyurdu:

"Sizden önceki milletlerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden şerefli biri hırsızlık suçunu işlediğinde onu cezasız bırakırlar; zayıf biri hırsızlık edince de, onu cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fatıma'da hırsızlık etse, elini ben keserdim ve cezasız bırakmazdım ." buyurmuştur.

Netice olarak;

21 nci çağın Mümin ve Müslümanları olarak, Kur'ânî mesajları, prensibleri hayatımıza yansıtarak geleceğe hızlı bir şekilde yol almalıyız!..

Emin olun ki, günün Müslümanları, Kur'an'a yönelerek çalışmalar yaparsa, bu mevzuda terler dökerek ileriye yönelik hedefler çizilirse, kurtulmuş olduğumuz günler olacaktır. Çünkü, bin yıllık Müslüman Türk tarihimizde, Kur'ânî ilke ve prensibler layıkı veçhile zihin ve dimağlara kazınmadığı için, toplum olarak, ilmihal bilgilerini bir türlü geçemedik.

Tabii ki, ilmihal bilgileri, genelde, Emeviyye'nin düşünsel proğram ve planlarından başkası değildi. Çünkü, Beni Ümeyye ve Abbasi krallarının gündemi, Kur'an'a yönelik olmayıp, tamamen, halkı uyutmak, uyuşturmak yönündeydi. Başta, Resulullah (sav)'in berrak ve mümtaz hayatı değil, sahabe-i kiramın atılgan çalışmaları da değil de, tamamen, Beni Ümeyye'nin ve Abbasilerin uydurukçaları hayata hakim, topluma hakim durumdaydı.

Onun içindir ki, zamanımız da, Kur'ânî olmayan çalışmalar, mezhepsel faaliyetler kat'iyyen başarılı olmayacak, insanlığa da fayda getirmeyecektir. Rabbim, Ümmeti, Kur'ânî prensiplerden uzak eylemesin!.. Hayatlarına hakim kılmayı müyesser eylesin!.. Selam ve dua ile..

Dua'nın Fazileti
DUA ETMEK
İbadetin özü olan duanın, yeri ve zamanı olmadığı için, her yerde ve her zaman duâ etme.. İşte, sokakta, otomobilde, otobüste, okulda, yolda, evde, camide, Ka'be'de vs. dua etme.. Devamlı dua etme ve bunu alışkanlık haline getirme... Fakat duada mühim olan, kulun kendisine düşen vazifeyi yaptıktan sonra Allah'tan istemesidir. Yani dua edip birşeyler isterken eli kolu bağlı durmama. Sebeblere müracaat etme. Zira Allah, tembele değil, canla başla çalışana, ısrarla isteyene verir. Hz.Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in; "Cennette kendisiyle komşu olmak isteyen kimseye: Çok secde etmekle bana yardımcı ol" demesinde bunu görebiliriz.

Ayrıca, dua ederken uyanık bir gönül ile duâ etme... Söylenen her kelimenin kalpte yerini bulması... Himmeti âlî tutup Ümmet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için de duâ etme... -İnsan, kendi çocuğu suya düştüğü ve boğulmak üzere iken, nasıl heyecan ve hafakanlar içinde kalıyorsa- aynen öyle , dünyanın dört bir tarafında garip, çilekeş ve mazlum Ummet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için de öyle dua etme... duaların kabulüne vesile olacaktır.

DUA İBADETTİR:

Nu'man b. Beşir'in rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.): "Dua ibadettir" buyurdular ve sonra da şu ayeti okudular:
وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ
"Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, duanıza icabet edeyim. Kibirlerinden Bana ibadet etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir" (Mü'min, 40/60) (1).

Başka bir rivâyete göre; "Duâ ibâdetin özüdür"'(2)

Allah yanında duâdan daha değerli birşey yoktur. Çünkü "duâ, dinin direği, semâvât ve arzın nûru ve mü'minin silâhıdır" (3).

Duâ eden bir kimse helak olmaz (4).

Allah kendisine duâ edilmesi ve duâda ısrar edilmesinden hoşlanır, "Kendisine duâ etmeyene de gazâb eder' (5).

Allah Teâlâ'nın, Yûnus aleyhisselam hakkında Kur'an'da bahsettiği de buna benzemektedir. Yûnus (a.s.), anlatmış olduğu şeyleri kavmi dinlemediği için, kavmine kızarak onların arasından Rabb'inin izni olmadan çıktı ve yüklü bir gemiye bindi. Geminin yükü fazla olduğundan gemi taşıyamamış, yolculardan birini denize atmak gerekmişti. Atılacak kişinin tesbîti için gemidekiler kur'a çektiler. Kur'an'ın ifâdesiyle, "Kur'a çekti, (kur'a kendisine isabet ettiği için) yenilenlerden oldu" (Sâffât, 37/141).
Dua'nın Kabulü

"(Yûnus (a.s.) Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için kendi kendisini) kınayarak (denize atıldı) balık onu yuttu" (Sâffât, 37/142). Cenâb-ı Hak Yûnus (a.s.)'ı, bu izinsiz çıkışından dolayı şiddetli bir gazab ile levmetti (kınadı). Çünkü Yûnus (a.s.)'ın, kavminin ezâlarına karşı sabretmesi gerekiyordu.

Yûnus (a.s.), iç içe üç karanlık içinde Rabbine duâ etti; deniz, gecenin karanlığı ve balığın karnı. Yûnus (a.s.) duâsında; 

لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ

"Senden başka ilah yoktur. Sen bütün eksiklerden uzaksın, yücesin, ben zâlimlerden oldum" (Enbiyâ, 21/87) diyerek yalvardı.
 

Allah Teâlâ da;
"Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte Biz, inananları böyle kurtarırız" (Enbiyâ, 21/88) diyerek cevap verdi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Yûnus (a.s.)'ı kurtarmasının sebebini onun rahatlık ve bolluk anında da Allah'ı çok zikretmesi olduğunu bildirdi:

"Eğer (rahatlık ve bolluk anında da) tesbih edenlerden olmasaydı, (insanların) diriltilecekleri güne kadar onun (balığın) karnında kalırdı" (Sâffât, 37/143-144).

Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde; "Kederli, hüzünlü bir kimse, kardeşim Yûnus gibi duâ ederse, Allah onun duasına cevap verir. 
O duâ da  لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ duâsıdır" (6). 

Öyleyse, "sıkıntılı anında Allah'ın, duâsını kabul etmesi kimin hoşuna gidiyorsa, rahatlık ve bolluk anında Allah'a çok duâ etsin" (7).

"Bir müslüman, istediği şey günah olmamak ve sıla-ı rahmi kesmeyi istememek şartıyla duâ ederse, kendisi için üç haslet meydana gelir; ya Allah onu istediği şeyi hemen verir, veya (mükâfatını) âhirette vermek için saklar, veyahut yaptığı duâ kadarıyla, başına gelecek kötülükten onu muhafaza eder." Sahabe-i kirâm; "O zaman biz de çok duâ ederiz", dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyurdular: "Siz isteyebildiğiniz kadar isteyin, çünkü Allah'ın rahmet hazinesi sizin istediklerinizden daha çoktur" (8).

Bir kimse duâ kapısını açar ve duânın tadını alırsa; onun için hayır, rahmet ve icâbet kapısı açılır. Hz.Ömer (r.a.) şöyle demektedir; "Ben duâmın kabul edilip edilmemesinin ızdırabını çekmiyorum, duâya devam edememenin ızdırabını çekiyorum. Çünkü, duâya devam edebilirsem, istediğim bana verilecektir." Bununla ilgili olarak şöyle bir söz söylenmektedir; "Ey insanoğlu! Efendinin kapısını bıkmadan, usanmadan çaldığın için, istediğin sana verilmiştir, hakkında mübârek olsun."

İnsanın, duâsının kabûlünde aceleci olmaması ve kabul olmadı diye duâ etmeyi bırakmaması gerekir. Nitekim, Buharî ve Müslim'in beraberce rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerifte: "Sizden biriniz duânızda acele edip; "Duâ ettim sonra yine duâ ettim, fakat duâma cevap verilmedi" demedikçe duâsı kabul edilir" (9), buyurulmuştur.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: "Birçok defa duâ ediyoruz kabul olmuyor. Halbuki, âyet umûmîdir, her duâya cevap var?" Buna şöyle cevap verilir:

Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem her istenileni vermek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tâbidir. Meselâ, hasta bir çocuk feryâd eder: "Ey doktor! Bana bak. Doktor: Buyrun diye cevap verir. Çocuk: Şu ilacı ver bana der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Allah Teâlâ; Hakîm-i mutlak, hâzır, nâzır olduğu için kulun duâsına cevap verir. Yalnızlık ve kimsesizliğini duasının cevabıyla ortadan kaldırır. Fakat, insanın hevâ ve heveslerinin istikâmetinde değil, belki hikmet-i Rabbâniyye'nin iktizâsıyla, ya istediğini veya daha iyisini verir, veya hiç vermez. Hem duâ bir ubûdiyettir. Ubûdiyyetin ise meyveleri âhirette verilir. Dünyevî maksadlar ise, o nevî duâ ve ibâdetin vakitleridir."
Dua Nasıl Edilir
İbadetin en faziletlisi, duâdan sonra tehlikenin, zorluğun gitmesini beklemektir. Hadîs-i şerîfte: “Ya zel celali vel ikram” diyerek "Beklemeye devam edin" buyurulmaktadır (10).

Duâ, meyveli bir ağaç ve kişinin kendisinin sakladığı bir hazîne gibidir. Yani ağacın üzerindeki meyve de, yere düşen meyve de sahibinindir. Gizlediği yerde duran para da, oradan aldığı ve cebindeki para da hazine sahibinindir. Aynen öyle de; duâ edenin istediği şey, kendisine verilse de kendisi için büyük bir mutluluk, istediği şey bu dünyada verilmeyip âhirette verilse de, duâ eden için büyük bir saadettir.

DUA KADERİ GERİ ÇEVİRİR Mİ?

Hadis-i şerife göre duâ; insanın başına gelen belâyı gelmeden önce de, geldikten sonra da defeder (11). Ayrıca diğer bir hadîste Hz.Peygamber (s.a.v.): "Kaderi ancak duâ geriye çevirebilir, ömrü de ancak iyilikler arttırabilir. Kul, işlemiş olduğu günahlarla kendisini rızıktan mahrum eder" (12) buyurmuşlardır.

Peygamberimiz (s.a.v.) Şâfiîlerin okuduğu kunut duâsında: "Ya Rabbi! Bizi koru ve hakkımızda hükmettiğin şeyin şerrini bizden gider" diye duâ etmişlerdir. Eğer duâ, kaza ve kaderin geri çevrilmesinde bir sebep olmasaydı, Peygamberimiz böyle duâ etmez ve ümmetine de öğretmezdi.
Mürsel olarak rivâyet edilen bir diğer hadîs-i şerifte Hz.Peygamber (s.a.v.) şöyle buyururlar: "Mallarınızı zekâtla muhafaza ediniz, hastalıklarınızı sadakayla tedâvî ediniz, üzerinize gelen belâ dalgalarını duâ ve tazarrû ile defediniz" (13).

İbn Abbas'ın rivâyet ettiği bir hadîste de, Peygamber Efendimiz İbn Abbas'a şöyle nasihatta bulunurlar: "Rahat ve bolluk anında Allah'ı bil ki, şiddet ve sıkıntı anında da Allah seni bilsin. Bir şey istediğinde, Allah'tan iste. Yardım talep ettiğinde de Allah'tan yardım talep et" (14).

Kişi bolluk ve mutluluk zamanında Allah'a duâ etmeye devam ederse, daha sonra başına şiddetli belâ ve musîbetler geldiğinde yine Rabbine duâ ettiği zaman melekler; "Ya Rabbi! Bu ses, tanıdık bir kuldan ve tanıdık bir ses. Allahım, onun duâsını kabul et" derler. Bundan dolayı seleften bazıları şöyle duâ etmişlerdir:
Dua etmek
"Ya Rabbi! Ben duâ etmekle emrolundum ve bana, duâma cevap verileceği vadedildi. Senin emrettiğin gibi Sana duâ ediyor ve Senden istiyorum. Vadettiğin gibi duâma icâbet et."

Duâ etmenin en makbul şekli, ihsan mertebesidir ki, o da kişinin; Allah'ı görüyor gibi O'na duâ etmesi ve duâsını Allah'ın işittiğine inanmasıdır.

DUANIN ADABI

Duâ'nın birçok adabı vardır ki, duâ edenin bu âdâba riâyet etmesi gerekir. Çünkü edepten mahrum olan, lutf-u ilâhîden de mahrum olur.

1. Duâ edileceği vakit istiğfar ile manevî temizlenmeli.
2. Duâ'ya başta, Allah'a hamd ü senâ ve peygamber Efendimize salât ü selâm ile başlamalı. 
Bundan sonra istekleri için duâ etmeli ve sonunda yine makbûl bir duâ olan salavât-ı şerîfeyi şefaatçi gibi zikretmeli. Çünkü, iki makbûl duânın ortasındaki bir duâ makbul olur. 
Hz.Peygamber (s.a.v.), Allah'a hamdetmeden ve kendisine salat ü selâm söylemeden duâ eden bir kişiyi işitince: "Şu kişi acele etti" dedi ve onu çağırarak: "Sizden biriniz duâ ettiğinde; Rabbine hamd ü senâ ve Peygamberine salât ü selâm ile başlasın. Ondan sonra da, hâceti için duâ etsin" (15) buyurdular. Çünkü vesileler, istenilen şeylerden önce getirilir. Allah Teâlâ: "Allah'a (yaklaşmaya) vesîle (yol) arayın" (Mâide, 5/35) buyurmaktadır.
Duâda, Allah'a hamd ü sena etmek ve Rasûlü'ne salât ü selâmı önce zikretmek en iyi vesiledir. Ancak bu vesilelerle duâ, Allah'a yükselir.

3. Yiyip içtiği şeylerin helâl olmasına dikkat etmek: Peygamberimiz (s.a.v.), uzun bir yolculuk esnasında, saçları dağılmış, toz toprak içinde kalmış ve ellerini semâya kaldırıp: "Ya Rabbi! Ya Rabbi!" diye duâ eden bir adamdan bahsederek: "Yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve haramla beslenmiş bir kimsenin duâsı nasıl kabul olunur ki!" (16) buyurdular. Hadîsteki kişi ve benzeri kimseler, kendi elleriyle duâlarının makbul olma yolunu kapatmışlardır.
Rivâyete göre, Sa'd b. Ebî Vakkâs Hz. Peygamber (s.a.v.)'e: "Ya Rasûlallah! Allah'a duâ et de duâsı kabul edilenlerden olayım" deyince, Peygamberimiz (s.a.v.): "Ey Sa'd! Helâl ye ki, duâsı kabul edilenlerden olasın" (17) buyurmuşlardır.

4. Duâ'da elleri kaldırmak. Çünkü elleri kaldırmada, kulluğu izhâr etme ve her hâlinde Allah'a ihtiyacı olduğunu ifâde etme vardır. Hadîste şöyle buyurulmaktadır: "Rabbiniz Hayy ve çok ikrâm edicidir, kulu ellerini kaldırıp Kendisine duâ ettiğinde onları boş çevirmekten hayâ eder" (18).

5. Kur'an'da ve hadîslerde geçen me'sûr duâlarla duâ etmek.

6. İhlâs, huşû ve huzûr-u kalp ile duâ etmek.

7. Namazın sonlarında, bilhassa sabah namazından sonra duâ etmek.
dua etmek
8. Mübârek yerlerde, husûsan mescidlerde duâ etmek.

9. Cuma günü, husûsan sâat-i icâbede duâ etmek. Hem şuhûr-u selâsede (üç aylarda), husûsan meşhûr gecelerde, hem Ramazanda, husûsan kadir gecesinde yapılan duâların kabûl olması rahmet-i ilâhiyyeden kuvvetle ümîd edilir.

10. Duâsının kabûl edileceğine kesin bir şekilde inanarak duâ etmek.

11. Secdede duâ etmek. Evet, secdede hârika bir sır vardır. Hadîs-i şerifte: "Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde anıdır. Secdede çok duâ edin. Çünkü, duânın kabûl edilme ihtimâli daha çoktur" (19). Secdede (Kur'an'da ve meşhûr hadîslerde olmak şartıyla) dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlar ve dünya ve âhiretin salâhı için duâ edilebilir.

DUANIN FAYDALARI

Duâ eden kimsenin hâli, evlâd u iyâli islah olur, malı da bereketlenir. Kendisi de sâlih amel işlemeye muvaffak olur. Her türlü hâli ve her türlü ihtiyâcı için Allah'a duâ edip yalvaran kimseye, duâda büyük bir haz ve nasîp vardır. Çünkü ona, annesi, babası ve diğer insanlar sâlih amelde bulunması için duâ ederler. Fakat, duâdan nasibi olmayan, münâcât lezzetini tadmayan ve Rabbine duâ ve ibâdet etmekten kaçınan, tekebbür eden kişiler hayırdan, Allah'a yaklaşmaktan ve O'nun sevgisini kazanmaktan mahrum sayılırlar. Böyle kişiler, kendilerine ve duâlarına cevap verilecek rahmet kapılarını kapatmış olurlar. Çünkü, duâ etme lezzetinin kalpten çıkarılması, bir şahsın -kendisi farkında olmadığı halde- cezâlandırıldığı en şiddetli bir cezâdır.

Allah Teâlâ bir âyette şöyle buyurur:
"Kullarım, sana Benden sorarsa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Bana duâ edince, duâ edenin duâsına icâbet ederim. O halde onlar da Benim da'vetime (itaatle) icâbet ve Bana îman (da devam) etsinler. Tâki (o sayede) doğru yola ulaşmış olalar" (Bakara, 2/186).

Bu âyetin nâzil olmasının sebebi şu hâdisedir: "Birtakım insanlar Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelerek, Ya Rasûlallah! Rabbimiz bize yakın mı, uzak mı? Yakınsa fısıltı ile, uzaksa yüksek sesle duâ edelim" dediler, bunun üzerine Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi (20).

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir seferde ashâbıyla birlikte giderlerken, yüksek yerlere gelince ashâb, yüksek sesle "Allahü Ekber" ve "Lâ ilâhe illallah" dediler. Bunun üzerine Hz.Peygamber: "Ey insanlar! Kendinize acıyın ve seslerinizi böyle yükseltmeyin. Çünkü siz, sağır ve gâib olan Birisine duâ etmiyorsunuz. Siz, sizinle beraber olan, herşeyi işiten ve size yakın olan Birisine duâ ediyorsunuz" (21) buyurur.

SONSÖZ

İbadetin özü olan duâanın, yeri ve zamanı olmadığı için, her yerde ve her zaman duâ etme.. Sokakta, otomobilde, trende, büroda, okulda, fabrikada, evde, camide, Ka'be'de vs. duâ etme.. Devamlı duâ etme ve bunu i'tiyat haline getirme... Fakat duâda mühim olan, kulun kendisine düşen vazifeyi yaptıktan sonra Allah'tan istemesidir. Yani duâ edip birşeyler isterken eli kolu bağlı durmama. Sebeblere müracaat etme. Zira Allah, tembele değil, canla başla çalışana, ısrarla isteyene verir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in; "Cennette kendisiyle komşu olmak isteyen kimseye: Çok secde etmekle bana yardımcı ol" (22) demesinde bunu görebiliriz.

Ayrıca, duâ ederken uyanık bir gönül ile duâ etme... Söylenen her kelimenin kalpte yerini bulması... Himmeti âlî tutup Ümmet-i Muhammed (s.a.v.) için de duâ etme... -İnsan, kendi çocuğu suya düştüğü ve boğulmak üzere iken, nasıl heyecan ve hafakanlar içinde kalıyorsa- aynen öyle de, dünyanın dört bir tarafında garip, çilekeş ve mazlum Ümmet-i Muhammed (s.a.v.) için de öyle duâ etme.. duâların kabulüne vesile olacaktır.

Kaynak: Yeni Umut Dergisi

Kaynakça
  • (l)Tirmizî, Medîne 1978, Daâvât 2; İbnMâce, Beyrut 1975, Duâ 1; Müsned, Beyrut 1985, IV, 267, 271, 276.
  • (2) Tirmizî Daâvât 1; Kenzu'l-Ummâl, Beyrut 1985, II, 62.
  • (3) Kenzu'l Ummâl, a.yer. (4)Kenzu'l-Ummâl,II, 66.
  • (5) Tirmizî, Daâvât 2; Kenzu'l-Ummâl, II, 63.
  • (6) Tirmizî, Daâvât 82.
  • (7) Tirmizî, Daâvât 9.
  • (8) Tirmizî, a. yer; Kenzu'l-Ummâl, II, 70.
  • (9) Buharı, İstanbul 1897, Daâvât 22; Müslim, 1955, Duâ 25.
  • (10) Müstedrek, Beyrut tarihsiz, 1,499.
  • (11) Kenzu'l-Ummâl, 11,63.
  • (12) Müstedrek, 1,492-493; Kenzu'l-Ummâl, II, 62.
  • (13) Merâsil-i Ebî Dâvûd, Beyrut 1988, s.128; et-Tergîb ve't-Terhîb, Beyrut 1968,1,520.
  • (14) Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 59; Müstedrek, 111,541.
  • (15) Ebû Dâvûd, İstanbul, Daâvât 66.
  • (16) Müslim, Zekât 65.
  • (17) İhyâu Ulûmi'd-Dîn, İstanbul 1974, (trc. A.Serdaroğlu) 11,235.
  • (18) İbn Mâce, Duâ 13; Kenzu'l-Ummâl 11,63.
  • (19) Müslim, Salât 207,215.
  • (20) el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1985,11,308. (21)Buhârî, Cihad 131.
  • (22) Müslim, Salât 226.

Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *